Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Bugün, Türk’ün yarattığı Çanakkale destanının 97’nci yıldönümü... Aradan neredeyse bir asır geçmiş.
Tabii “Çanakkale” deyince içlerimiz ürperiyor, yüreklerimizde bir heyecan kasırgası esiyor. Buna engel olamıyoruz. Öyle muhteşem, öyle muazzam bir destan.
Çanakkale, hep hamasî duygu ve düşüncelerle anılmış, tartışılmıştır.
İstiyorum ki, üzerinden asır geçen o tarihî hadiseyi serinkanlılıkla değerlendirelim. “Çanakkale ruhu”nu heyecan ve coşkudan uzak, gerçekçi bir şekilde bulmaya çalışalım. O fevkalâde hadiseden bugün alacağımız dersleri ortaya koyalım.
19’ncı yüzyıl sonu-20’nci yüzyıl başı, Osmanlı toplumunun ne derece ahlakî bir çöküntü içinde olduğu Mehmet Akif’in, Peyami Safa’nın, Hüseyin Rahmi’nin, Kemal Tahir’in eserlerinde açıkça görülüyor. Tıpkı şimdi içinde bulunduğumuz ahlâkî çöküntü gibi...
Dini yozlaştırılmış, ahlâken düşmüş bir milletin nasıl böyle “dinî ve millî bir destan” yaratabildiği üzerinde pek durulmamıştır.
Bir asır önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasındaki diğer bir benzerlik de, bütün gelişmelere rağmen silah bakımından “Batı”ya karşı geri kalmışlığımızdır.
O günden bugüne değişmeyen diğer bir husus ise milletler arasındaki mücadelenin hız kesmeden sürmesidir.
x x x
Türk Milleti’ne karşı yıkıcı-bölücü taarruzlar devam ediyor.
ABD’nin başını çektiği sömürgeci güçlerin “ekonomik”, “psikolojik” ve aba altından gösterdiği “sopa” bize korku salmaya, bizi teslim almaya çalışıyor.
İşin garip ve en acı tarafı ise; arada amansız bir hasımlık olduğu halde, bu “işgalci” güçlerle “müttefik” gözükmek zorunda kalmamız... Onlarla karşılıklı “dost” rolü oynamamız.
Bir ketenpereye getirilmişiz, ahlaken çökertilmiş, korkutulmuş, sindirilmiş, cesaretimizi kaybetmişiz. “Bağımsız”lığımız sadece sözde kalmış.
Bu şartlar çerçevesinde yeniden bir “Çanakkale mucizesi” yaratabilir miyiz?
x x x
Bir ay kadar evvel, herkese açık olan Harbiye Askerî Müze’sinde mehter konseri seyretmeye gittim. Önce İngilizce, sonra Türkçe film gösterisiyle mehterin mazisi anlatılıyor. Ardından iki bölüm halinde konser sunuluyor.
O gün şunu gördüm ve hissettim: Biz eski Türk kavmi ve Osmanlı değiliz. Çok değişmişiz, çoook bozulmuşuz. Eski şaşalı günler, geri gelmeyecek birer hayal, artık!
Günler sonra şunu düşündüm: Beni ve her gün yüzlerce kişiyi o mehter marşlarına çeken duygu ne? Niçin o marşları hala gözlerimiz yaşararak dinliyoruz?
Çünkü genlerimiz o müziği, o muhteşem zaferleriı yaratanların genleriyle aynı. İçimizde bir “öz” var. Binlerce yıldır hiç değişmeyen, bozulmayan, çürümeyen bir öz!
x x x
Çanakkale muharebelerinde şehit olan bir erin cebinden şu iki beyit çıkar:
Bugün vatan bizden razı olacak, Nefer şehit, ordu gazi olacak.
Bu iki mısraı temel alan Ozan Arif, son mısra nakarat olacak şekilde şu harikulade şiiri yazar:
Çanakkale bugün
toz ile duman,
Düşmanda imkan var, Mehmet'te iman,
Alem görsün el mi, bey midir yaman,
Burda son söz Türk'ün sözü olacak,
Nefer şehit, ordu gazi olacak!
Çanakkale şahit, düşmandan azdık,
Diş ile tırnakla siperler kazdık,
Her siperde ayrı destanlar yazdık...
Azmimiz şerefli mazi olacak...
Nefer şehit, ordu gazi olacak!
Boğaz'da cihana
karşı durmuştuk,
Etten ve kemikten kilit vurmuştuk,
Zabiti, neferi karar vermiştik,
Vatan bugün bizden razı olacak,
Nefer şehit, ordu gazi olacak!
Bu harikulade eseri, Esat Kabaklı muhteşem bir şekilde bestelemiş ve mükemmel bir biçimde seslendirmiş. İnternette pek çok videosu var. Birinin hattını veriyorum:
http://www.youtube.com/watch?feature=endscreen&NR=1&v=B0-qS9a-7fY
Mutlaka dinleyin.
x x x
“VATAN BİZDEN RAZI OLACAK” MI?
Bugünki en büyük meselemiz ülke yönetimi üzerindeki asıl “vesayet”i görememektir.
“Askerî vesayet” diye sayıklayanlar, yırtınanlar; onun da üzerindeki “küresel” vesayeti ya göremiyorlar veya görmezden geliyorlar. Göremiyorlarsa “gaflet ve dalalet”, görmezden geliyorlarsa “ihanet içinde”ler.
O vesayetin nasıl bişey olduğunu son yıllarda yaşadığımız iki misalle ete kemiğe büründürelim:
Ülkenin Başbakan’ı, 2009’un Ocak ayında, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’na karşı “Van minut” dedi. Onu, yüzüne karşı “katillik”le suçladı... İsrail’i son derece ağır bir dille itham etti.
Aynı Başbakan, aradan daha 3 ay geçmeden; Güneydoğu sınırımızdaki geniş ve mümbit bir araziyi, “mayın temizleme” adı altında İsrail’e vermek için çırpındı.
Libya’da hadiseler tırmanırken, oraya NATO’nun müdahalesi gündeme geldi. Erdoğan, “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyerek gayet sert bir biçimde karşı çıktı.
Fakat aradan 2 ay bile geçmeden, NATO’nun hem Libya’ya müdahale kararına katıldı, hem de askerî destek verdi.
Daha pek çok örnek sayılabilir.
Öyleyse, ülke yönetiminin uluslararası ilişkilerde “bağımsız”, millî menfaatlere uygun hareket etmesini engelleyen “irade” nedir?
Herkes karşı çıktığı, bize bir faydasının olmadığı bilindiği halde Malatya’ya ABD üssünün kurulmasına niçin izin verilebiliyor?
Bu örnekler ülkenin örtülü bir işgal altında olduğunun kanıtı değil de nedir?
x x x
BU ÖRTÜLÜ İŞGALDEN NASIL KURTULACAĞIZ?
Bunun tek yolu var: “Çanakkale ruhu”na yeniden kavuşmak!
Düşmanda hangi atom silahları, hangi akıl almaz “imkân”lar olursa olsun, bizde “îman” varsa mutlaka üstün geleceğiz demektir.
Önce, bilelim ki; düşman, o korkunç kitle imha silahlarını bize karşı kullanamaz. Çünkü o nükleer silahları kullanmak kendi havasının da zehirlenmesi sonucunu doğurur. O atom bombalarının kullanılması demek dünyada insanlığın sonu demektir. Bunu kimse göze alamaz.
Lâkin başka kitle imha silahları var... Bu silahlar kişilerin ve kitlelerin ruhunu öldürüyor... Kavimleri fiziken ve ruhen “dejenere” edip, “öz”üne yabancı başka bir “mahlûk” haline getiriyor.
Nedir bunlar?
- Genetiği değiştirilmiş (GDO’lu)ürünler...
- İçeriğinde ne olduğunu bilmediğimiz hazır gıdalar...
Bunlar belli bir vadede gerek milletin karakterini değiştirebilimekte, gerekse kısırlaştırabilmektedir. Bu konu, ne yazık ki tam bir açık fikirlilikle tartışılamamaktadır. Millete “sağlıklı” bilgiler iletilmemektedir.
x x x
Diğer silah ise, doğrudan zihinlerimize ve ruhlarımıza saldıran, manevî yapımızı yozlaştıran, cemiyeti morâlmen çökerten, ruhları esarete sevk eden “sosyo-ekonomik ve kültürel” taarruz... Diğer bir deyişle; PROPAGANDA!
Propagandanın ölümcül araçları;
Medya...
Politika...
Din ticareti...
Medya politikayı, politika din ticaretini, din ticareti medyayı;
Politika medyayı, medya din ticaretini, din ticareti politikayı sonsuz bir sarmal ve kapanmayan daireler şeklinde kullanmakta; İslâm yozlaştırılmakta, gelenek ve törelerimiz bozulmakta, kısaca manevî direnç noktalarımız kırılmaktadır.
Elbette buradaki en etkili, hiçbirimizin tesirinden kaçınamayacağı silah televizyondur. Bu silah ülkedeki ve dünyadaki gerçekleri saklayabilir, pireyi deve yapabilir, bitmez tükenmez uzunluktaki “diziler”le, abuk “yarışma” ve “izdivaç” programlarıyla ahaliyi avutabilir, uyutabilir, yozlaştırabilir, yönlendirebilir... Ve bunların hepsini de yapmaktadır.
İşte, en hayatî sual de bu noktada ortaya çıkıyor:
Düşmanda bu kadar ürkütücü “imkânlar” var iken, bizdeki “îman” ne merkezdedir? Türk, kendisine yönelen korkunç taarruzları parçalayacak “îman dolu göğüs”e sahip midir?
x x x
Buna hemen cevap vermeyelim. Cevabı isabetle bulmamıza ışık tutacak başka bir sual soralım:
Bugünkü halimiz ve eylemlerimiz dolayısıyla Allah ve “vatan bizden razı olur” mu?
Vatan evlatları vatanın içine tükürür ve vatan topraklarını alabildiğine kirletirken...
Rüşvet ve iltimas bu derece yaygın, “kul hakkı” kimsenin umurunda değilken...
İslâmın “ilk emri”, “oku” buyruğu kulaklara girmez, din sadece şeklen yaşanırken...
Her türlü yolsuzluğa, milleti soymaya “dinî” kılıflar bulunur, “fetva”lar verilirken...
Allah’ın ve vatanın bizden razı olması mümkün müdür?
x x x
Bununla beraber; aynı medyada çok az sayıda ve sürede de olsa gerçek din âlimlerinin islâm gerçeğini anlatarak halkı aydınlatmaya çalışması...
Yukarıdaki olumsuz davranışlarda bulunmasına rağmen çoğunluğun millî ve dinî mevzulara ilgisini kaybetmemesi...
Kalabalık ve tertemiz bir genç nüfusa sahip olmamız ve onların içinde çok şuurlu ve uyanık çocukların bulunması, “Çanakkale ruhu”nun hâlâ yaşadığı ümidini doğuruyor.
x x x
Çanakkale, 34 yaşındaki “genç” Başkumandan Vekili’nin, aynı yaşlardaki paşaların, 17-18 yaşındaki üsteğmenlerin, 13-15 yaşındaki çocuk erlerin zaferidir.
O destanın bir kısım ayrıntılarını bize ulaştıran, dönemin mektep talebesi Zeki Ömer Defne (1903-1992), ULU SABAH adlı şiirinin son bölümünde şöyle sesleniyor:
O ulu sabaha bizim küçük sınıftan sade
İki can: 29 Ahmet, 73 Mecit.
Siz hiç düşündünüz mü, bu yurdun her sabahına,
Kaç bin gazi düşer ve kaç bin şehit?
x x x
Bugün, bütün mesele; sömürgeci bir taarruz ve işgal altında olduğumuzun milletçe farkına varabilmekte. Millet bunu idrak edince “öz”üne dönmekte gecikmeyecek, işgalin aracı NATO’dan çıkmak için yöneticilerini zorlayacak, devletin “tam bağımsız” olmasını sağlayacaktır.