1944-1945’te bu memlekette bir dram oynandı. Resmİ adı “ırkçılar Turancılar dâvası” olan bu oyun, ürpertici, acıklı bölümleri yanındaki güldürücü, katıltıcı bölümleriyle de tam bir asrî dramdı. Müellifi, nice böyle eserlerin yazarı olan İsmet İnönü; rejisörü, müellifin her kelimesine sadık, hatta kafasından geçenleri anlamak ve aynen sahneye koymak için hiçbir feddakârlıktan çekinmeyen Halk Partisi idi.
Dramın yazılışında müellifin, şüphesiz bir de ilham perisi vardı. Eser sahneye konurken suflörlük dahi eden bu ilham perisi dendiği zaman gözlerde kıvılcımlanan hayalin güzelliği ile bunun çirkinliği arasındaki yakışıksızlığı bilmiyor değilim. Her şeyi ezelde Tanrı yazdıysa “ismet İnönü”ye “Moskof dostluğu”nu yakıştırmış... Yok bir zehaba göre, kendi kaderini insanlar çiziyorsa, onu İsmet İnönü kendi adı ile birleştirmiştir. Hiçbiri değil de yalnız tesadüfse, ona da verilecek cevap yok. Tesadüf büyük bir kanundur. Kimini yok yere kahraman, kimini haksızca hain yapan merhametsiz bir kanun...
Yüzünden bin kat çirkin ve berbat mânâsı ile bu ilham perisine ilham zebanisi demek yaraşırdı. Peri dedim. Böyle müellif ve piyese başka türlü peri olmazdı.
Oysa ki Türk devlet başkanları için şuur ve gönül kaynağı olacak “kişi” ve “düşünce” mi yoktu?
Irktan mı arıyorsun? Tonyukuk, Alp Arslan, Cengiz Han, Fatih, Yavuz ve daha niceleri...
Dinden mi istiyorsun? Peygamberler...
Disiplin mi özlüyorsun? Hunlar, Pruyalılar...
Şahane mutlakiyet mi? Osmanlılar...
Demokrasi istiyorsan işte İngiltere, Amerika...
İmtiyazsız topluluksa İsviçre; ihtirassız başkansa Washington...
Fakat müellif bunların hiçbirini anmadı. O seçe seçe Moskof’un Stalin’ini seçti. Yani ölümü, yani intiharı...
Kendisi bir koltuk kaybettim sanıyor. Koltuk değil, bir güler yüz kaybetti. Tarihin güleryüzünü hiçbir zaman göremeyecek. Tarih, yakışmadıkları yere çıkanları bağışlamamıştır.
Her dramın bir baş kahramanı olur. Hepsi de birbirinden üstün olmak üzere bunun üç kahramanı var: Hasan Âli Yücel, Falih Rıfkı Atay, Nevzat Tandoğan... Hiçbir şövalye romanında eşi olmayan üç kahraman, üç silahşor...
Hasan Âli zekâ ve nüktesiyle, Falih Rıfkı kalemi ve polemiği ile Nevzat Tandoğan polis dayağı ve hapsiyle üç korkunç kahraman ki silahları atom, hidrojen ve kobalt bombalarından daha yıkıcı...
Ortaklaşa bir tarafları daha var: Üçünün de kökü Türk değil. Tabiî bunu mühim bir şey olduğu için değil, hâtıra kabilinden arzediyorum. Gel de ırkçı olma!
Üç silahşor, yıkıcı silahlarını Türkçülüğe yöneltip ateş açarak tozu dumana kattılar. Bir ara göz gözü görmedi. Duman sıyrıldıktan sonra bir de baktılar ki silahları geri tepmiş ve kendilerinin yüzü gözü kapkara olmuştur. Meğer tabancalarındaki barut değil, kömür tozu imiş...
Piyesin perdecileri de vardı. Rejisörden ve müelliften aldıkları işarete göre perdeyi açıp kapayan, fakat dramın heyecanıyla şaşırarak kendilerini de sahnede, üç kahramanla birlikte göstermekten geri kalmayan muhterem ve nuhteşem perdeciler...
Baş perdeci: Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Sabit Noyan ve yamakları: Duruşma Yargıcı Birinci Sınıf Askerî hâkim Cevat Erkut, Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı General Ziya Yazgan ve Savcı Beşinci Sınıf Askerî yargıç Kâzım Alöç.
Ya alkışçılar? Devlet radyosu ve basın... Basın yani dördüncü kuvvet... Halkın, hakkın, umumî fikrin aynası olan basın: Piyesi, müellifi ve rejisörü çılgınca alkışlıyordu.
Samimî düşünceleri ve vicdanî kanaatleri böyle olduğu için mi? Adam sen de... samimiyet hayatın en büyük tedbirsizliği, vicdan ise romantik bir kuruntudan ibarettir. Menfaatten ne haber?
Hani hak bellenen bir yola yalnız gidilecekti? Canım, yalnız dedikse o kadar da yalnız değil ya... Korku, dağları bekler... Gideceğiz... Gideceğiz ama Millî Şefin buyruğu ile ve banknotlarla birlikte gideceğiz. O halde yaşasın cumhuriyet, inkılâp, altı ok vesaire...
Dramın unsurları bununla bitmiş olmuyor. Onun bir de zoraki figüranları var: Sanık Türkçüler... Onlar kendilerine Türkçü diyor ama meğer yanlış söylüyorlarmış. Asıl Türkçü meğer Falih Rıfkı Atay değil miymiş? Meğerse bunlar faşist, gardist, vatan hainleri imiş de kimsenin haberi yokmuş... Bu gardistler Almanlarla birleşerek Millet Meclisini devireceklermiş...
Hepsi iyi, hoş ama şu son fıkra biraz açıklamağa muhtaç: Demek 1944’te bir de Millet Meclisi varmış... Acayip!.
Sözü uzatmayalım. Sonunda şu oldu ki figüranlar kendilerine verilen rolleri yapmadılar. Delikte gizlenmiş olan iğrenç suflörün yüzünü görmüşlerdi. Üç silahşorun, silah tutmasını bilmedikleri için havaya savurdukları ızgara şişlerine, şakşakçıların bütün yırtınmalarına ve perdecilerin ikide bir perdeyi açıp kapamalarına rağmen figüranlar, suflörün söylediklerini tekrarlamadılar.
Müeelifin şekeri arttı, kahramanların ipliği pazara çıktı. Besili rejisöre inme indi. Perdeciler kaçacak delik aradılar. Şakşakçılar... Malûm...
Piyes yarıda kalmış, paradi seyirvileri ise hakikati anlamıştı.