Özcan YENİÇERİ, YENİÇAĞ
Yıllara sarkan önemli bir davada sanıklar
hakkında tahliye kararları veren yargıç ya da yargıçların şu veya bu gerekçe
ile görevden alındığını düşünün. Yargılamaya 48 saat kala bir mahkeme
yargıcını, bir yıldır süren bir soruşturma nedeniyle görevden alan bir
yargılama sistemi olduğunu varsayın! Dahası son derece önemli bir davaya bakan
mahkeme başkanının özel yetkilerinin alınarak bir başka ile tayin edildiğini
hayal edin ve sonra da o mahkemeden adalet bekleyin!
Doğal hâkim ilkesinin, adil yargılamanın ya da masunluk karinesinin kâğıt
üzerinde kaldığı bir yerde adaletin nerede gerçekleşeceğini ise varın siz
düşünün!
Bir yargıç, “Kamuoyuna mal olmuş davalar nedeniyle yazmış olduğum
muhalefet şerhlerinden dolayı bulunduğumuz adliyede bir takım meslektaşlarım
selam vermeyi dahi kesmiştir” diyor ve ardından da emeklilik için
başvuruyorsa ortada irdelenmesi gereken ciddi bir durum var demektir.
Türkiye’de bugün “bîat, bedelli ikbal beklentileri, blok oy uygulamaları,
koltuk ve yaranma hesaplarının varlığı midelerimizi kaldırmıştır” diyerek
emeklilik süresine 10 yıl kala istifa eden yargıçlar vardır.
Yargılama esnasında çoğunluğun isteğine muhalif kalarak bazı davalarda
tutuklama ve tahliye talebinde bulunan yargıçların yerlerinin değiştirildiği
bir yargılamadan adalet sâdır olmayacağı açıktır.
Âdeta yargılama yapanlar sanıklara “sizi buraya tıkan kuvvet burada
kalmanızı istiyor!” diye mesaj veriyor.
Yargıca vicdani kanaatlerini ifade etme özgürlüğü sunmayan bir yargılamanın
adalet üretmesi beklenemez. Adalet, yarım adamların yarım adımlarıyla
gerçekleştirebileceği bir süreç değildir. Zira güçlü adalet güçlü savunucular
ister. Güçsüz ya da güdümlü yargı adil sonuç üretemez.
Yargıca kanaatlerinden dolayı kendi meslektaşlarının fiziki olmasa da
psikolojik baskı uyguladığı, yargıçların sürgün ya da istifaya zorlandığı bir
sistemde yargılananların durumunu tarif etmeye gerek bile yoktur.
Unutmamak gerekir ki, sürdürülebilir bir düzen ancak sürdürülebilir bir adalet
mekanizmasıyla mümkündür.
Bugünün resmi ideolojisine muhalif olan insanlar, şu veya bu gerekçeyle
yargılanırken -geçmişte yapıldığı gibi- temel hak ve özgürlüklerinden mahrum
edilmemesi gerekir. Zira haksızlığın, zulmün ve adaletsizliğin mazereti olamaz.
Bugün Türkiye’deki yargılamalar, eskilerin “söylentisi gerçekleşmesinden
beter” dedikleri bir hali ortaya çıkarmıştır. Esasına, usulüne,
uygulamasına, yöntemine ve sürecine bu kadar eleştirinin yapıldığı bir
yargılamada verilen ya da varılan hüküm ne olursa olsun toplum vicdanında
adaletin yerini bulduğu algısını yaratamayacaktır. Kimse algı önemli değildir
diyemez. Gerçekte toplumsal algı, gerçekleşen olgudan daha önemlidir.
Bu satırları yazarken Raymond Poincare’nin, 1912’lerde dediği “boş
zamanlarını yargıçları ve yargı kararlarını yargılamakla geçiren iyi niyetli
insan” olma niyetinde asla değiliz. Aksine durumu ortaya koyarak,
görevlilerin can yakan yargılamalar konusunda daha duyarlı ve dikkatli olmasına
bir nebze de olsa katkı sağlamak temel amacımızdır.
Unutmamak gerekir ki yargı, hukuk, mahkeme ve adalet insanlar içindir. Ayrıca
yargıçların “nasıl yargılıyorlarsa” öyle de
“yargılanacaklarını” kutsal kitaplar bildirmektedir. Bu yüzden adalet ya
da hakkın her şart altında talep edilmesi şarttır. Bu her şeyden önce toplumsal
bir görevdir. Zira verilen her haksız hüküm, toplumun ve insanlığın bir kısmını
alıp götürmektedir. Yargılamada gerçeği ya da adaleti ararken adaletsizliğe
neden olmak kaçınılması gereken en temel olgudur. Mazlumların hukuku
zalimleşerek korunamaz!
Mevcut iktidarın gücü ve baskısının ürettiği toplumsal suskunluk kimseyi
yanıltmasın. Voltaire’den bu yana sessizlikte ve suskunlukta görülen uyumun
aldatıcı olduğu hep söylenir.