Selcan TAŞÇI, YENİÇAĞ
Uykularından
fedakarlık yapmış, sabahın kör saatinde kuaför salonlarına koşmuşlar... Damat
traşları olunmuş, en janti takımlar çekilmiş, gerçi ABD Başkanı şortla bile
geziyor ama mazallah “madam” saygısızlık filan sanmasın diye kravatlar
takılmış... Görücüye çıkan kızları andırıyorlar; sürmüş sürüştürmüş, cicilerini
giyinmiş, hanım hanımcık oturmaktalar... Eee kolay mı; onlar Hillary Clinton’a
“soru sormak(!)” üzere özenle seçildiler!
Bu “kutsal görev”i eda etmek üzere “Fransız Sokağı”nda, “Cezayir Restorant”ta
yan yana dizildiler...
Ve “maviler içindeki Hillary”nin salona girişiyle adeta büyülendiler... O nasıl
bir endam... O ne güçlü bir kadın... O ne güleryüz... O nasıl bir çay içmektir
Yarabbi!
ABD Dışişleri Bakanı’nın, ülkesini hanidir “katil, işgalci, emperyalist...”
namıyla anan Türk insanlarının kafasında, yeni ve sevilebilir, en azından
tahammül edilebilir bir ABD imajı yaratmak uğruna giriştiği operasyonun
figüranlarını izlerken Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore’si geldi
aklıma...
Hançeri elleriyle
verdiler
Clinton katıksız bir Amerikan milliyetçisi... Hemen her cümlesi “Öyle bir
ülkeden geliyorum ki...” diye başlıyor; “Öyle bir ülkeden geliyorum ki medyaya
dönük çok geniş bir koruma var!”, “Öyle bir ülkeden geliyorum ki muhalefet çok
güçlü!”, “Öyle bir ülkeden geliyorum ki özgürlüklerden yana!”, “Öyle bir
ülkeden geliyorum ki...”
Clinton böyle konuştukça, “Bir ekleme” yapmak isteyen ve;
“Öyle bir ülkeden geliyorsun ki Irak’ta iki milyona yakın katili...”, “Öyle bir
ülkeden geliyorsun ki, Afganistan’da bombalanan çocukların kanıyla bezeli
elleri...”, “Öyle bir ülkeden geliyorsun ki petrol vampiri olduğundan bütün
Orta Doğu ülkelerinin boğazına geçirmiş halde dişlerini...”, “Öyle bir ülkeden
geliyorsun ki asli unsurları olan Kızılderilileri soykırımdan geçirdi...”,
“Öyle bir ülkeden geliyorsun ki, üzerinde şu saatlerde toprağa verdiğimiz
şehitlerimizin bile vebali!..” diyen çıkar diye bekliyorum ama nafile...
İstanbul Kalkınma Ajansı’ndan, Sabancı Vakfı’ndan filan özenle seçilenler her
nedense hançeri elleriyle veriyorlar ABD Dışişleri Bakanı’na: “Hükümet
politikaları sizi hayal kırıklığına uğrattı mı?”, “Kürt meselesi için de
Kıbrıs’taki Annan Planı’na benzer bir çözüm öneriniz var mı?”, “Türkiye’deki
internet yasakları konusunda ne diyorsunuz, ifade özgürlüğü konusunda
Başbakan’a ne diyeceksiniz!...”
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, ABD Dışişleri Bakanı’nın her istediğinde
kulağını çekebileceği, azarlayabileceği şamaroğlanı sanki...
Programın ilk anlarında, bütün “sorgu melekleri” evvelce hazırlanmış olsa da,
nezaketen “Eeee tabi bir ülkenin iç meselesi...”, “Hımmm ama bu Türkiye’nin
kendi sorunu...” gibi “özenli” bir dil kullanma ihtiyacı duysa da, sonradan
karşısındaki “Genç Türkler”in gaflet seviyesine şahit olunca, Clinton da “Ben
iki günlüğüne geliyorum gidiyorum, bu sesi sizin yükseltmeniz önemli” demeden
edemedi. Ki bu, takdir edersiniz ki, “Siz de armut piş ağzıma düş diyorsunuz,
isterseniz Beyaz Saray’ı bırakıp Çankaya’ya taşınalım...” demekti!
Teslimiyetin bile bir adabı var değil mi!
İngiliz hayranı Sami Bey
Bunların Yakup Kadri’nin “Sami Bey”inden ne farkı var şimdi? Onun da
“İngiltere gelsin de Milli Mücadeleciler’e hadlerini bildirsin” diye değil
miydi bütün bekleyişi:
“Türk zaferi!.. Bu, onun alışılmış düşünce tarzlarını bozan; bu onun
senelerden beri taşıdığı siyasi ve sosyal inanışlarını sarsan, hulasa bu, onu
rahatsız eden, bu, onun keyfini kaçıran bir hadiseydi. Onun içindir ki, hem
kendini avutmak, hem de Leyla’ya bir parça cesaret vermek azmiyle arada bir kah
karısının, kah kızının kulağına eğiliyor:
- ... Göreceksiniz! İngiltere yeni tedbirler almak zorunda kalacaktır! diyordu.
Ve bu “İngiltere” kelimesi onun ağzında esrarlı ve metafizik bir mahiyet
alıyordu. Sami Bey için İngiltere ortaksız bir ilahtır, dünyanın bütün işleri,
bütün dünya milletlerinin alınyazıları onun vereceği kararlara ve hükümlere bağlıdır.(...)
Sami Bey, Tanzimat devrinin meydana attığı o biçim alafranga Türkler’dendir ki
Türk’ten başka her miletin gücüne inanırlar ve Türkiye’ye ait meselelerin
mutlaka başkaları tarafından halledilebileceği fikrindedirler...”
Stratejik cehalet
Yaşım elverseydi, geçtiğimiz günlerde yaptığı Libya ziyaretinde Bingazi’yi
Kurtuluş Savaşı’nın Ankara’sına, (haliyle Trablus da Mütareke İstanbul oluyor
bu durumda) benzeten Ahmet Davutoğlu’na derdim ki; “Oğlum Ahmet bu fotoğrafa
iyi bak; ne kadar da Bingazi’ye benziyor değil mi? Bağımsız bir devlette
yaşayan, çoğu ya eğitiminde, ya işinde gücünde bir biçimde ABD’den nemalanan
bir grup insan “manda, manda” diye yakıyorlar adeta!”
Ve derdim ki; “Oğlum Ahmet, İstanbul’un icabı budur!”
Zamanında Atatürk’ü “Satılmışların hakimiyeti kalemiyesindeki matbuat durmadan
suikastlar çıkarır. Bizans’ın icabı budur. Bizans budur!” diye isyan ettirir...
Bu yüzden mesela ABD Dışişleri Bakanı TBMM’de değil de, buradaki köşklerde,
saraylarda kabul edilir... Kim sorarsa o misafir, ama aslında, devletin ve
siyasetin zirvesi Ankara’yı bırakıp onun ayağına İstanbul’a gelir!
Ve Kurtuluş Savaşı’nı başlatmaya hazırlandığı sırada Mustafa Kemal hakkında
“idam” fetvası çıkaran zihniyet tarafından, “atalarının emperyalistlere karşı
kan dökerek koruduğu vatan” ından ayrılmayacağını ilan ettiği için bir devlet
başkanının -dünkü gazetelerin ifadesiyle- ipi İstanbul’da çekilir!
“Trablus’u dışlamak istemiyoruz. Ancak Kurtuluş Savaşı sırasında bizim de
başkentimiz İstanbul’du ama değişti” diyen Davutoğlu’nun ev sahipliğinde
yapılan Libya Temas Grubu toplantısından çıkan Bingazi’deki Geçici Konsey’i
“tanıma” kararından bahsediyorum. Tek başına bu karar bile Bingazi’nin Kurtuluş
Savaşı’nın Ankara’sı olamayacağının kanıtı!
Orada teknik olarak bağımsız bir devlet var... O bağımsız devlette, “bağımlı”
olduğu aşikâr bir muhalefet zuhur ediyor; “dış güçler Libya’ya müdahale etsin,
bu devletin başkanını isterse Saddam gibi idam etsin” diye veryansın ediyor...
Ve Türkiye’nin Dışişleri Bakanı ülkelerini satışa çıkaran bu gruba “gaz”
verirken diyor ki:
“Burası Kurtuluş Savaşı’nın Ankara’sı!”
Türkiye’de adını anmaya korkuyorsunuz ama, elalemin işbirlikçilerine bir de
Mustafa Kemal deseydiniz bari!
Neydi Davutoğlu’nun yere göğe konmayan kitabının ismi; “Stratejik Derinlik” mi?
Yeni basımında adı mutlaka şöyle değiştirilmeli: “Stratejik Cahillik!”
Sodom ve Gomore
Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’nda aldığı ağır yenilgiden sonra, Anadolu’yu
dilimleyen işgalci devletler “milli mücadele” başlatan Ankara’yı mı tanımıştı
da, şimdi Libya’dan payına düşeceği bekleyen ülkelerin tandığı Bingazi’ye
eşdeğer olsun Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsılık karargahı!
Davutoğlu, tıpkı bugünkü Bingazi gibi, İstanbul Hükümeti’i Sevr’e imza atarken,
Ankara’nın tıpkı bugün Trablus’un yaptığı gibi emperyalistlere karşı
direndiğini unutmuş olmalı!
Sayın Davutoğlu;
Mütareke İstanbulunda gencecik kızlar, balo salonlarında, bizzat aileleri
tarafından işgalci askerlere peşkeş çekilirken, Ankaralı kadınlar bebekleri
için hazırladıkları kundaklarda mermi taşıdılar, kendilerini kağnılara
koştular!
Tıpkı bugün Bingazi’nin yaptığı gibi İstanbul “İngiliz parasıyla, İngiliz
kontrolü altında, İngiliz politikalarını savunan İngiliz muhipleri”ne açarken
kucağını; Ankara’dakiler “her türlü işgal ve yabancı müdahaleye karşı milletin
top yekün kendini savunması” için Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni toplayanlardı!
Bu nasıl sakat bir tarih şuurudur ki, “dış destek şart” deyip sömürgecilere
neredeyse kırmızı dipli mum yollamaya kalkışan Bingazi’yi, “manda ve himaye
kabul edilemez” diyen Ankara’yla bir tutturabilir insana!
Bingazi’dekilerle aranızda bir özdeşlik kurmak istiyorsanız illâ; Mustafa
Kemal’in “düşmanlarımıza düşmanlarımızdan daha çok hizmet edenler, amaçlarını
kolaylaştıranlar bulunuyor” dediği, sizin de en büyük hayaliniz olan
“Neo-Osmanlı”nın payitahtıyla benzeştirsenize!
Her şey bir yana; Libya’yı savunmak hasıl olduğunda, Mustafa Kemal Bingazi’ye
mi gitti Trablus’a mı? Davutoğlu gibi Bingazi’deki işbirlikçileri mi
yüreklendirdi... Yoksa Trablus’ta “vatan savunması için güç birliği”
gerektiğini anlatıp, Bingazi’de Şeyh Mansur’u maymuna mı çevirdi?
Velhasıl, bu yaştan sonra cilt cilt tarih kitabı okumazsınız herhalde ama;
Sodom ve Gomore’yi bir kere daha ve sindirerek okuyun derim ben size!
Cila operasyonu el değiştirdi
ABD Dışişleri Bakanı’nın önceki gelişinde NTV’de Çiğdem Anad, Müjde Ar, Aysun
Kayacı ve Pınar Kür’ün üstlendiği “emperyalizmi cilalama” işini bu sefer CNN
Türk’ten Şirin Payzın yerine getirdi...
BASINDAN SEÇMELER
“Kürdistan” talebine
uyanırlar mı?
İki yıl önce ilan edilen “açılım”ın ucu açık bırakılmıştı. O tarafı PKK
ve siyasi uzantıları “Demokratik Özerklik” projesiyle doldurdular.
Nedir demokratik özerklik?
Saklısı gizlisi yok... Açık açık söylüyorlar...
Ayrı bayrak, ayrı meclis, ayrı savunma gücü, ayrı yönetim, ayrı maliye, ayrı
eğitim... Özetle bölgeyi bağımsızlığa hazırlayacak bir eyalet sistemi...
Karşı taraf bunu deklare ettiği halde Ankara’da oturanlar böyle bir şey hiç
yokmuşcasına siyasi çözüm hazırlığı içindeydi.
Neydi siyasi çözümleri?
Anayasa’yı PKK’nın istediği şekilde yeniden düzenlemek...
Değişmez maddeleri değiştirmek...
Türk ve Türk milleti gibi deyimleri Anayasa’dan çıkarmak....
Ana dilde eğitime geçit vermek vs..
Bu süreçte BDP ve İmralı güçlendirildi. İmralı’daki zat, eşit düzeyde bir
komutan konumuna getirildi. Birtakım projeler yapıyor, isteği kabul edilmezse
kan döküleceğini açık açık söylüyor. AKP ve CHP bu manzarayı ağzı açık seyrediyor.
İki yıldır süreç böyle işliyor...
“Terör örgütü silah bırakmadıkça barış konuşulmaz” ilkesi bir yana
bırakılmış... Hükümet, ABD öyle istiyor diye, teröristle müzakere ederek
sonuç alma hayali peşinde vakit geçiriyor.
Acaba Mümtaz Soysal’ın dün açık açık yazdığı gerçeğin farkına ne zaman
varacaklar?
“Gerçek, Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bir köşesinde başka bir devletin
ilan edilmiş olmasıdır. Dünyaca tanınmış egemen bir ulusal devletten koparak
’demokratik özerklik’ etiketiyle kendi bağımsızlık statüsünü belirleyen bir
başka devlet...”
Ankara durumun farkında değil mi? Yoksa böyle bir neticeyi zaten biliyorlar
mıydı?
Melih Aşık
/ Milliyet