NELER OLUYOR?...8...

Özgür DENİZ - 12.02.2012

 

İnsan düşünmelidir. Ama neyi düşünmelidir, nasıl düşünmelidir? Sözü olmayan düşünebilir mi? İnsan ne olduğunu, ne olması gerektiğini, ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini düşünmelidir. Ama düşünmek için zaman lazımdır. Maalesef insanların düşünecek zamanı yoktur. Çünkü diziler, şovlar, eğlenceler, sanal âlem vs. şeyler insanların zamanlarını çalmaktadır. Hatta insanı, kendinden çalmaktadır. Dalından kopan insan, şiddetli fırtınalara yakalanmaktan kurtulamamaktadır. Sabitliğini kaybetmektedir. Sabit olmayan insanda, selim akılla düşünemez. Kendini kaybeden insan, her şeyini kaybetmiştir. İlk evvelde sözünü kaybetmiştir. Sözünü kaybeden de zaten bitmiştir. Kaybettiklerini tekrar kazanması için durup düşünmesi gerekir insanın. Kaybettiklerini düşünmesi, kaybettiklerini yeniden kazanması için şarttır. Sormalıdır, sorgulamalıdır ve cevaplar aramalıdır. Düşüncenin ilk eylemleridir; sormak ve sorduklarına cevap aramak. İnsan, hep sorarak düşünür. İnsan, kendi deruni âlemine yolculuklar yapmalıdır arada bir. Bütün dış dünyanın etkisinden arınmalıdır. Yalnız kalmayı başarabilmelidir. Yalnızlık, kendine yetebilmektir ve kendiyle yetinebilmektir. Elbette insan, mutlak anlamda yalnız kalamaz, kalsa da bu çok acı vericidir. Yalnızlık, bir yerde, kişiliğin ve düşünce gücünün de bir göstergesidir. Çünkü kişiliği kuvvetli olmayan ve düşünecek bir şeyi olmayan insan, yalnızlıktan korkar, sıkılır ve kalabalığa karışmak ister. İnsan, zaten çok karmaşık bir hayatın içindedir, çok yoğun şekilde yaşamaktadır, sürekli kıskaç altındadır. Böyle bir dünya da yalnız kalmak çok zorudur ama bu başarılmalıdır. Zira kendimizi bulmadan, bilmeden kaybolup gitmek vardır. Kalabalıkta da kendinizi bulamazsınız, hatta kendinizi bilemezsiniz bile. Kalabalık, insanı kaybeder, tüketir.

 

İnsan, dünyaya ve benzerlerine bağımlıdır. Bu mutlak bir gerçekliktir. Çünkü insan yaşamın içinde olan bir varlıktır, yaşayan ve ihtiyacı olan bir varlıktır. Kalabalığa karışmakta zorundadır yeri geldiğinde. İhtiyacını karşılamak içinde, dünyaya ve benzerlerine muhtaç olan bir varlıktır. Bu dünyada, herkes bir birine muhtaçtır. Tıpkı şu atasözümüzde olduğu gibi; ‘’komşu, komşunun külüne muhtaçtır.’’ Kendimizi, dış dünyadan ve benzerlerimizden mutlak olarak soyutlayamayız. Bu insanın özüne aykırıdır. Çünkü insan, dünya ve benzerleri sayesinde kendini tanıyabilir ve bulabilir. Bizim dışımızda ki insanlar, bizim dünya ile aramızda ki bağdır. Diğerleri sayesinde dünyayla ilişki kurarız. Münhasıran bizden ibaret bir dünya, anlamsız, boş ve soğuk olmaya mahkûmdur. Bütün insanlar birbirlerine bir şekilde bağımlıdırlar. Bağımsız yaşayamazlar. Yeteneklerin anlamı da burada gizlidir. Derinlerde ki esaretin anlamı da burada gizlidir. İnsanın bir şeye yeteneği varsa, başka şeye yoktur ve o yok olan yeteneğini başkalarında bulur. İnsan, isteyen bir varlıktır. İstemekle doğmuştur. Hep istemiştir ve isteyecektir. Bu yüzden de bir benzerlerinden mutlak olarak ayrı ve bağımsız yaşayamaz. Öyleyse mutlak özgürde olamaz. Çünkü istemekliği, özgürlüğüne en büyük darbedir. Buyurun istemeden yaşayın, buyurun bir benzerinizin yeteneğine ihtiyaç duymayın. Hadi yüreğiniz yetiyorsa yapın bunu. İnsan, kendini ve haddini bilmelidir.

 

Maalesef, hayatın karmaşasında bu tür düşüncelere pek zaman bulamıyoruz. Bulmayınca da öylesine yaşayıp gidiyoruz. Adeta harcanıyoruz. Sözümüz olmayınca, düşüncelere dalmayınca birbirimizi yemeye başlıyoruz. Bencilliğin buzlu sularında katılaşıyoruz. Küçük çıkar hesaplarıyla ve basit kavgalarla zamanımızı tüketiyoruz. Sürekli bencilleşiyoruz, birbirimizi nasıl aldatacağımızın hesabını yapıyoruz. Şovlarla, eğlencelerle, dizilerle ömrümüzü heba ediyoruz. Çocuklarımızı bu pislik çukurlarında kaybediyoruz. Bütün değerlerimizi öğütüyoruz adeta, bu kanlı ve kirli değirmen çarklarında. Aldatmayı, ihaneti, iftirayı, savurganlığı, dostu satmayı, sevdiklerimizi terk etmeyi, lüksü, modayı ve her türlü pisliği öğreniyoruz bu pislik çukurlarına gömülünce. Zihnimiz, bu pisliklerle lebalep dolunca, bütün temiz duygularımız ve düşüncelerimiz terk ediyor zihnimizi. Kötülük, iyiliği tasfiye ediyor sürekli. Zayıf kalan ruhumuz buna direnemiyor.

 

Sözümüz kayboldu, kitabımız terk edildi, Önderimiz (sav) (hâşâ) mazide kaldı. Başka sözler, hayatımızı etkisi altına aldı. Başka kitaplar okur olduk. İdeolog bozuntuları, bilim adamı kılıklı yobazlar, önder kılıklı çapsızlar bizleri esir aldı. Adeta televizyon manyağı olduk. Paçavraları hatmeder olduk. İdeolojilerimizi gece gündüz demeden hatmettik, sanki yuttuk. Kızanlara, ne olacak dedik. Oysa çok şeyler oluyordu ama fark edemedik. Evimize soktuğumuz her paçavra, evimizden en mukaddes varlıklarımızı çalıyordu tedricen. Hatta bizi bizden çalıyordu. Fark edemiyorduk, çünkü düşünemiyorduk. Sözümüzü kaybetmiştik, sözleri tartamıyorduk. Önderimizi (sav) unutmuştuk, önder kılıklıları adam zannediyorduk. Evlerimizin başköşesine kondurduğumuz lağım akan teneke kutularını adeta tanrılarımızmış gibi kutsadık. Akşamları karşılarında kilitlendik kaldık. Çocuklarımızı bile unuttuk, onlara secde edeceğiz diye. Sonra da, namussuzca, kötülüklerden şikâyet etmeye başladık. Oysa kötülük zaten bizim içimizdeydi. Ama görmezlikten geldik, bilmezlikten ve anlamazlıktan geldik. Sürekli dışımızı suçladık. İllaki bir günah keçisi bulmaya çalıştık ve ikna olmak, kendimizi tatmin etmek içinde bulmakta gecikmedik. Sen kendini bilirsen, kendini bilmeyenler seni nasıl esir alsın? Sen kötülüğü içinde taşırsan, iyilik sana nasıl hâkim olsun?

 

Evet dostlar, sözümüzü bilmeliyiz, sözümüz karşısında hizaya gelmeliyiz, sözümüzü dinlemeliyiz. Sözümüz, yaşantımıza temel olmalı. Hanelerimizde sözümüz konuşulmalı. Kitabımız okunmalı, Önderimiz (sav) sürekli misafirimiz olmalı. Hanelerimiz, cennet köşelerinden bir köşe olabilmeli. Hiçbir pislik aracı hanelerimizi kirletmemeli. Nafakalarımızı, paçavralara asla vermemeliyiz. Evimizde, lağım akan teneke parçalarını bulundursak bile, bir an olsun otokontrolümüzü kaybetmemeliyiz. Evimizde ideolojiler değil, dinimiz, tarihimiz, ecdadımız konuşulmalı. Çocuklarımız, kitaplarını tanımalı, sözlerini anlamalı, Önderlerini (sav) bilmeli, atalarını öğrenmeli ve köksüz, öksüz kalmamalı. Eğer istikbalimizi onlar tayin edeceklerse şayet, onları yanmaktan korumalıyız. ‘’kendin yansan bile, evladını yakma!’’ Mehmet Akif Ersoy. Yazık değil mi onlara? Yarınların nasıl olacağını biliyor muyuz Allah aşkına? Öyleyse yarınlarda savrulacak değil, en sert fırtınalarda bile ayakta, sapasağlam kalacak nesiller yetiştirmek zorundayız. Savrulacak nesillerin, sağlam ve temiz bir medeniyet inşa etmeleri nasıl kabil olsun?

 

Artık bizi bu hallere düşüren hatalarımızı görmeliyiz. Sormalıyız ve sorularımıza cevaplar bulmalıyız. Gerçeklerden korkmamalı, kaçmamalıyız. Bilakis gerçeklerin üstüne üstüne gitmeliyiz. Bize acı verse de, gerçekleri kabullenmekte diretmeliyiz. Zira gerçeklerden kaçmak kurtuluş değildir. Bilakis, daha da batmaktır. Hatalarımızı görürsek, düzeltme iradesi de gösterebiliriz belki. Ama hatalarımızı görmezsek, nasıl düzelteceğimizi de düşünemeyiz ve bilemeyiz. Hatalarımızı görmenin en sağlam yolu da, sözümüz ekseninde kendimizi kontrol etmekten geçer. Zira bizim mutlak ölçütümüz, en sağlam, en yüce, en berrak olan Yüce Sözümüzdür. Yani Allah’ımızın Kutsal Sözüdür. Sahiplendiğimiz zaman bizi var edecek, yüceltecek yükseltecek olan söz, Bu sözdür. Sahiplenmediğimiz zaman da, bizi alçalmaya sürükleyecek, bizim çürümemize, kokmamıza, korkmamıza ve düşmemize neden olacak söz de, Bu sözdür.  Sözümüzü düşürdük, bizde düştük. Ne zaman ki sözümüzü kaldıracağız, bizde kalkacağız. Öyleyse ne duruyoruz?

Tarih: 12.02.2012 Okunma: 602

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?