Maalesef, bilinç ve akıl, hareketlerimizde etkisiz kalmaktadır.
Nefsimiz, hırslarımız ve isteklerimiz, hareketlerimizin yönünü belirlemektedir.
Bu durumda, bizleri sürüye dönüştürmektedir. Kendi irademizi, beynimizi ve
kalbimizi bir kenara koyuyoruz ve başkalarının iradeleri, beyinleri ve
kalplerinin belirledikleri temellerde hareket ediyoruz. Esas temeli
ıskalıyoruz. Misal; İslam’a bakarak yönümüzü tayin edeceğimize, İslam olduğunu
söyleyen kişi ve kurumlara bakarak yönümüzü belirliyoruz. Ya da, kitleleri bir
araya toplayan kurumsallaşmış yapıların peşlerinden sürükleniyoruz. Bu durumda,
bizi, güdülenmiş ve iradeleri sıfırlanmış sürülere dönüştürüyor. Oysa bizler,
esas temel üzerinde, kendi beynimizi ve kalbimizi kullanarak, karşımızdakileri
sorgulayabilmeliyiz. İradelerimizi, zincire vurdurtmamalıyız. İslam dairesinde,
şahsiyetimizin hür olmasına dikkat etmeliyiz ve haysiyetimizi korumalıyız.
Çünkü o daire de, hiçbir kimseye, belirleyicilik ayrıcalığı tanınmamıştır.
Konuşulur, tartışılır, müzakere edilir ve ortak bir karara varılır ve o karar,
İslam’a uygunsa, millet menfaatini gözetiyorsa tabi olunur, değilse reddedilir
ve bu açıkça söylenir. Karar doğruysa, karar verenlere takıntı yapılıp,
komplekse girilerek nefsi karşı duruşlar sergilenemez. Bu bölücülüktür ve
ihanettir. Nihayetinde, bizler güdülecek sürüler değil, akılları, iradeleri ve
kalpleri olan insanlarız. İnsanız yani, koyun değiliz. Kulların, kulları değil;
Allah’ın kullarıyız! Kullar, bizi kullanır ama Allah bizi kurtarır!
Misal; bizler ne yapıyoruz? Politikacıların
peşlerine takılıyoruz ve onları sürekli pohpohluyoruz, asla sorgulamıyoruz,
onlardan yana bir beklenti içine giriyoruz ve bu beklenti psikolojisi bizlerin
sürekli ezilmemizi ve sömürülmemizi tevlit ediyor. Böylece, politikacılar haysiyetsizce
yaşıyorlar, bizlerde buna şaşıyoruz. Oysa kendi ellerimizle bu sonucu
doğuruyoruz. Onlar karşısında boynumuz eğik duracağına dik dursa, onları hep
tasdik edeceğimize gerektiği zaman reddetmesini de bilsek, işte o zaman,
onlara, sahiplerinin kimler olduklarını hatırlatmış oluruz ve adam olmalarına
yardım ederiz. Onların peşlerine takılmış ve gösterdikleri yöne giden sürüler
olmayız.
Keza; futbolda da durum aynısıdır. Futbolun baronları ve piyonları
(futbolcular) adına kendimizi yiyip tüketiyoruz. Birbirimizin kalbini
kırıyoruz. Nice zorluklarla kazandığımız paramızı, tuttuğumuz takım için
harcamaktan çekinmiyoruz. Stadyumlarda çılgınca bağırıyoruz, zamanımızı ve
enerjimizi heba ediyoruz, hatta birbirimizi katlediyoruz. Kazananlar ve
keyiflenenler, piyonlar (futbolcular) ve piyonların üzerinden devasa rant elde
eden baronlar oluyorlar, bizlerde birbirimizi yediğimizle ve kendimizi
tükettiğimizle kalıyoruz. Futbolun müptelası olmuş sürüler olarak, sürünüyoruz.
Hakeza; sanatçı, şarkıcı denilen güruh bazında da, aynı durum söz
konusudur. Bu tür maymunların peşine takılıyoruz, bunların boş, kuru ve
niteliksiz, manasız lakırdılarıyla kendimizden geçiyoruz. Bunların ürettikleri
zehirleri, ballı süt sanarak, içiyoruz. Bunlar, sizler adına bir hayırlı iş yapmadıkları
halde ve bunu da bildiğiniz halde, bunların peşlerine takılıp sürünüyorsunuz.
Sürekli bunlara kazandırıyorsunuz. Nice zorluklarla kazandıklarınızı, acımadan
harcıyorsunuz. Nitelikli müzikler yapanlara da itibar etmiyor, paranızı
vermiyorsunuz, ruhunuza yabancı, kimliğinize ve dininize yabancı sefillere
kazandırıyorsunuz. Misal; bir Osman Öztunç’a, bir Ömer Karaoğlu’na ve bir Uğur
Işılak’a paranızı vermiyorsunuz ama gidip bir Serdar Ortaç denilen, Tarkan
denilen tiplere paranızı vermekten imtina etmiyorsunuz hatta hicap
etmiyorsunuz. Oysa bir Osman Öztunç, Ömer Karağolu ve Uğur Işılak, bu ülke, bu
millet ve bu ümmet adına müzik yapan şerefli, nadide, haysiyetli vatan
evlatlarıdır. Ama bir Serdar Ortaç, bir Tarkan, eroin ve kumar seanslarında sizlerden
çaldıklarıyla kirli zevklerini tatmin ediyorlar, ayrıca Milli Kültürü de tahrip
ediyorlar. Bu ülkeye, bu millete, bu ümmete zerre faydaları olmuyor. Ama sizler
bunlara destek veriyorsunuz, bunlar için deliye dönüyorsunuz ve aslında böyle
yaparak, bunların kendi varlığınıza, kendi köklerinize kurşun sıkmalarına
yardım ediyorsunuz. Yazık değil mi?
Ve hakeza; cemaat yapılanmalarına da kayıtsız şartsız tabi olarak,
yanlış yapıyorsunuz. Cemaat liderleri layüsel görülerek, bir sorgulanmazlık,
dokunulmazlık kılıfı elde ediyorlar. Böylece istedikleri gibi hareket etme
hürriyetine kavuşuyorlar. Üzerinizde mutlak otorite oluyorlar. Sizleri
diledikleri gibi yönlendiriyorlar. Peygambere, Allah’a küfrediliyor ses
etmiyorsunuz ama cemaat liderinize en ufak bir harekette ayağa kalkıyorsunuz,
savunmak adına kendinizi yiyorsunuz. Cemaat için çalıştığınız kadar, din için
ve yekpare Müslümanlar için çalışmıyorsunuz. Cemaatinizden başka şey
düşünmüyorsunuz. Tabi bu durum, cemaat dâhilinde muayyen konum elde etmiş olan
ve bu durumu kendi lehlerine kullanan baronlara yarıyor. Zira liderin
gölgesinde, müntesiplere istedikleri gibi hükmediyorlar, onları diledikleri
gibi yönlendiriyorlar ve böylece parsayı topluyorlar. Sizlerde bakınıyorsunuz
ve üstelik kimbilir, belki de cenneti kaybediyorsunuz. Bunu söyledim diye hemen
tutuşmayınız. Zira elinizde cennet tapusu yok ve cemaat müntesibisiniz diye de
cennete gideceğiniz diye bir garantiniz yok. Zaten böyle bir düşünce
içindeyseniz şayet, mutlak ahmaksınız demektir.
Son tahlilde; kulların kulu oluyorsunuz ve bu size zor
gelmiyor ama Allah’ın kulu olmak zor geliyor. Peki, bu, nasıl bir
Müslümanlıktır? Bu, nasıl bir imandır? Bu durum, nasıl bir bilinç ürünüdür?
Peki, bizler, adalet, ahlak, özgürlük, bağımsızlık arayışımızda samimi miyiz?
Peki, bizler, vatan, kimlik, kültür ve din davamızda samimi miyiz? Allah,
bizleri, derin uykumuzdan uyandırsın ve bize, irademizi, beynimizi ve kalbimizi
kullanabilme bilinci bahşetsin! Sonsuz âminler olsun.