Nerede ise, üzerinden bir asır geçmiş bir dönemin, tekrar ısıtarak, kaynak yapmayı düşünenlerin amacı nedir acaba? Geçmişle kopan bağın, tekrar gündeme getirilmesi midir?. Bir organ, koptuktan bir müddet sonra, çok ciddi operasyonla yerine takılsa bile, dokuların, tekrar kaynama şansı çok düşük olabiliyor. Osmanlıca; gerekli olan okullarda zaten veriliyor. Sanki; yeni bir şeymiş gibi, gündeme taşınması, bazı olayları, perde arkası bırakmak için, yaratılmış suni bir kokuyu yayıyor. Bekleyelim bakalım, devamı nasıl gelecek? Böyle zamanlarda, özetin özeti olarak, baykuş hikayesi çıkıverir ağızdan. İşte, tam da öyle bir zamandayız…
Dil eğitimi, çok ciddi bir iştir. Bu ülkenin, fakir fukara halkı, her yıl ABD. ve ingiltre’ye, çocuğum dil öğrensin diye, milyarlarca doları hiç düşünmeden akıtmaktadır. Ciddi bir istatistik tutulsa, ödenen miktar herhalde, dudak uçuklatacak seviyelerdedir. Ne için? Çocuk rahat iş bulsun diye!. Kimse kimsenin, kara kaşına, kara gözüne para vermiyor.Yani dil demek para demektir!.
Kitap kurdu bir toplum olduğumuz için, basılan her kitap, onlarca baskı yapmaktadır bu ülkede sanki(!) Kuran-ı Kerim ne ile başlamaktadır? “OKU!” demektedir. Gerçek öyle mi? Trende, otobüste, bekleme anlarında, kaç kişinin elinde bir kitap görebiliyorsunuz? Kütüphanelerin, kullanılma durumları ortada… Kişi başına satılan kitap sayısı, dünya ortalamalarının çok altında. Velhasıl, okumayan ve okutmayan bir toplumuz. Daha çok dinlemeyi severiz. Kimden? Hocalardan, Mollalardan(!)
Son zamanlarda, birçok konuda şura toplantıları yapılmaktadır. En son yapılan, milli eğitim şurasında, Osmanlıca dil eğitiminin, okullara konması ve ilkokul 1. sınıftan itibaren, din eğitimi verilmesi ile ilgili kararlar alındı. Gerçi, şura kararları, Milli Güvenlik Kurulu’nun kararları gibi, tavsiye niteliği taşımaktadır. Bir anda, ortalık toz duman oluverdi. En tepeden bile, “isteseler de, istemeseler de, Osmanlıca öğretilecek ve öğrenilecek!” deniverdi. Hadi gelin, çıkın bu işin içinden…Sağlıklı toplumlar, geleceğini etkileyecek bir konuda, her seviyede tartışarak, doğru karar sürecine ulaşırlar. Dayatma ile yapılan işler, toplum tarafından benimsenmediği için, kalıcı olma şansları da yoktur.
Matbaanın yurda gelişi belli. Gavur icadı diye, asırlarca, tam 270 yıl gecikmeli olarak, Osmanlı’ya, 1726’da, yine bir devşirmenin sayesinde girmiştir. Yani, geçmişimizde de okur var, fakat, yazar çok azdır. Dinleyen istemediğin kadar. Şimdi, gönüllü olarak kaç kişi Osmanlıca’yı öğrenmek ister? Gençler, bu işin ucunda para var mı, diye bakacaklardır. Para yoksa tıss!. Çünkü, günümüzde değerler erozyonunda, tek kazançlı çıkan para oldu. Bütün değerleri solladı-geçti. Tahta çıktı. İndirmeye kimin gücü yeter?...
Osmanlıca, yeni bir dil falan değildir. Türkçenin içine, diğer dillerin serpiştirilmesi olayıdır. Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca’dan harmanlanmış ve saray çevresinde kullanılan bir yazı dildir. Şu anda yaşayan bir dil de değildir. Çok ağdalı ve anlaşılması zordur. Zaten, o dönmede de, halk böyle bir dil kullanmamıştır. Halk ,Anadolu Türkçesini kullanmış ve konuşmuştur. Saray ve çevresi, şimdi, bizim sosyetenin halk bizi anlamasın diye, kendi içersinde, çoğunlukta yabancı kelimelerin olduğu, karma ve kısaltılmış bir dil kullanıyor ya, onun gibi bir şey dersek, hata yapmamış oluruz herhalde!…
“Gerdan açık, benlerin çok,/ Güzellikte menendin yok./ Kaşların yay, kirpiğin ok/ Vurduğunu öldürürsün.!” Bu dörtlük Karacaoğlan’ın “Hele îd oldu ol gül-gonce handân olduğun gördük/ Demâg-ı telh-kâmın şekkeristan olduğun gördük.” Bu beyit de Şair Nedim’in. Karacaoğlan, 1600’lü yıllarda, Nedim ise; (1681-1730) döneminde yaşamıştır. Hangisini rahatça anlayabiliyorsunuz? Biri halk şairi, diğeri ise, Osmanlıca dediğimiz, suni ve dar çevrenin kullandığı dilden. Buyurun, bunun neresini, tekrar bu körpecik beyinlere öğreteceğiz. Kullanım alanı var mı? Bilim dili mi? Hayır. Geleceği var mı? Osmanlı’nın yönettiği topraklarda bugün kullanılıyor mu? Hayır! Her yere tercüme şubesi mi açılacak? Arapça Alfabe ile, Türkçe kelimeler, ne kadar uyumlu olduğunu da, dil bilimcilerine bırakalım…
Osmanlıca, bir çoğumuzun, lise çağlarında tanıdığı, divan edebiyatı altında okuduğumuz kasideler, mefail-un… failetun vs. adı altında çekim yaptığımız fiiler ile tanıştık ve bir daha hiçbir yerde rastlamadık. Makedonya’da, Kosova’da, Arnavutluk’ta, Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, Kıbrıs’ta gören duyan var mı ? Onlar Osmanlı değil miydi? Osmanlı Osmanlı olsaydı, Rusya gibi, İngiltere gibi, İspanya gibi o topraklardan çekilse bile, dili kalırdı. Osmanlı’nın tek askeri biz miydik? Borcunu biz ödedik. Herkes yedi içti, hesabı bize kestiler. 1970’li yıllara kadar, bu fakir fukara halk, Osmanlı’nın borcunu ödedi. Yere göğe sığdırılamayan, o, padişahlar düzinelerle haremde kadın beslerken, yaptıkları borçları da bize ödettiler. Kaç padişahın annesi Türk’tü?..Tarihi inkar etmiyoruz ama, gerçek bu!..
Eğitim şurasında yapılması gereken; ilimde, irfanda, arge-de ne gibi adımlar atılabilir?. Üretime dönük, araştırmaya dönük, uluslar arası arenada, ne gibi atılımlar yaparsak, eğitim seviyemizi yükseltebiliriz diye, beyin patlatılması gerekirken, sanki bunların hepsini halletmiş bir milletin çocukları olarak, işi mezar taşlarına indirgeyerek, duygu sömürüsü ile, Osmanlıca’yı öğretme adı altında, Arap Alfabesini her okula sokmak ve bir müddet sonra da, bir sonraki adımı atmanın alt yapısını hazırlamaktan öte gitmeyecek, şark kurnazlığından başka bir şey değildir. Yani, “Her kuşu öptük, bir baykuş kaldı!” misali, bu milleti, bu kadar salak ve tepkisiz zannedenler, yanıldıklarını da, çok kısa bir zamanda öğreneceklerdir. Bu halkın, pırıl pırıl gençliği ile, bu kadar pervasızca oynamaya ve oynatmaya da, kimsenin hakkı ve hukuku yoktur.
Hilmi ÇAKIR
12.12.2014