Dil ile söylemek başkadır, gönül ile söylemek başkadır. Başkadır işte dostum. Her şey apaçıktır. Niye görmek istemiyoruz? Niye kendimizi kandırıyoruz? Kime kötülük ettiğimizi düşünüyoruz? Gönlün derinliklerine inseniz, her şeyin orada saf olduğunu görürsünüz. Çünkü gönül çok farklı bir şeydir. Kirlenmemiştir, berraktır, zihin gibi değildir, zihin aldanır ama gönül aldanmaz. Gönül sevginin ve ulvi duyguların kaynağıdır; zihin ise, bilgiyle bağı olan bir şeydir. Bilgi ise, aldatıcı olabilir. Duygular saftırlar ama düşünce asla saf değildir. Allah, duyguları karışmayacak, düşünceleri ise karışabilecek şekilde yaratmıştır. Bu yüzden duygular herkeste aynıdır ama düşünceler farklıdır. Binaenaleyh, acı çeken birine, herkes acır ve acımaların rengi aynıdır ama acı çeken hakkında ki düşünceler farklı farklıdır. Ya da acı çekenler, aynı tonda acı çekerler ama zihinlerinde yüzen düşünce bulutları çok farklı olabilir. Gönülde ki güzellikler, dile gelesiye kadar, tahrip ve tahrif olmaktadır. Fakat bizler farkında olmadığımız için, buradaki tahrifatı ve tahribatı ihsas etmiyoruz ya da işimize gelmiyor. Gönül pınarı, dilde kirlenmektedir ne yazık ki. Bu yüzden gönülde olan başkadır, dilden akan başka. Bu da şöyle olmaktadır muhtemelen; şimdi beynimiz ideolojiler tarafından kuşatıldığı ve esir alındığı için, gönüllerimizde ki saflık dilimize doğru akarken, ideolojik saldırıya uğramaktadır; ideolojiler, adeta duygularımıza kement vurmak istemektedir, gönlümüze haddini bil demektedir ve gönlümüzdeki temiz olanın kirlenmesine ve kirli halde akmasına neden olmaktadır. Aslında gönlümüz doğruyu bilip durmaktadır, ama ideolojik suikast doğruyu öldürmektedir. Çünkü doğrular, ideolojilerin yanlış çarklarına çomak sokmaktadırlar. Yani gönlümüze ihanet ediyoruz. Doğruyu bilip durduğumuz halde, ideolojilerimizin zarar göreceği endişesiyle, doğruları, yanlış yapıveriyoruz. Politik kumarbazların durumu, bunun ispatıdır. Doğruyu bilirler ama uygulamazlar. Bu yüzden de, hayatımız berbat olur. Şeytanı düşünün! Binaenaleyh, gönlün ve aklın saflığı ve bu saflığın aynı noktada buluşması son derece önemlidir. İstikametimizin sabitliği ve o sabitliğin sağlamlığı bu dengenin eseri olacaktır. Bizler güzelliklerle doğuyoruz dostum, ideolojilerle değil. Güzellikler önseldir, ideolojiler sonsaldır. Güzellikler sen var olmadan önce vardırlar, ideolojiler sen var olduktan sonra vardırlar. Güzellikler seçilemezler ama ideolojiler seçilebilen şeylerdir. Peki, niçin, bizimle var olmayan ama bizi esir almaya kalkışan ideolojilere bağlanıp doğallığımızı ve güzelliklerimizi katlediyoruz Allah aşkına? Üstat Cemil Meriç ne kadar da haklı, tabi hakikati ihsas ve idrak edebilen için, ne diyordu? ‘’İdeolojiler, zihnimize giydirilmiş deli gömlekleridirler.’’ İdeolojiler, gönlümüzdeki pak ve ulvi duyguları tahrif ve tahrif ederler, zihnimizi zail ederler. Nihayet, hayatımızı yaşanmaz kılarlar ki, resim aşikârdır! Allah’a bağlanmayız, ideolojilere bağlandığımız kadar; Öndere (sav) inanmayız, ideologlara inandığımız kadar. Kitabı, okuyup dinlemeyiz; fasikülleri, okuyup dinlediğimiz kadar. Peki, biz, nasıl olurda dünyanın cennet olmasını bekleriz? Burada samimiyetin zerresinden eser var mıdır? Önderimizin (sav); ‘’Utanmıyorsan, dilediğini yap’’ sözü, ne kadar da hakiki bir söz değil mi?
Söylemek başkadır, yapmak başkadır. Öyle değil mi be dostum? Vicdanının sesini dinle! Ağzı olan konuşur ve herkesin ağzı vardır ama yüreği olan yapar ve herkes yürekli değildir. Burada ki inceliği idrak et be dostum. Evet, yürekte, herkeste vardır ama burada bir detay gizlidir. Konuşmak kolaydır, bedelsizdir; ama yapmak zordur, bedel ödetir. Birde, konuşmak zahmetsizdir, ama yapmak zahmetlidir. İşte bu yüzden, herkeste ki ağız, herkesteki gibi işler; ama herkeste ki yürek, herkeste ki gibi işlemez. Burada şöyle bir durumda olabilir; yüreği ile ağzı mütenasip olanlar da vardır tabiatıyla. Bizler hep söyleriz: Kıskançlık kötüdür deriz, kıskançlık yaparız. Hak yemek kötüdür deriz, torpilli hayata eyvallah çekeriz. Sömürü kötüdür deriz, sömürenler azcık maddiyat bahşetti mi, hemen onların sömürüsünü unuturuz ve onlara sempati besleriz. İhanet kötüdür deriz, ama dostumuzu satarken, ihanet, hatırlanan bir şey değildir. Dalkavukluk kötüdür deriz, bir vekil geldi mi etrafında fır döneriz, birisi tenkit etti mi, vekiller napsın cayırtısını koparırız. Bir makama oturanın değişivermesi kötüdür diye söyleriz, ama bir makama geçince hemen değişiriz. Yoksulluk edebiyatı yapmayı severiz, ama yoksulluğa neden olanın bizler olduğumuzu unuturuz. Ahlaksızlık kötüdür deriz, ahlaksızlığı yaymak için elimizden geleni yaparız, yayanlara adeta taparız. Adaletsizlik kötüdür deriz, adaletsizliğin gerçek müsebbiplerini görmezden geliriz. Kurtuluş ararız, ama kurtuluşun adresine uğramaktan korkarız. Güç, birliktedir deriz ama tefrika bataklığında bile isteye boğuluruz vs. Yani bizler sahtekârız. Her şey dilimizin ucunda. Söylemeyi, tafra yapmayı, bilgiçlik taslamayı çok seviyoruz. Ama bir türlü, dilimizdekiler, fiillerimize yansımıyor. İşte bu yüzdende değişmiyor kaderimiz, bitmiyor kederimiz, nihayet budur işte bizim ederimiz. Bu durum, gönülle, ideolojilerin çatışmasının sonucudur. Gönüllerimiz güzelliklerle doludur, ama ideolojik suikastlar gönüllerimizdeki güzelliklerin olduğu gibi dışımıza yansıtılmasını engellemektedir, tahrip ve tahrif edilerek yansıtılmasına neden olmaktadır. Çünkü dünyevi beklentilerimizi, hırslarımızı, ideolojik gayelerimizi, gönüllerimizdeki saf duygular engellemektedir. İdeolojilerin tasallutundan kurtulmak, ideolojilerin tazyikatından kurtulmak; içsel devrimin, olmazsa olmazıdır. İdeolojiler, hayatımızı zindana çeviren ve bizi köleliğe mahkûm eden illettirler.
Bizler kendimizi tanımıyoruz. Tanıyor muyuz dostum? Mantığın kölesi değil, gönlünün-vicdanının sesi ol dostum! Dürüst ol dostum! Tanımıyoruz maalesef dostum. Tanısaydık bu halde olmazdık çünkü. Bizimle var olmayan ve hayatımıza sonradan musallat olmuş şeylerin zavallı ve biçare köleleri olmazdık. Ama tanıdığımızı sanırız hep ve aldanırız. Kendimizi tanımayınca da hiçbir şeyi tanıyamıyoruz. Ne gönlün mahiyetinden bihaberiz, ne zihnin işleyişini biliriz. Hiçbir şeyi tanımayınca da kederde boğuluruz. Öyle değil mi be dostum? Acılar denizinde kıvranmamızın ve tefrika bataklığında batıyor oluşumuzun nedeni; kendimize yabancı kalmak değil mi? Vicdanımız paslanmış, zihnimiz durmuş. Paslanır ya, durur ya. İşlemeyen, işletilmeyen bir şeyden ne bekliyordunuz? Eğer bir insan kendini tanımazsa, o insanın varlık hakkında konuşması boştur. Hatta varoluşu bile hak etmiyordur. Çünkü kendini tanımayanın söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. O, sadece, basit bir mukallit ve zavallı bir papağandır. Yukarıda ki bahsettiğimiz mevzular bile, bir yerde kendini tanımayla alakalı mevzulardır. Biz daha eğitilirken, yanlışların esiri oluyoruz. Aslında eğitimin özü, insanın kendini tanımasını sağlamaya yardımcı olmaktır, fakat bunu yapacak şerefe sahip kim vardır? Ya da bunu yapacak kadar, bunun önemini idrak edecek kadar, vicdanı ve beyni olan ve kendini tanıyan kim var? İnsanın, kendini tanımadan yaşaması, aptalca ve ahmakça yaşamaktır. Biz daha kendimizi tanımadan, bütün âlemi keşfetmeye çalışıyoruz. Dünyayı kurtarmaya ve cenneti kurmaya tevessül ediyoruz. Ne zavallıca bir teşebbüs. Aslında bu hareketin altında da, kendini tanımamak yatmaktadır. Çünkü kendini tanımayanın ne yaptığı, ne yapacağı belli olmaz. Kendimizi tanımaya başlasak, tanısak, ne büyük bir mucize olduğumuzun idrakine varacağız ve kavramların mahiyetini, bizimle olan ilişkisini, varlık âlemiyle olan ilişkisini idrak edeceğiz. Böylece, sıra dışı bir hayata adım atmış olacağız muhtemelen ve yeni keşifler yapma fırsatı bulacağız. Hakikate erişmenin, Tanrı’ya kavuşmanın, varlık âlemini keşfetmenin yolu, kendini tanımaktan geçer. Kendini tanımayanlar, sorunun, sorgunun, tefekkürün, yaşamın mahiyetinden ve öneminden habersizdirler. Gerçek bilginin ve bilgeliğin temel taşıdır; kendini tanımak, bilmek, anlamak, idrak etmek. Bütün varlık âleminin sırrı da, kendini tanımaktadır. Ve insanlığın serüveni de, kendini tanımada gizlidir. ‘’Oğlum, kendini bil!’’ derken ne kadar da haklıdır Sokrates. Ve yine ne kadar haklıdır; ‘’ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır’’ derken Yunusumuz. Nihayet noktayı, yüce ve yegâne Önderimiz (sav) koyarlar: ‘’kendini bilen, Rabb’ini bilir.’’
Bizler, zamanımızın büyük kısmını; kendi derunumuzda, uzun yolculuklar yapmaya ve kendimizi tanımaya hasredeceğimize; ideolog denilen sahtekârların, politikacı denilen düzenbazların, din adamı diye bilinen şarlatanların, filozof olarak tanıdığımız yalancıların, sanatçı denilen şebeklerin, cehaletin katilleri olarak sunulan ama aydınlığın katilleri olan aydın yaftalı haysiyet ve söz cellâtlarının peşlerinden koşmaya, onlara övgüler düzmeye, onları onaylamaya hasrediyoruz. Çok iyi ettiğimizi sanıyoruz! Oysa bu, gerçekte, ahmakların işidir. Çünkü ancak ahmak olanlar; kendi derununda muhteşem seferlere çıkacağına, kendinin peşinden koşacağına, başkalarının peşinden koşarlar ve başkalarının gösterdikleri yolların yolcuları olurlar. Bizler, bizi, kimin kurtaracağını bilmiyoruz, bilmekte istemiyoruz. Cehalet içinde boğuluyoruz. Karanlıklar içinde yaşıyoruz, bunu iyice kanıksamışız. Ama konuşmaya geldi mi, âleme, âlimlik-bilginlik taslamayı elden bırakmayız. Bu yüzden hayatımızda değişen bir şey yok. Bu yüzden hayallerimiz gerçek olmuyor, bu yüzden umutlarımız savrulup gidiyor. Dünya, bu yüzden, cehennemden farksız. Kimsede, suç aramaya lüzumda yok ve bu riyakârlık olur. Suçlu biziz! Kendini tanımayı beceremeyen biz! Kendimizi tanımayı başarırsak, gerçek suçlunun kim olduğunu net bir şekilde fark ederiz! Tabi bu cesarete sahipsek, gerçeğe bakmaya yüreğimiz varsa. Korkuyoruz dostum, maalesef korkuyoruz. Ve korkunun olduğu yerde kendini tanımak diye bir şey yoktur, kendini tanımanın mümkün olmadığı yerde de yaşam seraptır. Hadi be dostum, kendini tanı ve yaşamak adına ilk adımını at! Dünya cennet olsun ve sevgi, o cennetin hükümdarı olsun.
Bizler, dış dünyanın, zevahirde değişmesiyle, her şeyin değişivereceğini sanıyoruz. Değişimin, bizim haricimizde olan bir şey olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden, hep, hariçten bir şeyler bekliyoruz. Komünist düzen gelince, hayatın düzeleceğini sanıyoruz. Kemalist düzenin, reorganize edilirse, hayatı düzelteceğini düşünüyoruz. Liberalist düzende, her şeyin mükemmel olabileceğini düşlüyoruz. Milli-İslami bir düzen tesis olunursa, hayatın düzeleceğini umuyoruz. Tıpkı, kendi partimizin, iktidar olursa, her şeyin güzel olacağını düşündüğümüz gibi; üstelik bunun, zamanın hiçbir döneminde mümkün olmadığı halde, aynı minvalde düşünmekte inat ettiğimiz gibi. Oysa bu yanlıştır, zihin körlüğüdür, vicdanın mahkûmluğunun delaletidir. Bunu, ancak, körleşmeyen zihinler, özgür vicdanlar idrak edebilirler. Kendini tanımayanın da, ne zihni açıktır, ne de vicdanı özgürdür. Çünkü biz düzelmeden, hayat asla düzelmeyecektir dostum! Zira hayatı düzeltecek olan, düşünceler değil, insanlardır. Tabi düşüncelerin bozuk olup olmaması ayrı bir mevzudur ve biz doğru olsakta düşüncemiz yanlış olduktan sonra yine bir halt olmaz. Aslında burada da bir detay vardır: düşünceyi üreten insan olduğuna göre, yine sorun insandadır, insan bozuk olduğu için düşünce bozuk olmaktadır. Yanlış insandan doğru düşünce, doğru olmayan düşünceden de doğru düzen çıkmaz. Düşüncen doğru olacak elbette ama ilk başta senin doğru olman sonsuz önemlidir. Buradaki inceliği idrak ederiz inşaallah dostum. Bizler doğru değiliz ne yazık ki, dostum! Bu yüzden bizden de doğru bir şey çıkmamaktadır. Doğru cetvelden, eğri çizgi çıkar mı be dostum? Doğru insandan da; eğrilikler, zalimlikler, zulümler, ihanetler, ahlaksızlıklar, adaletsizlikler ve bilumum kötülükler sadır olur mu be dostum? Elbette insan, melek değildir ama şeytan da olmamalıdır be dostum. Yanlış mı söylüyorum güzel dostum? Vicdanının sesini dinle, ideolojilerin ve ideologların uğultularını-böğürtülerini değil be dostum!
Bizler, kendi başımıza kalmaktan korkuyoruz. Bunu fırsat bilen şarlatanlar, hemen, yanı başımızda bitiveriyor. Bizlere musallat oluyorlar, zihinlerimizi ve vicdanlarımızı işgal ediyorlar. Tabi bizim müsaademizle. Bu yüzden de kendimizi tanıyamıyoruz. Çünkü doğallığımızı kaybediyoruz ve yapaylıkların mahkûmu oluyoruz. Zira bize musallat olanlar, içimizde ki güzellikleri katlediyorlar ve bizi yapaylaştırıyorlar. Nihayet, kendimizi tanımayınca da, önümüze ve yanımıza gelenin ardından koşuyoruz. Birilerine, köle gibi bağlanmamızın gerçek sebeplerinden biri de budur. Ve bu zaafımız bilindiği içindir ki, bize tebelleş olanlar, hedeflerine ulaşmakta zorluk çekmiyorlar. Yalnız kalmaktan korkan, yaşamanın tadına asla varamaz. Çünkü doğruları keşfedemez, yanlışlar içinde debelenir durur ve kirlenmekten kurtulamaz. Yaşam, bir yerde yalnızlıkta keşfedilir, unutma bunu dostum! Yalnızlık dağına tırmanamayan, çamurla kaplı yere saplanır kalır. Yaşamın derinlikleri, ince noktaları, yalnızken ihsas edilir. Çünkü sessizlik yaratıcıdır be dostum! Zihin, yalnızken daha işlektir. Kalabalık ve gürültü, zihni yorar, düşünceyi öldürür, yaşamın coşkusundan mahrum bırakır. Zihni sınırlar ve zihinsel faaliyetleri dondurur. Oysa zihin; hareket ister, daldan dala konmak ister, su gibi akmak ister, sorgulamak ister, bilmek ister. Zira zihin, merak eder. İşte bu yüzden zihne zincir vurmak, zihni katletmektir, zihnin diriliğini yok etmektir. Gerçekleri yerin dibine gömmektir ve üzerine beton dökmektir. Sınırlanan zihin ölür. Zihin ölürse, yaşamdaki coşku kaybolur. Çünkü yaşamın coşkusunu keşfeden zihindir. Zihinde bir yerde beden gibidir. Beden sürekli kullanıldığı ve bu yüzden yıprandığı için bozulur. Çünkü fiziksel organizma türlü nedenlerle yıpranır; hasatlıklar, kazalar, yaşlılık, zayıflık vs. bedeni hem yıpratır, hem de öldürür. Zihinde, rahatsız olmadığı zaman, her şeyi emdiği zaman, mutlak uyuma mahkûm olduğu zaman, rutine uyduğu zaman, taklitle kısırlaştığı zaman ve uzlaştığı zaman yıpranır ve nihayet ölür.
Kimse, bizim zihnimizin, özgürce akmasını istemez, isyan etmesini hoş karşılamaz, rutin dışına çıkmasını kabullenemez. Zira özgür zihin, statükoyu ve kalıpları sarsar, şablonları deler geçer. Teorilerin, felsefik düşüncelerin, ideolojilerin, filozofların, ideologların, politikacıların tutsağı olmaz. Kitaplar ve ideologlar vasıtasıyla öğrendiğimiz ve gelenek haline getirdiğimiz felsefe, sosyoloji vs. muhtelif teoriler, zihnin özgür olmasının ve bir meşale gibi çağıldamasının önünde ki barikatlardır. Zihnin, yolunu, kendisinin bulması gerekir, koşullandırılması zihin için felakettir. İşte benim, daima ifade ettiğim ‘’saf zihin’’ budur. Dış tesirlerden arındırılmış zihin. Kirletilmemiş, kirlenmişse de temizlenebilmiş zihin budur. İşte böyle bir zihin, asla ideolojilerin kör kuyularında tutsak olmaz, politik madrabazların maşası olmaz. Hakikatin arayıcısı olur, bulunca da taşıyıcısı ve gücü yettiğince yaşayıcısı olur. Böyle bir zihin, düz ve önyargılı bakmaz. Böyle bir zihin, merak eder, sorar, sorgular ve fasılasız öğrenme sürecine tabi olur. Ve böyle bir zihin, her şeyden bir şeyler öğrenmeyi bilir. Düşüncelerden asla korkmaz. Birilerini takip etmek yerine, varlık âleminin olanca zenginliğinden bir şeyler öğrenebilmeliyiz. Birilerinin şablonlarının esiri olmak, ideolojilerin kör taşıyıcısı olmak, bir ideologa ya da filozofa bel bağlamak yerine; kendimizi, varlık âleminin engin veri denizine bırakmalıyız. Çiçeklerden, ağaçlardan, dağlardan, nehirlerden, böceklerden, bükülmüş beliyle yük taşıyan kadınlardan, dalgalardan, rüzgârdan, yağmurdan, kardan, doğal afetlerden, bir balıkçıdan, tarlada traktör süren adamlardan, gökyüzünde uçan kuştan, aydan ve güneşten, ormandaki hayvanlardan ve en önemlisi kendinizden bir şeyler öğrenmek daha önemlidir ve işte saf zihin ancak bu şekilde meydana gelir. Varlık âlemi, ideolojilerden daha iyi öğretmendir ve sizi asla kalıplara tutsak etmez, zihninizi dondurmaz, şablonlara mahkûm etmez. Varlık âleminden öğrenirken, zihniniz çağıldayan bir meşale gibidir, daldan dala konan bir kuş gibidir, engelsiz akan ve sürekli temiz kalan bir su gibidir. Size hiç kimsenin veremeyeceği şeyleri verir bu öğrenme süreci. Üstelik sizi, ideolojilerin yaptığı gibi hayvaniliğe değil, insaniliğe yönlendirir. Ama kesintisiz bir dikkat, sorgulayan bir zihin gerektirir, tetikte duran bir beden gerektir. Gözlemlemeyerek, mücadele ederek, mutlu olarak, acı çekerek, hüzünlenerek öğrenmek zorundasınız. Fasılasız öğrenmek zorundasınız. Zira öğrenme dönemlik değil, ömürlük bir süreçtir. Öğrenmenin, zamanı ve mekânı olmaz asla. Bunu başarabilir miyiz be dostum? Kendimizi tanırsak, zihnimizi ve gönlümüzü saflaştırmayı başarabilirsek, bunu da başarabiliriz ya da bunu başarabilirsek, kendimizi tanımayı da başarabiliriz dostum. Ne dersin, hazır mıyız?
Bizler, herşeye, kendimizi açıyoruz ama varlık âlemine karşı kapatıyoruz. Her şeyden; filozoftan, din adamından, felsefelerden, ideolojilerden, politikacılardan, sanatçı ve aydın denilen şebeklerden gelen her türlü bilgiyle zihnimizi dolduruyoruz, boğuyoruz ve öldürüyoruz. İşte, cehennem içinde yaşamamızın, en büyük nedenlerinden biri de budur. Çünkü zihnimizin saflığı yok oluyor böylece ve hakikati idrak etmekte zorlanıyoruz. Hakikate dair bir veri geldi mi, zihnimizi esir almış harici şeyler, bu veriyi hemen boğuyor. Oysa zihinde bir boşluk kalması lazımdır. Ve harici şeyleri, bu sayede, daha sağlıklı olarak değerlendirebilmek lazımdır. İşte, Allah’a (cc), Önder’e (sav) ve Kitab’a uzak kalışımızın, Bunları idrak edemeyişimizin gerçek sebebi de budur. Zihinlerimiz full doludur ama Bunları idrak etmek, saf bir zihin ve saf bir vicdan gerektirir. Binaenaleyh, zihne, seyyalen hareket edebileceği bir alan bırakılması gerekmektedir. Full dolu olan zihin özgürce hareket edemez. Böylece donar kalır. Taklitten başka bir şey elinden gelmez olur. Dikte edilen bir şeyi hemen emer. Kalıpların dışına çıkamaz. Zihne, sorgulayabilecek şekilde açık alan bırakmak lazımdır. Zira sorgulamayan zihin mekanikleşir, sersemleşir, sıradanlaşır, o yaşıyor sanılan ölüden farksız olur. Ancak bir şelale gibi çağıldayan, daldan dala konan, su gibi akan, sorgulayan, anlayan, fark ve idrak eden bir zihin yaratıcı olur ve o zihne sahip insan yaşam dolu olur. Kendini tanımada bu şekilde gerçekleşir bir anlamda. Haddizatında, bizim esas sorunlarımızdan biridir de bu; yani zihnimizi bir yere odaklamak ve orada dondurmak. Harici diktelerin mahkûmu kılmak, statikleştirmek, şablonların esiri kılmak ve doğal olan şeylerden (varlık âleminden) uzaklaştırmaktır. Böyle bir zihin çağıldayamaz, böyle bir zihin kırlangıç misali süzülemez, böyle bir zihin su misali akıp gidemez. Dikkatler bir yöne çevrilmişken bile, zihnimizin aynı anda, olmakta olan her şeye ve hatta bilincimiz dışında ki izlenimlere ve tepkilere de duyarlı olması gerekir. İşte bu zihin, yüce hakikatleri keşfetmeye ve yaratıcı olmaya adaydır. Peki, biz, zihnimizi ve vicdanımızı saflaştırmaya var mıyız? Yoksa yerler mi bizi, kalıpçı ustaları?
Evet dostum, son tahlilde; zihnimizin işleyişinin farkında olmalıyız. Bir şeye dikkatimizi tam vermek için mutlaka kendimizi tanımalıyız. İnsan meraklı bir varlıktır. Bu yüzden sorar, sorgular ve bilmek, tanımak ister. Sormayı bırakanın ölüden farkı yoktur ve sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez be dostum. Araştıran, soran, sorgulayan zihin sıra dışılığa adaydır, böyle bir zihin için ölüm yoktur. Biz nice güzelliklerle, doğal şeylerle kuşatılmışız ama bunlardan bihaber yapaylıkların mahkûmu olmuşuz. Dağların, ovaların, vadilerin, nehirlerin, koyunların, kuzuların, kuşların, yaşlıların, çocukların, hastaların varlıklarından bihaber olan bir insan, yaşıyor olabilir mi be dostum? O insanın, zihni işliyor olabilir mi be dostum? Bizler birbirimizi yerken, hayat akıp gitmektedir canım dostum. Peki, kavgadan ne kazandık, çatışmadan ne kazandık, yıkmaktan ne elde ettik? İçimizde kavga vermeden ve zafer elde etmeden, dışımızda kavga vermenin ve zafere ulaşmaya çalışmanın ne anlamı olabilir? Ya da ulaşmış olsak, ne elde etmiş oluruz? Yeni bir dünya kurmuş olur muyuz? Kendimizi tanımış ve değiştirmiş olur muyuz? Bu ahmaklıktır be dostum. İçsel güzellikten mahrumuz, içsel iyilikten, içsel sevgiden mahrumuz. Çünkü Allah’tan uzağız. Allah’la birlikte olmak, O’na yakın olmak; gerçeğe duyarlı olmak ve varlık âleminden haberdar olmak demektir. Dindar olmakta budur haddizatında. Zaten, saf zihin, saf vicdan ve içsel devrim, Allah’la birlikte olmanın ve O’na yakın olmanın ödülüdür. İşte böyle bir zihin ve vicdan; bize dair olan her şeye karşı duyarlılık kazanır. Duyarlı olan, kendini de tanır. Bir felsefe tarafından muhasara edilmemiş, bir ideoloji tarafından tahdit edilmemiş, hırslar ve arzular tarafından zaptedilmemiş, ideologlar, filozoflar ve politikacılar tarafından esir alınmamış bir zihin hakikate erişebilir, Tanrı’ya kavuşabilir, kendini tanıyabilir ve bütün varlık alemine ve kendiyle ilgili olgulara (güzellik, çirkinlik, gözyaşı, kahkaha, fakirlik vs.) duyarlı olabilir. Olay budur be dostum!
EKSTRA:
BİR:
Bravo! Çok iyi ettiniz! Dağ farelerini deliklerinde boğdunuz! Ya siz, gerçekten, ne yaptığınızın farkında mısınız? Başlamış ve altın vuruşu yapmak için ciddi adım atmış durumdayken, niçin operasyonları sonlandırırsınız Allah aşkına? Kim bu işleri yönlendiriyor? Aziz milletim, bu olayda tepkisiz kalmamalısın. Mutlaka tepkini koymalısın. Hayır yani, ne oldu, ne elde edildi de bitiş borusu çalındı? İşte fırsat, işte güç, işte zaman, bitirseniz ya, acımadan vurup mutlak olarak yok esteniz ya. Güveni zedeliyorsunuz dostum. Temelleri çökertiyorsunuz. Kardeşliği dinamitliyorsunuz. Kürt kardeşlerimizin korku içinde yaşamasına neden oluyorsunuz. Devleti aciz gösteriyorsunuz. Millete daha çok acı veriyorsunuz. Çok ciddi bir şey yapıldığını da sanmıyorum. Şu, alçak Batı ajansı olan, Reuters denilen lanetin verdiği rakamı da kasıtlı olarak verdiğini, hatta verdirildiğini düşünüyorum. Sırf bu milletin beynini yönlendirmek adına yapılmış bir hareket olarak görüyorum. Bu millet şüphelenecek, belki de olmuştur diyecek, sevinecek ve operasyonların bitmesine tepkisiz kalacak. Derin ve kirli hatta ikili bir oyun var gibi geliyor bana. Bu işler böyle olmaz asla! Bu ülkeye, bu millete, dört koldan tazyikat var, alçakça oyunlar var. Zihinlerimiz donmuş adeta. Vicdanlarımız körleşmiş. Cehennem sevdalılarıyız sanki!
İKİ:
Genel Af denilen lanet çok tehlikelidir dostum. Büyük oyunun parçasıdır. Feci bir beladır. Genel affı sakın düşünmeyin, denemeyin. Bu felaketiniz olur. İşte o zaman kardeşliğe kurşun sıkmış ve bu milletin bölünmesinin ilk adımını atmış olursunuz. Kürt kardeşlerimizi, siyoniste ve kravatlı-kravatsız teröristlere ellerinizle teslim etmiş olursunuz. Sakın, ne genel affı düşünün, ne ev hapsi gibi bir gaflete düşün, ne de özerklik denilen ihanete alet olun. Bu tür şeyler bağışlanmayacak şeylerdir. Bedel ödetebilecek şeylerdir. Bu vatan bedava kazanılmadı dostum, bu millet yattığı yerden kurtuluşa ermedi dostum, bu devlet bedelsiz kurulmadı dostum. Ayrıca, Apo denilen mahlûkla gizli iş yapıp sakın masaya oturmayın ve onu avukatları ile görüştürmeyin. Bu vicdanları kanatır ve ihanettir. Sonra da çıkıp masal anlatmayın dostum. Liberal köpeklere ve o köpekleri olmadık zamanlarda havlatan küresel efendilere kanmayın sakın. Eden kendine eder!
Bilmeliyiz ki, Apo denilen mahlûkla masaya oturmak, onu kahraman yapmaktır, ona paye vermektir, o sefil teröristi onare etmektir. Bu, hem vatana hem de Kürt kardeşlerimize ihanettir. Kürt kardeşlerimizi, teröristlerin inisiyatifine bırakmaktır. Kürt kardeşlerimizin bahtını karartmaktır. Onları mutlak karanlığa mahkûm etmektir. Devlet ve ordu, kararlılığını ortaya koyup, saf gücünü gösterince, dağ fareleri girecek delik aramaya ve telef olmaya başladılar ve hemen birileri devreye girmeye teşebbüs ettiler. Muhtemelen zımni baskı yapmaktadırlar. Ama ne hükümet, ne ordu aldırış etmemelidir bu soysuz hainlere, liberal alçaklara. Bu doping olacaktır, yuvası bozulan farelere. Yeni yuvalar bulacaklar ve yine ortaya çıkacaklardır. Bu kaldırılabilecek bir ihanet değildir. Devleti aciz göstermek olur bu.
Aynı şekilde, genel af olayı da netameli bir tezgâhtır. Dağ farelerini, toplum tarlasına salıvermek, ruhları ve beyinleri delik deşik etmek, bedenleri zincirlemek olur. Kürt kardeşlerimizin hürriyetine kastetmek olur bu. Çünkü attıkları adımın otokontrole tabi tutulmasını intaç eder. Ve terör dalgasını daha da büyütür ve çıkmaza sokar. Bu aklı kim veriyor bize anlamıyorum. Yetkililer, bu kadar kör ve sağır mı Allah aşkına? Uyanık ve akıllı olmalıyız, oyunumuzu iyi kurmalıyız. Yanlış yapanlar, insanlık ve tarih önünde yargılanmaktan kurtulamazlar. Bedelini de en acı şekilde öderler. Bu işlerde rastgele karar verilip, duyarsızca icraatlar yapılamaz. Öngörüsüzlük, son görürlük olabilir bazı şeyleri! Gerçekleri görmeli, vicdanımız kanaya kanaya kabul etmeli ve çaresine bakmalıyız. Yoksa karanlığın mahkûmu oluruz. Büyük felaketleri yaşamak zorunda kalırız.
Unutmayalım ki, birlikten kuvvet doğar. Birlik, umuttur. Birlik, mutluluktur. Birlik, bağımsızlıktır. Ama birlikte, adaletin meyvesidir. Adaletsiz düzenler, ancak bölünmeyi intaç ederler. Adaletsizlikte, ahlaksızlığın acı meyvesidir. Zira ahlak, her şeyin temel taşıdır, her işin başıdır, her kötülüğün ilacıdır. Huzurun, saadetin, barışın, kardeşliğin, paylaşımın, dayanışmanın, umudun, gücün, bağımsızlığın ve zaferin yapı taşıdır. Bu ahlak ise, Allah ahlakıdır. Dünyamızın cehennem olmasının ve her türlü kötülükle dolmasının temel, en temel nedeni ahlaksızlıktır, Allah ahlakından nasipsizliktir. Yemin ediyorum, terörün bile en temel nedenlerini tahlil ve tetkik ediniz, ama saf vicdanla ve saf zihinle yapınız bunu, temelinde ahlaksızlık ve adaletsizlik göreceksiniz. Ahlakı ama Allah ahlakını kuşanmadan, yeni bir dünya kurmamız ve cenneti inşa etmemiz yemin ediyorum imkânsızın imkânsızıdır. Ama bunu fark ve idrak edebilmek için, zihnimizin ve vicdanımızın mutlak saflıkta olması gerekir.
ÜÇ:
Deprem olayını da, iyi tahlil etmek gerekir. Bu deprem, gerçekten İlahi bir ikazdır. Ama topyekûn millete yapılmış bir ikazdır. Çünkü vatan elden gitmekte, millet perişanlığa sürüklenmekte, devlet çökertilmektedir, kardeşliğimiz bitirilmektedir. Kahpe İngilizin öncülüğünü yaptığı bir derin harekât vardır şu an, dünya üzerinde. Dünya, yeniden yapılandırılmak istenmektedir. Ve her yeni yapılandırmada, öncü, mutlaka İngiliz domuzudur. Odak noktası, ülkemizdir. Ve bizler böyle bir ortamda, tefrika bataklığına düşmüş haldeyiz. Kardeşliklerimiz zehirlenmiş, içimiz ve dışımız hain dolmuş. Ülkemiz bütün bölgeleriyle kuşatılmış ve derin tazyikatlar karşısında adeta takatsiz kalmışız. İşte böyle bir zamanda, Yüce Allah’ımız, bizlerin, zayıflayan hatta mutlak olarak koparılmak üzere olan kadim kardeşliğimizi hatırlamamız ve zayıflatılan kardeşliğimizi çelikleştirmemiz, mutlak olarak yeniden perçinlememiz için bu afeti vermiştir. Ama iyi bir sınav verdiğimiz de aşikârdır. Elhamdülillah. Ama devamı gelmelidir. Fasılasız uyanık olmak, tetikte olmak ve çalışmak zorundayız. Artık birbirimizi sımsıkı kucaklamak zorundayız. Allah (cc), kardeşliğimize göz diken alçakları kahretsin, o itlerin heveslerini kursaklarında bıraksın, onların soyunu kurutsun da kendileri gibi soysuzluk yapacak nesil vermesin. Sonsuz âminler olsun. Bu sözlerimin iyi anlaşılmasını umarım ve sonra safça mukabelede bulunulmamasını dilerim. Çünkü soysuzca bir ifadede bulunmuyorum. Fark ve farkı idrak mühimdir, yanlıştan korur.
DÖRT:
Bu arada, yardım yapmak güzel bir davranıştır. Özellikle tarifsiz mağduriyet demlerinde yapılan yardımlar büyük cömertliktir. Malından vermek güzeldir. Ama bu demek değildir ki; bunu yapanın çirkinliklerine, soysuzluklarına göz kapayıp, kulak tıkayacağız. Hayır dostum, bunu yapmayacağız. Bu saflık olur dostum. İyilik ayrıdır, o iyiliği kullanarak duyguları sömürmek ayrıdır. Bir iyilik yap, bin kötülük yap; ama iyiliğine bakılarak, yaptığın kötülükler göz önüne getirilmesin. Bu mu yani? Bunu yapan, mutlak ahmaktır dostum. Ve kesinlikle kendine eder. Bu yüzden, ahlaksızlığın ve adaletsizliğin müsebbipleri, bir iyilik yaptılar diye, onların kötülüklerine tepkisiz ve sessiz kalamayız. Zira acı çeken bizler oluruz. Evet, yardım güzeldir ama yardım yapanların yanlışlığını örtmez, örtmemelidir. Bu neye benzer; bir din adamı yanlış yaparsa, o din adamı olduğu için onu hoş görüp yalanını örtmeye benzer ve bu iğrenç bir ahlaksızlıktır. Bu yüzden daima uyanık olacağız, vicdanımız ve zihnimiz fasılasız tetikte olacak. Bilakis, kaderimiz bitmeyen keder olur.
BEŞ:
Dostum, artık yürekli icraatlar yapmak zamanıdır. Şeffaf olmak zamanıdır. Fıtrat ve toprak kanunları yörüngesinde doğal yasalar yapmak zamanıdır. Misal; bütün oyunları açıkça ifşa etmelisiniz, bozulan kardeşlikler ancak bu şekilde yeniden perçinlenir. Oyunu görmeyen, taktikleri ve stratejileri idrak etmeyen, şerefsiz aktörleri tanımayan millet; aldanmaktan ve yem olmaktan kurtulamaz. Ayrıca bu millete domuz eti yediren domuzları muhakkak tespit edip, alnından kurşunlamalısınız. Çünkü yaşamak, o itin hakkı değildir. Yine, yaptığı binaların malzemesinden çalan itleri de tam alnından kurşunlamalısınız ya da yaptığı bir binaya sokup, binayla birlikte havaya uçurmalısınız. Çünkü yaşamak, bu itinde hakkı değildir. Milletin sağlığıyla oynayan, milletin yediği ekmeği, içtiği suyu vb. ürünleri doğru düzgün ve namusluca üretmeyen itin de haddini bildirmelisiniz. Yaşamayı hak etmeyen bu iti de gömmelisiniz layık olduğu yere. Bunları yapmazsanız, gelip bizlere namussuzca masalda okumamalısınız. Çünkü bu, iğrenç bir sahtekârlık, riyakârlık ve kepazelik olur, yüzünüze tükürülmeye layıksınızdır o vakit. Vicdanlı olunuz!
ALTI:
Bu ülkenin şerefli bir sanatçısı olan, bu ülkenin örnek bir evladı olan, namuslu bir aile babası olan Cüneyt Arkın üstadımızı, ağabeyimizi yalnız bırakmak, zorda bırakmak bu millete yakışmaz. O insanın kaldığı evi, hangi sebeple olursa olsun, ömrünün son demlerinde geri almak iğrenç bir ahlaksızlıktır. Bunu hangi yönetici yaparsa yapsın. Lütfen vicdanlı olalım ve olunuz. Sinemamıza ciddi katkıları olmuş bu haysiyetli vatan evladına yapılanları hiçbir vicdan kaldıramaz ve onaylayamaz. Herkes haddini bilsin! Bu insana yapılanlar, asla unutulmaz ve affedilmez. Millet olarak, bu sanatçımızın daima yanında olmalıyız ve kendisine ömrünün son demlerinde reva görülmeye çalışılan ahlaksızlığa tepkimizi en güzel şekilde koymalıyız. Ve bir destek ihtiyacı varsa, gereken desteği de en kral şekilde sağlamalıyız. Vicdan bunu gerektirir!
YEDİ:
Kaddafi’yi öldüren, Batı denilen domuzdur, o iğrenç görüntüler kasıtlı olarak ve bilinçli olarak tertip edilmiştir. İçinde hem mesaj taşımaktadır, hem de hakaret vardır. Ama bunu ihsas edebilmek ve idrak edebilmek, saf vicdan ve saf zihin gerektirir. Müslüman bir ülkenin lideri olduğu için, sonunu bu şekilde hazırlayarak ve rezilce katlettirerek zımnen İslam dünyası tahkir ve tezyif edilmiştir, Müslümanlar kötülenmiştir. Müslümanlar deliklere layıktır ve deliklerde geberir gibisinden dokundurma vardır. Bir de, diğer ülkelerin liderlerine korku salınmak istenmiştir muhtemelen. Artık hakka yakın olmak, batıla uzak olmak zorundayız. Şeytanın karşısında, Allah’ın (cc) yanında olmak zorundayız. Dünya politikasını iyi tahlil ve tetkik etmek ve ona göre gardımızı almak zorundayız. İzzetimizi kurtarmak ve korumak mecburiyetimiz vardır. İzzet ve şeref ise, Allah’ın (cc), Önderlerin (sav-as) ve Mü’min’lerin yanındadır.
SEKİZ:
Ahmet Kekeç denilen zavallının düştüğü çukuru gördünüz mü? Bu nasıl insan Allah aşkına? Bir insan bu kadar aciz ve rezil duruma düşemez be. Sırrı Süreyya Önder denilen kim olduğu, ne olduğu malum tipin karşısında ki acziyeti inanın utanılacak türdeydi. O belirsiz tipin, terörist cenazesine katılmasıyla ilgili konuşmalara yönelik saldırısı karşısında, aynen şunları söyledi zavallı Kekeç: “Ya bu insani, vicdani, dini bir gerekliliktir. Böyle bir insan terörist değildir, onun cenazesi kaldırılır, onun cenazesine gidilir, onun cenazesine giden bir insan kötü bir iş yapmamıştır, suç işlememiştir. Bu çerçeveli bir gündemimiz yok ki bizim. Senden olumlu bir çerçevede bahsedildi burada. Sen bizim arkadaşımızsın. Ben sana yanlış yapmam.” Sevgili dostlar, şeytanlar, bizleri, Allah’la (cc) aldatmasınlar! Kimin kim olduğunu görelim. Ve hemen inanmayalım. Daha öncede bahsetmiştim bu tipten. Bir halt olmaz demiştim. İnsan utanır yani be! Vicdanın nasıl kaldırmaktadır bu sözleri?