Kaotik bir hayatın kıskacındayız. Bunu duyumsuyoruz. Böyle
bir hayatta zordan kaçmak, kolayı seçmek insanlara cazibeli geliyor. Edebiyat
parçalamak, felsefe yapmak gibi deyimler hepimizin malumudur ve insanlarında
gururunu okşayan şeylerdir bunlar. Din dünyasının dışında bulunmakta insanları
farklılık psikolojisine sokuyor ve böylece insanlara hoş geliyor (cahilce bir
hoşnutluk!). Din dünyasının dâhilinde yaşayanlar ise, alelade, klasik ve
bilindik karakterlermiş gibi algılanıyorlar. Aynı şey din kitabı içinde
geçerlidir. Zaten okunmaması, üzerinde düşünülmemesi de bunu göstermektedir.
İnsanlar sanki dinin kitabını biliyorlarmış gibi hareket etmektedirler. Sanki
Kur’an’ı hatmedip, yutmuş gibi bir tavır içerisindedirler. Yoksa dinlerinin
kitabını daha çok, sair kitapları daha az okurlardı. Oysa bu katıksız cehaletin
en keskin hüccetidir. Bu durum en arka planda bir algı operasyonudur. Küresel
bir tezgâhtır. İnsanlar bilmiyorlar! Din dünyasının dâhilinde bulunsanız bile,
sair dünyalardan iktibaslar yapmanız da, kısmi esintiler sunmanızda, yine sizin
farklı olduğunuzun kanıtı olacaktır, mutlak olarak din dünyasının dışında
bulunanlar kadar olmasa da. Maalesef bu şeytani operasyon tutmuştur ve başarı
kaydetmiştir. İnsanlığın dinden uzaklaşmasının en önemli sebeplerinden biri de
bu yanlış algıdır. Din dünyasında yaşamak, insanlara sıradan bir şeymiş gibi
algılatılmıştır. Dinden uzak yaşamak ise, güya farklılıkmış gibi sunulmuştur. Toplum
içinde kaybolmadan ve erimeden insanların hayatlarına derinden bakarsanız bunu
muhakkak hissedersiniz. İnsanlar kendilerini, dinden uzak oldukları için,
farklı olarak görmektedirler. Aydınımsılar niçin kuru gururun esiridirler ve
güya her şeyi bildiklerini iddia ederler ve en ilerici olarak kendilerini
görürler? Çünkü dine yabancıdırlar da ondan. Dine yakınsan gericisindir,
uzaksan ilericisindir. Ne tezgâh ama!
Toplum dinden uzaklaşmışsa, dize uzaklığı marifetmiş gibi
telakki eder. Dinden uzak olanlar daha bir üstünmüş gibi görülürler. Sanki
yönün ve yolun tayin edicisi onlarmış gibi anlaşılırlar. Profon bir yaşam
sürenler daima dikkat çekici olurlar, haddizatında böyle olmaları sağlanır ve
sağlanmıştır da. Ki, böylece toplum dinden daha da uzak kalsın. Oysa asıl
dikkat çekici olması iktiza eden ve farklılık yaratan, pespaye bir dünya
yaşamında dindarane yaşayabilmektir. Dindışı yaşamak ise alelade, sığ
yaşamaktır. Yığınların yaşamıdır böyle yaşam. Çünkü mesuliyetin yoktur,
sorumluluğun yoktur, yat, kalk, ye, iç, gez, eğlen, seviş; bu çok sıradan bir
yaşamdır. Ama insanlar böyle yaşamı çekici, bu şekilde yaşayanları farklı
görmektedirler. Bunun sebebi, toplumun dinden iyice soğutulmuş olmasıdır. Din
dünyası dışında kalanlar topluma hep üstünmüş, aydınmış, ilericiymiş gibi
sunulmuştur. Toplum da cahil olduğundan bu zımni dayatmaya kanmıştır. Bir de bu
türlerin görünürde sayıca az olmaları ve sürekli sonuçsuz başkaldırı tavrı
içerisinde olmaları, bu cazibeyi kuvvetlendirmiştir. Bu bilinçli ve şuurlu olarak enjekte edilmiş
aşağılık kompleksinin sonucudur. Egemen güçler, toplum önüne bitevi bu türleri
çıkarmışlar, bunlara zımnen üstünlük payesi vermişler, her alanda bunları
taltif etmişlerdir. Binaenaleyh, toplum bunların bu halinde bir hikmet
aramıştır, bu türler karşısında adeta büyülenmişçesine kuzulaşmıştır. Sözü
çoğaltmak ve çoğalan sözle beyinleri allak bullak etmek maalesef para ediyor.
Berrak hakikati izhar etmek ise anlamsız kalıyor.
Bazen bir şeyle her şeyi söylersiniz, bazen de çok şey
söylersiniz amma hiçbir şey söylemezsiniz. Hakikat açıktır. Yalan ise kapalıdır,
belirsizdir. Bilakis yalanlarla insanları aldatamazsınız. Belirsizlik çekici
gelir bazen. Bu yüzden de celbeder. İşte din dünyası dışında yaşayanların
yaşamları genelde bu şekildedir. Bitevi kapalı konuşurlar, belirsiz laflar sarf
ederler. Birde bu belirsizlik bilinçsizlikle birleşirse işte o zaman felaket
gelir dayanır kapınıza. Açık konuşan pek rağbet görmez toplumda, ama kapalı
konuşanlar daima dikkat çekici olurlar ve toplum temayül gösterir bu tür
konuşmalara. Bu tür söylemler genelde akademi dünyasının ve ideolojik
baronların söylemleridir. Bazı kişiler, klikler vs. güya çok önemli şeyler
söyledikleri iddiasıyla üst perdelerden konuşurlar ve sözde ünlü filozoflardan
alıntılar yaparak laflarlar ya ve lafları hep kapalıdır ve belirsizlik yüklüdür
ya, toplum bu türleri filozof zanneder ki bunlarda zaten bu yüzden böyle
konuşurlar. Şöyle demeniz istenir haddizatında; bu adam uçmuş abi, resmen
filozoflaşmış. Cehalet her şeyi mahvediyor. Ahmağı akıllı, akıllıyı ahmak
gördürüyor. Şu denmiyor; kardeşim biz senin soğuk ve boğuk felsefi
absürtlüklerin içinde niçin kaybolalım, beynimizi niçin yoralım? Hayır, yine
edebiyat parçala, felsefe yap amma açık konuş, net kelimeler kullan ve meramını
direkt olarak söyle diyen yok. Yooo adam büyük laflar edecek ki, büyüksün abi
denilecek, topluma hedef tayin eden kişi haline gelecek.
Bizler hayatımızı çok büyük(!) lafların sırlarını çözmekle
geçirdik, o büyük lafların sırlarını çözmeyle iştigal ederken büyük hakikatleri
unuttuk maalesef. Oysa ömür gibi
harikulade bir hediye bunun için lütfedilmemişti bize. Velâkin burada ki derin
tezgâhı fark edemiyoruz. Çok büyük (!), kapalı ve dahi belirsiz laflar edilsin
ki, insanların beyinleri allak bullak olsun ve o laflarda ki sırları çözmekle
iştigal ederlerken, asli görevlerini unutsunlar, gerçek işlerinden
uzaklaşsınlar ve daha tehlikelisi ulvi hakikatlere karşı derin bir şüpheyle
yaklaşmaya başlasınlar. Hayatta öyle değil mi; birileri ne kadar belirsiz laf
ederlerse herkes oraya doğru koşuyor, açık olana koşan yok hiç. Ve o
belirsizlikte kaybolup gidiyor ve bizde belirsizleşiyoruz. Filozoflar da
anlatırlar, Peygamberler de anlatırlar. Aradaki fark, birinin sade ve
olabildiğince açık olması, diğerinin ise karmaşık ve olabildiğince kapalı
olmasıdır. Bir filozof ne demiş bakınız; ‘’bizimkilerde Tanrı’dan bahsediyorlar,
Peygamberler de Tanrı’dan bahsediyorlar. Benim, bizimkilerin anlattıkları
Tanrı’ya ihtiyacım yok.’’ Bizler ise tam tersini diyoruz maalesef. Çünkü bizler
aklımızı kullanamayacak kadar alıklaştırılmışız. Bu filozof niçin böyle bir
şeyi söyleme ihtiyacı hissetmiştir acaba? Bunun hücceti de Hadid Suresi 25.
Ayettir bendenize göre. Çünkü insanlık önderleri olan peygamberleri kesin
kanıtlarla gönderdiğini söylüyor Rabbimiz. Yalan ile gerçek bir olur mu bebeğim!?
Kimliğini öylesine taşımak var, samimi taşımak var. Riyakârca yaşamak var,
namusluca yaşamak var. İstemiş olmak var, istemek var. Bize gelen, bizden olan
bir Önderimiz var ve kesin kanıtlarla gelmiş ama biz gidiyoruz belirsizlik
girdaplarında kayboluyoruz. Ne denir buna? Arzuladıklarımıza mülaki olsak her
neyse, onu da beceremiyoruz. Sahi bu akıl işi midir? Bir aydınlık yol var, bir
de karanlık yol? Aydınlık yolu bildiğimiz, gördüğümüz, hissettiğimiz halde bile
isteye karanlık yola girmek nedir Allah aşkına? İşte insanlık ailesinin hakiki
önderlerinin ezelden ebede hatırlanmalarının, Onlara güven duyulmasının, sonsuz
sadakat beslenmesinin, son nefese kadar sürecek bağlılığın ve eksilmeyen mutlak
sevginin saf nedeni budur. Onlardan sadır olan her söz mutlak hakikattir. Onlar
asla ve kata nefisleriyle konuşmazlar, hırsları, tutkuları, istekleri adına
insanları kullanmazlar ve kesinlikle aldatmazlar. İnsanlık ailesinin hayrına
olmayan hiçbir iş yapmazlar, hiçbir söz etmezler. Aksi bir durumun meydana
geldiğini hiçbir insan teki iddia edemez, ispat edemez, badema da
edemeyecektir. Dünya da hakikatten daha güçlü bir şey yoktur bebeğim! Âlem de
Allah’tan sonra en güçlü olarak devlet vardır, devlet bile hakikat karşısında
acizdir. Gerisi angaryadır, safsatadır. Geçelim!
Keşke düşünmeyi bir becerebilsek. Bir tartabilsek her
okuduğumuzu ya da okuyabilsek bir. Yıllarca beynimiz dünya klasikleri denilen
bomboş kitaplarla resmen lebalep doldu. Onları okuyanları alkışladık hep,
sitayişe boğduk. Biz alkışladıkça, herkesi zımnen oraya yönlendirdik. Beşer
kitaplarını okumayı, onlardan alıntılar yapmayı pek seviyoruz. Çünkü aşağılık
kompleksine tutulmuşuz. Abi ya adama bak, valla büyük adam, neleri okumuş
diyecekler ya. Ki zaten genelde bu iltifatları almak, alkışlanmak için
okuyoruz, asla anlamak için, düşünmek için değil. Bu yüzden de öğrendiğimiz
hiçbir şey olmuyor. Okumamız derin olmayınca sığ hayatların mahkûmu oluyoruz. Alçakgönüllü
olacağımıza kibre tapıyoruz. Gündelik hayatımız bu örneklerle lebalep. Gerçekte
ise sıradan, alelade şeyler bunlar. Bir kamyon kitap okumanın anlamı yoktur,
klasikleri yutmak seni adam etmez bebeğim. Anlamlı ve değerli olan şey;
okuduğun bir sözü, kitabı idrak edebilmek, ruhunun derinliklerinde
hissedebilmek, tefekkür süzgecinden geçirebilmek, temelli bir tahlilini
yapabilmektir ve son tahlilde; tüm bu eylemleri bir ideal ekseninde ve kadim
köklerin temelinde gerçekleştirebilmek, en son tahlilde de;
hayatlaştırabilmektir. Yabancı adamları okuyan biraz daha kaliteli olmuyor
bebeğim! Tek bir istisnasını gösterebilir misiniz bana böyle bir durumun.
Aksine, vallahi, billahi, tallahi daha da kıymetsizleşiyor, çünkü ruhun
kaybedildiği kitaplar, ruhunu boğuyor ve yok ediyor, ruhsuzluk ise yokluk
demektir. Yığına dönüşmektir. Dik duran bedenler, içinde ruh olan bedenlerdir.
Bizim diye bildiğimiz aydın yaftalı züppeler, niçin kendi dinlerine,
devletlerine, milletlerine, vatanlarına ve ümmetlerine yabancıdırlar Allah,
vatan ve namus aşkına? Çünkü hayatları hep yabancıları okuyarak geçmiştir de
ondan. Yabancıyla yatıp kalkan eninde sonunda yabancılaşır bebeğim! Hayata
yabancı değiliz ki, gerçeklere yabancı olalım! Masalları çoktan unuttuk ve
büyümedik hikâyelerle. Hakikatler besledi bizi ve dirildik, güçlendik, direndik
hakikatlerle.
Sıkıntı nerede biliyor musunuz dostlarım? Öğrenmek ama
anlamamak. Ama ideal olan bilginin kendisi değildir, o bilginin bir eyleme
aracılık etmesidir. Bilgi kolaydır, zor olan eylemdir. Bu da yani münhasıran
öğrenmekte neyi doğruyor biliyor musunuz? Eylemsizlik. Çünkü her eylem,
anlamanın çocuğudur. Hani bir bilgin diyor ya; ‘’eğer toplumu sarsmak
istiyorsanız, hissediniz.’’ Anlamak, hissetmektir. Öğrenmek ise sadece
bilmektir. Hissizlik, kısır mantıkçılığı tevlit eder. Eylem yoksa olan bir
şeyde yoktur. İnsan, Tanrı’nın eylemdir dostlarım. Hissetmek ve anlamak ne
demektir bilir misiniz, beyindekinin kalbi, kalptekinin beyni etki altına
almasıdır. Beyin ve kalbin eseri, tüm organlarımızda tebeyyün etmiyorsa şayet,
öğrendiğimiz, bildiğimiz her şey boştur, anlamsızdır. Öğrenen beyin, anlayan
kalptir. Buradan da anlaşılıyor ki, eylem kalbin eseridir. Rabbimiz
‘’kurtuluvereceğinizi mi sandınız iman ettiğinizi söyleyerek’’ demiyor mu? Keza
Önderimiz (sav) demiyorlar mı; ‘’imanınızı tamamlayan şey salih
amellerinizdir’’ diye?
Konuşuruz ve konuşuruz, mütemadiyen konuşuruz. Ama bu
konuşmaların çok azı eyleme dönüşür. O dönüşüm de kırık dökük olur. Bitevi
güzellik, felah arzularız ama bu isteklerin içinde asla samimiyet, içtenlik
bulunmaz. Felah isteriz ama kaynağı nedir bilmeyiz, kaynağı bulabilirsekte
derinliğine inmeyiz. Derinlikte boğulmaktan korkarız, bu yüzden de inmek
isterken aslında hiç inmek istemeyiz, sığlık hoşumuza gider. Yerli olan cezp
etmez, tahkir ve tezyif ederiz yerliyi. Yabancı olanın cazibesi bizi fetheder
ama biz fethediliriz, fethedemeyiz. Fethedilmek kaybolmak demektir, kayboluruz
ve tükenir gideriz. Filhakika tüm gövdemizle sahtekârız, riyakârız. Yerli
kalanı ve yerli olanı çok basit görürüz, ondan uzak kalmayı tercih ederiz. Yabancılaşanı
ve yabancıya meyledeni üstün görürüz. Haddizatında bizim acı hikâyemizdir bu.
Derin bir aşağılık kompleksi içindeyiz bir asırdır. Kime karşı? Kendi kendini
terk edenlere karşı. Bu şahıs bazında da, millet bazında da, devlet bazında da
böyledir ne hazin ki. Bu tavır nereden tevlit etmektedir? Kendi kendini
tanımamaktan. Ne kendimizi tanıyabildik
ne de kendi tarihimizi sevebildik. Dinimizi de, milletimizi de, ülkemizi de,
devletimizi de sevemedik gitti. Bir yabancı aşıyla tüm mukaddeslerimizi
kaybettik. Komünist, faşist, egzistansiyalist, nihilist vs. teorisyenleri ve dünya klasikleri
diye bildiğimiz eserleri hatmetmek zorunda değildik ve değiliz oysa. Okuyunca
kanat takıp uçmuyorduk. Allame-i cihan olmuyorduk. Daha yüce bir insanlık
mertebesine yükselmiyorduk. Farklı bir tür olmuyorduk. Üstün kabiliyetlerle
mücehhez kılınmıyorduk. Evrenin en mesut insanı olmuyorduk. Bilakis tam tersi
oluyordu her şey. Bunları bilmediğimiz zaman, bunlarla ilgilenmediğimiz durumda
ahmak, alık, cahil bir insan mı oluyorduk? Hayır. Hayatın yabancısı, ilmin
cahili mi oluyorduk? Hayır. Bilme yabancı mı kalıyorduk? Hayır. İnsanlık
bunlarla mı yücelip, yükselip, terakki kaydetmişti? Hayır.
Çok uzun yıllar insanlığın kaderine etki eden egemenler
kimlerdi? Bu egemenler kimlerden beslenmişti? İnsanlığın zihnine etkide bulunan
ve insanlığı yönlendiren yabancı ya da yerli medya zihniyet olarak kimin
çocuklarıydılar, kimleri okumuşlardı ve bu millete empoze ettikleri kitaplar
hangileriydi? Peki, ne haldeyiz? Nesillerimiz, devletimiz, milletimiz, ülkemiz
ne haldedir? Söylediğimiz zümreler bize, bizim dünyamıza yabancı olan
kimselerdir ve bitevi kendilerinin hayranı oldukları şeyleri empoze ederler,
yaşam tarzı, kitap ve aydın olarak. Bu zümreler güya üstündür ya ve dünyaları
ileridir ya, peki bu millet niçin bunlar gibi değildir? Ya bu millet çok
cahildir ya da bunlar çok cahildir. Ama bu millet değil, bunlar zırcahildir.
Aşağılık kompleksiyle lebalep tiplerdir. Bunlar zavallı insanlardır. Başkası
olmakla adam olunacağını sanacak kadar zavallı tiplerdir. Biz bunları hep
hayretle izledik. Çünkü bunlar yabancıları okuyordu, adeta hatmetmişlerdi,
yaşamları farklıydı güya. Bu yüzden bunlar hep bir bilen oldular, hayatı
belirleyen ve tayin eden oldular, din bile bunlardan sorulurdu ama ne hikmetse
dinden bihaberdiler. Ama bunlar okumuş insanlardı ya, dini de bilen bunlardı.
Milletin nasıl yönetileceğini, milletin ne yiyip ne giyeceğini bilen bunlardı.
Çünkü bunlar Dünya Klasikleriyle beslenmişlerdi. Bunlar Batılı aydınları
yutmuşlardı. Bunlar özlerine, sözlerine, köklerine düşmandılar. Ne acıdır ki,
bizde hep bunları sevdik, bunları saydık ama kendi dünyamızdan beslenenleri
adam yerine koymadık, sıradan gördük, tahkir ve tezyif ettik. Zira böyle
aşılandık ve alıştık. Ne elde ettik? Koskoca bir hiç. Bitevi kötülüklerden
şekva ettik. Oysa kötülükleri kendimiz davet etmiştik. Ama serde mürailik
olunca bilmezlikten gelmek zor olmuyordu. Yerli besinleri reddettik, yabancı
besinleri yiyince karnımız ağrıdı. Karnımız ağrıyınca da bağırmaya başladık.
Hakikaten sahtekârız. Kolay erişilenin hiçbir değer sunamayacağını idrak
edemedik. Çözüm bellidir ama bilmezden geliyoruz. Zira çözüme götüren yol dar,
ıstıraplı, fırtınalı bir yol. İşte kaçtığımız ve korktuğumuz yer de burası.
Kork, kaç ve ödül arzula, işte bu haysiyetsizliktir bebeğim! Bedava tatlı
gelebilir ama karnını ağrıtınca da bağırmayacaksın. Sıkıntısız hayat yoktur.
Bedel ödemeden ödül ummak hamakatlıktır. Cahiliz ama insanlar cahildir deriz. Çünkü
cahilliğimizden bihaberiz. Ne ahlaklı yaşamakta gözümüz var, ne aşığıyız
hürriyetin ne de adalet arzuluyoruz. Külahım gülmez acır, isteklerinizi duysa. İsteyen,
istenilenleri vermek zorundadır bebeğim! Vermeden alınmaz ki! Hayata ver ki bir
şeyler, versin hayat sana da bir şeyler. Dürüstlük güzeldir, asilleştiricidir. Komünizmi,
faşizmi, nihilizmi, anarşizmi, egzistansiyalizmi hayatımın hangi yönünde
kullanacak ben? Saçma sapan başkaldırı için mi? Sessiz sedasız bir köşede
hayatıma son vermek için mi? Aklımı kaybedip hayattan tamamen soyutlanmak için
mi? Kendi özüme ve milli kimliğime yabancılaşmak için mi? Değerlerimi, töremi,
mukaddeslerimi inkâr etmek için mi? tarihime ve ceddime küfretmek için mi?
Söyleyin lütfen nerede kullanacağım?
Kim, dünya hayatımızın sonsuz olduğunu iddia edebilir?
Hayatımız fanidir. Bu beden elbet çürüyüp gidecektir. Sonsuz olan ruhtur. O da
bize ya karanlığı ya da ebedi aydınlığı sunacaktır. İşte bu hayatı fani
şeylerle fanileştirmek mi yoksa baki olanlarla bakileştirmek mi, hangisi daha
iyidir? Hayatımızda ki en zor tercihtir bu. Çünkü yolumuzu da, yönümüzü de bir
yerde bu tercih belirleyecektir. Ömrümüz kısa olduğu için kullanacağımız
bilgiler de çok azdır haddizatında. Biz ihtiyacımız olanı bilmiyoruz sadece.
Nefsimiz hep ihtiyacımız olmayan şeyleri istetiyor bize. Bize bırakılan iki
asli ve ulvi emanet vardır. Onlar da Kitap ve Sünnettir. Ne istiyorsunuz da
bunlarda bulamıyorsunuz? Ya da ne istiyorsunuz da bunlar dışında ki şeylerde
buluyorsunuz? Söyleyin lütfen; bu iki ulvi şey size ne vermedi de, verilmeyen
şeyi bunların dışında kalan şeylerde buldunuz? Dürüstlük kazandırır. Yalan ise
daima kayıptır. Bugüne kadar bu emanetlere sırt döndük. Peki, elimizde olan
nedir? Bu emanetler dışındaki şeylere ise yüzümüzü döndük. Kazancımız nedir,
kaybımız nedir? Çürüdük, tefessüh ettik. Bugün neslimizin halinden şikâyet
ediyoruz, ahlaksızlıktan, eroinden, kumardan, faizden, fuhuştan, kadına
şiddetten bahsediyoruz. Bu hale niçin düştük? Herhalde bitevi korktuğumuz ve
kaçtığımız yüce emanetlere sahip çıktığımız için değildir? Hayır, lütfen dürüst
olalım, burada bir fikir teatisi yapıyoruz. Sen doğrusun, ben doğruyum gibi sığ
bir tartışma yapmıyoruz. Ki inanın yanlış çıkmaktan da memnun olurum, şayet
hakikaten tüm müzakereler sonunda, tüm nesnel değerlendirmeler sonunda yanlış
çıkarsam. Ama doğruysam da bunun hesapsız umarsız kabullenilmesini istirham
ederim. Dürüst olalım dostlar, bizler hep yalandan ve samimiyetsizlikten kaybettik.
Hayatımızı ideolojilere, Dünya Klasikleri adıyla anılan eserlere hatmettik.
Yalan mı bu? Medyamıza, üniversitelerimize, politikamıza yön verenler hep ulvi
emanetler dışında kalan şeylerle beslenenler olmadılar mı? Ve bu besinler güya
bizi adam etmeyecek miydi? Peki, şimdi niçin şikâyet ediyoruz içinde
bulunduğumuz halden? Çünkü yanıldık dostlar ama yanıldığımızı itiraf etmek zor
geliyor bize. Çürüyoruz, utanç şarkıları terennüm ediyoruz. Sefaletin
dehlizlerinde çığlıklarımızı kimseler işitmiyor. Oysa mukaddes, asli ve ulvi
emanetlerimize sahip çıksaydık bu hallere düşer miydik? Vallahi, billahi,
tallahi düşmezdik.
Hatmedip yutmadığımız kitap kalmadı. Klasikler elden geçti,
ideolojik baronların kitaplarını ezbere biliyoruz, felsefelerin yabancısı
değiliz. Tüm bu ilmin, bilmin, ideolojilerin ve felsefelerin taliminden sonra
herhalde içinde bulunduğumuz halde olmamamız iktiza ediyor değil mi dostlar? Ya
da bu halde olmamalıyız, olmamalıydık. Öyleya hayatımız boyunca Avrupa
bilimiyle, ilimiyle, felsefesiyle, ideolojisiyle beslendik, büyüdük ve kemale
erdik. Ama ne acıdır ki, çığlıklarımız dineceğine daha da arttı. Çünkü
Avrupa’dan şifa bulamadık. Namuslu ve dürüst olalım dostlarım olamadık. Biz
ıslah edicilerdik, Avrupa denilen şeytan yüzünden ifsat ediciler olduk.
Avrupa’dan alacağımız bir şey varsa teknolojiydi ama biz ne yaptık? Gittik
Avrupa denilen şeytanın ne kadar pisliği varsa alıp getirdik ve kutsal
topraklarımıza saçıverdik. Gençliğimizi kaybettik. Eroinin, kumarın, fuhşun,
içkinin ve her nevi şeytani pisliğin pençesinde kıvranıyor, bataklığında can
çekişiyor neslimiz. Üniversitelerimiz bilim merkezleri olmaktan çıktı, adeta her
türlü pisliğin bulaştığı mikrop yuvası haline geldi. Ülkemiz bir milim terakki
kaydedemedi. Avrupa’dan yüz yıl gerideyiz bazı yönlerde. Burada tartışmayı
falan bırakın dostlarım. Çünkü müzakere yapıyoruz, kısır tartışmalarda
boğulmuyoruz. Çünkü bir üstünlük iddiasında, bir ben doğruyumculuk çekişmesinde
değiliz ki bu kadar ahmakta değiliz. Zira derdimiz, davamız, kavgamız,
hasretimiz büyük ve derin. Ucuz çekişmelerin, kısır dövüşmelerin adamları
olamayız. Ben demiyorum ki, yabancı okumalar yapmayın. Hayır, elbette okuyalım
ama aşırı mübalağalardan uzak duralım. Yabancıları lüzumsuz sitayişlere
boğmayalım. Gençliğimizi onların özentisi haline getirmekten imtina edelim. Avrupai
şeylere yüksek önem atfetmeyelim, aşırı kıymet vermeyelim. Avrupa’nın
bataklığında boğulmayalım. Kendimizi küçük görmeyelim. Kendi kadim köklerimize,
kimliğimize, dinimize ve asli kaynaklarımıza küfretmeyelim, onları tahkir ve
tezyif etme haysiyetsizliğine düçar olmayalım. Milletimize, topraklarımıza,
kaynaklarımıza yabancılaşmayalım. Özümüzü ve sözümüzü bilelim. Kendimizden
olanı hayatımızın her evresinde ve boyutunda istimal edebiliriz ama Avrupai
olan şeyleri nerede istimal edeceğiz? Hiçbir yerde istimale demeyiz. Ki
vallahi, billahi, tallahi, Avrupa kibri bıraksa bizim olan şeylere dönecek
inanınız. Çünkü kendisi kaybetti kendi neslini. O kadar okuduğum halde inanın
hayatımın tek bir yönünde kullanmış hatta ihtiyaç hissetmiş değilim. Hatta o
kadar kıymetli zamanımı heba etmişim bile diyorum, derin düşüncelere dalınca. Çünkü
bizim olanlar bize fazlasıyla yetecektir, yeter ki kullanmasını bilelim.
Bendeniz okumuş olmakla kaldım. Bakış açımıza etkide bulunuyor ama temiz bakış
açınızı da kirletmiyor değil. Hatta
muhkem temellerden mahrumsak yönümüzü ve yolumuzu bile şaşırıyoruz. Hayır,
böyle değil diyen buyursun iddiasını ispat etsin. Din, devlet, vatan, millet,
ümmet, değer düşmanı nesiller hangi eserlerle beslendi de böyle oldular? Bile
isteye yalana maruz ve mahkûm kalmak sefillikten başka bir şey değildir. Hayat
çok kaotik gibi algılanabilir ama o kaos içinde bir basit düzen saklıdır
dostlarım. Fakat bizler bu basit gerçeği ihsas edemiyoruz, çünkü düşünemiyoruz.
Aslında Avrupai besinlerin bize yaptığı en büyük kötülük bizi düşünmekten
mahrum koymasıdır. Bizim beynimizi ve ruhumuzu çalmıştır Avrupai şeyler. Avrupa
şeytanını okuyunca olan tek bir şey vardır; şeytanlaşmamız. Ülkemizin her
köşesinde her gün bir bomba patlıyor. Evlatlarımız sokak ortasında ensesinden
kahpece vuruluyor. Kundakta ki yavrular yakılıyor. Terörizm sadır oluyor. Fitne
ve fesat toplumsal dokuyu bozuyor. İnsan insanın cenneti olacağına kurdu
oluyor. Kaynaklar berhava oluyor. Devletimiz zayıf düşüyor ve küresel
şeytanların ağlarına yakalanıyor. Hürriyet, ahlak, adalet, emek hayal oluyor. Kardeşliğimiz
zehirleniyor. Ana kıza, kız anaya; baba oğula, oğul babaya düşman oluyor.
Aileler türap oluyor. Tiranlar insanlığı kasıp kavuruyor. Sevgi yerini nefrete
bırakıyor. Nefret gönül bağımızı talan ediyor. Milliyetine, dinine, tarihine ve
ecdadına düşman yığınlar türüyor. Avrupai
şeylerden uzak kalınca olmayan bir şey olmuyor ama olan çok şey oluyor. İşte
olanları tek tek sıraladık hemen üst satırlarda. Yazık değil mi peki? Kur’an’a
yöneldik ıslah olduk ve eşkıyalığı terk edip ıslah ediciler olduk. İdeolojileri
hatmettik ıslah etmeyi bıraktık eşkıyalığa yöneldik. Olay budur dostlarım.
Neresinden bakarsanız bakınız, ne kadar düşünürseniz düşününüz.