VARLIĞIN YARATILIŞI...2...

Özgür DENİZ - 01.02.2015

Bir şeyler okuyanda hemen âlemin fikricisi, bilgi kaynağı olduğunu düşünüyor. Diğer insanları hor ve hakir görüyor. Kendini bir halt sanıyor, herkese üst perdeden bakış fırlatıyor. Oysa hakikatte tam bir zırcahildir baksanız, dinleseniz. Güya bir şeyler talim etmiş ya, bir iki laf öğrenmiş ya oğlumuz ya da kızımız, gayrı her şey ondan sorulur, bir şeyler sorup öğreneceğiniz tek kişi odur. Aydın odur ve küçücük beyniyle insanlığı aydınlatacak odur. Oysa beyne bilgi yığmakla olmuyor bu işler. İnce anlayışla, bilgi bir yerde ters düşer. Bazıları vardır yalar yutar ama anlayış diye bir şey yoktur. Bazıları vardır bir cümle okur, oradan evrenin sırlarına ulaşır. Çünkü ilimde niyet önemlidir. Kimi vardır caka satmak için talim eder, kimi vardır kendi derununa yolculuk etmek ve insanları da kendi kendilerine doğru yolculuğa çıkarmak için talim eder. İnsan, niyeti ve gayretidir. Allah insana ne kadar yakındır deseler, insan Allah’a ne kadar yakınsa o kadar yakındır derler. Niyetin ve gayretin yoksa sen de yoksun, hatta hiçsin bu dünyada. Bu ilke varlığın acımasız ilkesidir. Herkes emeğinin rehinidir. Harcadığın bir güç yoksa alacağın bir verim de, ürün de yoktur. Durum bu kadar net ve basittir. Binaenaleyh, başkalarını küçük, nakıs olarak görme, kendini ise kemale ermiş, her şeyi anlamış olarak bilme hastalığından kurtulmalıdır insan. Ne sen müstağni olabilirsin ne de başkaları başkalarına mutlak olarak muhtaçtır. Hiçbir insançocuğu, ne tamamdır ne müstağnidir. Herkes eksiktir ve muhtaçtır. Her insanteki eksikliğini gidermeye, ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır bu dünyada. Vakıa budur. Gayrısı ahmaklıktır.

 

 

Söyleyin; Allah, vatan, namus aşkına söyleyin; siz kendinizi değiştirmezseniz, sizi kim değiştirir? Önce siz değişeceksiniz ki, değişmek iradesini göstereceksiniz ki, sizi kim değiştirecekse o zaman değiştirsin. Çünkü sizin istemeniz varsa şayet, mutla bir verecekte vardır. Çünkü vermek istemeye merbuttur. Lütfen Rad Suresi 11. Ayete bakınız. Siz kendinizi alçaklığa mahkûm ederseniz, başkasından sizi yükseltmesini bekleyemezsiniz. Lütfen Şems Suresi 9. ve 10. Ayetlere bakınız. Hülasa; değişmekte size bağlı, yükselmekte size bağlı. Çünkü size akıl ve irade vermiş Allah. Ama ne gariptir ki, Allah’ın verdiği iki yüce nimeti kullanmayıp, gideriz başkalarının bizi değiştirmesini ve yükseltmesini umarız, bekleriz. Misal; sen adam olup kendini değiştirmezsen, Avrupalı olmakla bir anda değişip, yükseleceğini mi sanıyorsun behey ahmak oğlu ahmak? Cahiliz dostlarım hakikaten cahiliz. Bilmiyoruz, bilmediğimizi de bilmiyoruz. Yani zırcahiliz. Bilmişlik taslıyoruz, millet biliyor sansın diye. Ah keşke sanmaklarla hayat yaşansaydı! Mezkûr ayetler bizlere mutlak necat yolunu işaret ediyorlar. Ve filhakika olanca kaotizmin ortasında kutsal basitliği deşifre ediyorlar. Tabi idrak edecek zekâmız varsa. Demek ki, belirsizlik için debelenmeye, boğulmaya, karanlıklarda kaybolmaya hiç gerek yokmuş. Aydınlığa yönlendiren işaretleri takip etmen kifayet edermiş. Yol malummuş, yön açıkmış, pusula gözümüzün önündeymiş. İlahımız tüm mevcudiyetimizde ihata etmiş, Önderimiz bitevi bize hakikati haber veriyormuş. Ey insan! Gönlünü temizlemen gerek, hakikati gönlüne getirmen için. Dile kolay gelir şeyler, şeyler gönülde yer etmiş mi ona bak sen hey ahbap! İçtenlik, samimiyet, dürüstlük lazım bize. Ne sebepsiz sonuç vardır, ne de sonuçsuz eylem. Ne de bir bedeli olmayan hareket vardır. Ve ne de hareketsiz hayat kabildir. Esbaba sımsıkı sarılacaksın.  Değiştirilmen için değişmelisin. Yüceltilmen için nefsini tüm kirlerden, kötülüklerden tezkiye etmelisin. Sen değişmedikçe, yücelmedikçe, toplum asla değişmeyecek ve yücelmeyecektir. Olacak olan şey; senin bitevi sahtekârca ve müraice ağlaman olacaktır. Adam olmayanı kimse adam etmez ya da etse bile şerefini ezerek adam eder bebeğim! Kalbin ve beynin mütenasip eylesin, eğer vücudun bu iki önemli merkezi uyum içinde değilse, her şey boşlukta asılı kalmaya mahkûmdur. Uzun bir girizgâh oldu bizimkisi, lütfen anlayışla karşılayın asil, soylu ve mümtaz dostlarım. İlerleyen süreçte niçin böyle bir ilk adım attığım spontane ortaya çıkacaktır. Hem yorduk sizleri, hem de yorulduk bizler ama bir işe ilk adımı atmak, bir binaya ilk taşı koymak kadar sonsuz zor inanın.  

 

 

 ‘’İnsan çok ilerlediği zaman yarı yolda aklı karışıp, kalbi kararsızlığa düşebilir. İşte o zaman geri dönmelidir. Gittiği yeri açıkça görebileceği yere, ilk adımı attığı yere, en başa’’ diyor Buda. Öyle bir evrenin misafiriyiz ki, daha yaşadığımız evrenin özelliği, muhtevası, hususiyeti hakkında tafsilatlı ve derin bir bilgiden mahrumuz. Fani olan bu evrende baki olan bir şey var mı, yok mu bilmiyoruz ama sormuyoruz da. Bu evrenle hangi düzeyde bir ilişki ve iletişim içindeyiz tespit edebilmiş değiliz. Biz bu evrende neredeyiz ve bu evrende ki yerimizde nasıl davranmalıyız idrakine varmış değiliz. Dostlar sormamız iktiza eden sonsuz soru var ama bizler sormamayı tercih ediyoruz. Sonra da bildiğimizi ve tamam olduğumuzu sanıyoruz. Derin yanılgılar içindeyiz ama farkında değiliz. Merak etmiyor, sormuyor, akletmiyoruz. Ey insançocukları! Hakikaten zihnimiz allak bullak olmuş durumdadır. Yönümüzü ve yolumuzu kaybetmişiz. Kalbimiz kararsızlık girdaplarında naçar kalmış.  Mutlak hakikattir bu. Bildiklerimizi hakikat sanıyoruz ama yalanı yaşıyoruz, farkında değiliz. Peki, yapmamız icap eden nedir? Bendenize göre, muhakkak olarak ve hem kalben hem de zihnen iştirak ettiğim Buda’nın sözünü dinlemeliyiz. Geriye dönmeliyiz, en başa, gittiğimiz yeri en iyi görebileceğimiz yere. Çünkü kirliyiz, zihnen ve kalben kirlenmişiz. Hakikatler unutturulmuş ve yalanların mahkûmu olmuşuz. Yalanı hakikat bellemişiz.  Öyleyse köklerimize inmeliyiz. Tohumu görmeliyiz. Hangi topraktan beslendiğimizi, hangi güneşle ısındığımızı, hangi havayı soluduğumuzu, hangi suyu içtiğimizi bilmeliyiz. Bir bitki gibi bir insanın da yeniden ve daha gür gelişmesi için kökler değil midir en önemli olan. Dalları niçin budarlar? İlk yere, çıkış noktasına geri dönmek, gittiğin mesafeyi gözden geçirmek, nerede hata yaptığını daha net görmene de yardımcı olacaktır. Hatta ilerlemen nasıl daha sağlıklı olabilir bunu da tetkik etmene destek olacaktır. Bozukluk, yanlışlık, çürüklük, yol kayması, yön sapması nerede aranır ve nerede daha kolay anlaşılır? En temelde, en dipte, köklerde değil mi? Bir misal; en alelade bir eylemde bile istenmeyen sonuçlarla karşılaşıldığı zaman, nerede yanlış yapıldı diye ilk başa tekrar geri dönüp süreci yeni baştan gözden geçirmiyor muyuz? İşte olay budur!

 

 

Tanrı-insan-tabiat; tüm varlık âlemi bu üçleme düzleminde anlam kazanıyor. Yani kim bunu inkâr edebilir? Allah ol demiş yani istemiş ve âdemoğullarını yaratmış, tabiatı var etmiştir. Yani tüm âlem istemenin nesneleşmiş, vücut bulmuş halidir. Tanrı istemeseymiş, niçin isteme gereksiniminde bulunmuş, isterken bize sormuş mu gibi bir tepki gösterebilirsiniz velâkin bu tepki anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Evet, sorgulama yapabilirsiniz ama bu ne kabil olabilir ne de bir cevaba mülaki olabilirsiniz. Çünkü bu sorgulamanın asla karşılığı olmayacaktır, sonunda sizin çıkmaza düşmeniz kaderiniz olacaktır böyle bir sorgulamada. İnsanın gidebileceği yerler vardır, bir yerden sonra durmayı bilmek iktiza eder. Atı muayyen bir zirveye kadar sürebilirisiniz, sonrasında gem vurmak zorunda kalırsınız. Bu varlığın kanunudur. Akla da uygundur. Zorlama başarıyı getirmez, mağlubiyeti doğurur. Şimdi burada bir detaya girmek istiyorum; hani diyoruz ya, Tanrı niçin bize danışmamış, niçin bizim bilgimiz dışında bizim olmamızı istemiş diye; peki, niçin hiç aklımıza gelmiyor madde ya da tabiat veyahut tesadüfler bize sormamış diye sormak? Burada katıksız bir sahtekârlık yok mu? İşimize gelmez değil mi? Yaratıcı olarak Allah’ı ittihaz etmek zor geliyor ama kolayca tabiat, tesadüf, madde var etmiştir bizi diyoruz. Sözde akılcıyız ama akla bile ihanet ediyoruz. Geçelim! Artın bundan böyle tüm keşifler, buluşlar istemenin meyveleri oluyor ve istemenin dominant unsuru olan insan istedikçe yaratım gerçekleşiyor. Çünkü istemeyle varolan insanın fıtratına isteme dercediliyor. Allah istiyor insan oluyor, insan istiyor ve Allah’ın halk ettiği ne varsa zuhur ediyor. Binaenaleyh, insançocukları biteviye istemenin mahkûmu oluyor. İnsan istedikçe de Allah veriyor. Vermeyecek olsaydı istetmezdi çünkü. İnsan ihtiyaç sahibidir ve bu yüzden ister, istedikçe de ihtiyaçlarını temin eder. İster ki, istemesi, varoluşunun ön şartı olan üretimin muharrik gücüdür.

 

 

Yüce Allah takdir edip ol deyince oluvermiş ve nesneleşivermiş tüm evren, canlısıyla cansızıyla. Zaten ol sözü kifayet ediyor her şey. Zira ol deyince âlemde tebeyyün ediveriyor her şey. Ol demek diğer ifadeyle istemektir filhakika. Hani derler ya ilk evvelde söz varmış diye, ol’da söz değil midir? Mücerretin müşahhaslaşması değil midir? Akletmek çok soylu bir eylemdir. Sessiz bir eylemdir ama büyük bir eylemdir. Saçmalıklarla, safsatalarla, lüzumsuzluklarla iştigal edecek ne vaktim var ne de kuvvetim. Aklımızın yetmeyeceği kadar gerilere gidebilecek varsa buyursun. Zaten aklında bir sınırı olduğunu ittihaz etmeyen muhakkak alıktır. Gidebilende olmamış ya neyse. Gidemeyenlerde akla yenilip, her şeyi tesadüfe, kendini bile insanın eline teslim etmiş olan doğaya ve maddeye yormuşlar her şeyin evvelini. Bizde akla yenilenlere bir isim lütfetmişiz; filozof. Bu kişiler tabir caizse çakılmışlar, naçar kalmışlar ve çözüm sandıkları girdaplarda boğulmuşlar. Varlık üzerinde araştırmalar yapıp, çıkarımlarda bulunan tüm filozofları inceleyebilirsiniz. Varlığın hakikati budur. Çıkmaza düşünce çözümü basit analizlerde, çıkarımlarda bulmuşlar. Çok güvendikleri akılları para etmemiş bir yerden sonra. Yüzeysellikte boğulmuşlar. Her şeyi tesadüfe vermek aklın kabul edebileceği bir şey mi Allah aşkına? Akılla akla ihanettir bunun adı. Her şeyiyle insanın elinde olan madde insana can verecek öyle mi? Mutlak trajikomik bir haldir bu. Aynı şekilde bitevi kirlenen ve yok olmakta olan tabiat yaratacak ha ve üstelik yarattığı varlığa egemen olacak. yaratılışa absürt diyenler, absürtlüklerde boğulmaktadırlar amma farkında olamayacak kadar cahildirler. Bu mevzu üzerinde açıklamalarda bulunmak, bilim ve felsefe temelinde tetkiklere yeltenmek ferdi tatminden öteye geçemez ve mutlak neticesizliğe mahkûmdur. Kendi kendini aldatmaktır ve insanlığı uyutmaktır.

 

 

Batı nedir? Bendenize göre Batı melun bir şeytandır. Binaenaleyh şeytana her isyan, her kükreme bendenizi muhteşem bir gurura sevk eder. Batı yani Avrupa denilen şeytana güvenenler zayıf bir dayanak edinmişlerdir. Onları otorite olarak görenler şirke düşmüşlerdir.  Her nevi pisliğin, mikrobun evrene yayıldığı, insanı ve doğayı kirlettiği kaynaktır Batı. Peki, Batı’nın kökleri nereye dayanır yani Batı zihniyetini şekillendiren nedir? Bahsettiğimiz saçmalıklardır. Evet, Batı aklını kullanmış ve maddi terakki kaydetmiştir ama mana yönünden daima teddeniye gitmiştir. Akıl eğer en yüce yoldaşı olan kalbi kaybederse muhakkak şeytanlaşır. Batı’yı şeytanlaştıran da mutlak akılcılıktır. Batı ruhsuzdur. Filozofları Batı’nın gövdesinden ruhunu çalmıştır. Hakikatte çöküktür Batı ama maddi gücü bunu çöküntüyü örtmektedir. Bu yüzden de biteviye vampirlik yapmıştır. İnsanlığın kanını, yaşını ve terini emerek elde etmiştir tüm maddi gücünü. Yoksa maddi güce bile kendi çabasıyla erişmiş değildir. Filozofların aklı insanı ruhsuzluk girdaplarında naçar bırakmıştır, belirsizlik kuyularında boğmuştur. Bizim medeniyetimiz Peygamberlerin akıl-kalp-vicdan ortaklığı üzerinde yükselttikleri insan medeniyetidir. Batı uygarlığı ise, hırs, kin-kan-sömürü üzerinde yükselen bir uygarlıktır. Şeytanın uygarlığıdır filhakika Batı uygarlığı. Batı’yı bırak kendi özüne bak. Batı’yı Batıllaştıran filozoflar insanoğlunu bitevi ilerlemiş hayvan olarak addettiler. Bu yüzden akla ve kalbe değil, pençeye önem atfettiler ve zulme temayül gösterdiler. İnsanlık medeniyeti olan İslam medeniyetinde insan insanın cenneti iken, hayvanlık uygarlığı olan Batı uygarlığında insan insanın kurdu olmuştur.   

 

 

Batı Uygarlığı nezdinde evren adeta bir orman gibidir, insanlar ise o ormanda başıboş dolaşan ve bazı yetilere sahip olan az gelişmiş hayvanlardır. Bu yüzden Batı Uygarlığı nezdinde hayat vahşi bir çatışmadır ve güçlü olan kazanır, zayıf olan ise yok olur gider. Batı Uygarlığının kökü hayvanlıktır, dalları kin ve nefrettir, çiçekleri kandır, meyvesi ise zulüm ve sömürüdür. Hayvanlık Uygarlığı yeryüzünde kirletmedik, bozmadık, çürütmedik hiçbir değer bırakmamıştır ve sakat bir insan doğurmuştur. Yalanlamaya yürek gerek, o yüreğe sahip olan varsa yalanlasın. Darvin isimli saf faşist ise bu uygarlığın teorik temellerini atmıştır. Bunu Marks ve Engels’te itiraf etmişlerdir. Bilmiyorsan bana sormayacaksın, açıp okuyacak ve öğreneceksin. Delil mi istiyorsun? İnandığın küçük tanrılarını bile bilmiyorsan ve onları okumamışsan niçin saçmalıyorsun? İnsan diğer insanı parçalamaya ayarlanmış ve o şekilde eğitilmiş bir sırtlandır Batı Uygarlığının telakkisinde. Hayır, filozofların bile ikrar ettiğini inkâr edecek kadar cehaletin dibinde gezinen biri var mıdır ki acep? Hangi filozofa baksanız; insan ya şöyle ya da böyle bir hayvandır. Batı da pençedir önemli olan bebeğim! Siz bakmayın bilimde Batı’nın yüceltilip, yükseltildiğine. Bu diğer milletlerin Batı nezdinde aşağılık kompleksine kapılıp Batı’ya ram olmaları için tertip edilmiş kahpece bir tezgâhtır. Bilimin de, ilimin de temeli hem vallahi, hem billahi, hem tallahi Müslüman Türk Milletinin aziz evlatlarıdırlar. Ama bu hakikat hep gizlenmiştir. Ve bir de torunlar vazifelerini layığı ile ifa etmemişlerdir. Ki Batı da ki bilim adamları bile bitevi bu hayvanlık uygarlığını müdafaa yolunda kullanmışlardır bilimlerini. Batı, kin ve kandır. Zandır Batı. Madde için kıymadık can bırakmaz. Batı’dan sömürdüğü maddeyi alınız ve pençelerini sökünüz, kendi evlatları bile tükürmeye acırlar, çünkü tükürüklerine yazık olur. Batı, lanetli bir uygarlıktır. İnsana dair ne varsa düşmandır Batı. Batı, haddizatında insana düşmandır. Karar kuvvetindir ve haklı olan kuvvetli olandır. Filhakika, evrende ki tüm kavgaların, savaşların, çatışmaların en dibinde de bu zihniyeti aramak abesle iştigal olmaz. Faşizmin de, kapitalizmin de, komünizmin de, saklı sırlarını ve muhteşem büyüleyiciliğini de bu nüanslar da aramak iktiza eder. Evren ve insanlık, Faşist, Kapitalist ve Komünist tiranların ve baronların sultası ve kıskacı altındadır. Rabbim şahit olsun ki, bu hakikati hiçbir insanoğlu yalanlayamaz. Ayrıca bu ideolojilerin niçin silaha ve kana dayandığını lütfen tetkik ve tahlil ediniz, bakalım hangi neticelere ulaşacaksınız, ki ilerleyen zamanlarda biz burada değerlendirme yapacağız inşaallah. Bakmayın siz insanı bitevi hayvan yaptıklarına ve uygarlıklarını hayvani temele oturttuklarına, filhakika hayvana bile değer veremeyecek kadar hayvandan da aşağı bir uygarlıktır bu melun uygarlık. İnsan İslam’dır, İslam’da insandır. İslam insanın cennetidir, insan ise o cennetin müjdecisidir. İnsana, hayvana, bitkiye ve varlığın tüm tecessümlerine layık oldukları yeri ve değeri İslam’dan başka hiçbir şey vallahi, billahi, tallahi vermedi, veremez ve badema da veremeyecektir.

 

 

Yaratan Allah, küçük evren olan insandan, büyük insan olan evrenden ve ikisinin ortak ve karşılıklı etkileşiminden yani birlikte icra ettikleri eylemlerinden bir cümle kurmuş ve yazmış. Böyle dememiz de ki hikmet nedir? Mevcudiyeti, kendinden evvel var olan bir varlığın mevcudiyetine koşullu olmayan, aksine tüm varlığın Kendisinin mevcudiyetine koşullu olduğu sarsılmaz, yanlışlanamaz bir hakikat olan Allah’tır ve bu yargıya kati hüccetlerle varmış olduk. Öznesi insan, nesnesi doğa olan ve ikisinin birlikte hareket etmesiyle yüklemi ortaya çıkan bir cümle yazılmış ve o cümle evrende müşahhaslaşmış. Ne öznedir cümleyi tamamlayan ne de nesnedir, eylemdir cümleye anlam ve tamam olmuşluk katan. Eylem yoksa nesne de, özne de hükümsüzdür. Yani haddizatında özne ile nesne aynı yüksek öneme sahiptirler. Özne olmazsa olmaz, öznenin eylem yapabilmesi için de nesneye ihtiyacı vardır, yüklemsiz ise ikisi da ortada kalır. Yaratılışta ki saklı sır budur haddizatında. Bizler özne ve nesneye odaklanmışken, aslında daha derinlerde eylemin daha önemli bir fonksiyonunun olduğu ortaya çıkıyor sanki. Çünkü eylemsiz her şey anlamsız kalıyor. İnsan bile bir yerde hareket değil midir ve varolmak harekete merbut bir şey değil midir? Etkiye tepki gibi şey sanki değil mi? Ne insanoğlu eylemsiz varoluşunu gerçek kılabilir ne de üzerinde hareketin olmadığı bir tabiat anlam kazanabilir. Varsan, mutlaka hareket halindesindir. Hareketsizliği düşünsenize bir lütfen. Ölçü, nizam ve denge; işte hayat budur. Ki yaratılış budur. Özne nesneye dokunmak zorundadır, ki böylece eylem doğsun ve eylemle birlikte yaratım zuhur etsin. Eylem muhakkak ortaya çıkmalıdır, aksine ne cümle tamam olur ve var olur varlık âlemi. Cümlenin zuhuru haddizatında varoluşun gerçekleşmesidir özünde. Felsefe yapmayla, edebiyat parçalamayla iştigal edecek vaktimiz maalesef yok bebeğim! Hakiki olanların hakikatlere ihtiyacı var ve bizler ihtiyaçları karşılayıcılarız naçizane. Edebiyatçılar çok iyi bilirler ki, cümle öznesiz olmaz, o öznenin eylemini doğuracak bir nesne illaki bulunmalıdır, nihayet eylem spontane zuhur edecektir yani iş yapılacaktır. Vakıa budur bebeğim!

 

 

Yüce Kudret varlık âlemini var ediyor, varlık âlemi iki parçanın tümleşmesidir özünde. İnsanoğlu ve tabiat; özne insan ve nesne tabiat. Esas gaye; iki olgunun etkisi ve tepkisiyle ortaya çıkması istenen eylemdir, yani sonuçtur. Çünkü iki olguyu da anlamlandıracak olan şey; eylemdir. İki olgunun birbirine çarpması sonucu yaratım meydana geliyor ve bu yaratım ikisine de anlam katıyor ve iki olgunun varoluşuna hizmet ediyor. Hülasa, işin özünde, şeyler arasında mucizevî bir zincir vardır, iki olguyu da birbirine eklemleyen ve yine birbirlerine muhtaç kılan. Basit bir mantıkla aklediniz lütfen; insanoğlunun besine ihtiyacı var mıdır? Peki, bunu nasıl tedarik eder? Diyelim ki, hayvanlar aracılığı ile bu ihtiyacını kısmen karşılar. Hayvanlar, yaşamak için neye ihtiyaç hissederler? Birbirlerine. Ne gariptir ki, hayvanlar birbirlerine besin olurlarken, kendileri de insanlara besin olmaktadırlar. Yine hem insanlar hem de hayvanlar bitkilere de ihtiyaç duyarlar. Ya bitkilerin hiçbir şeye ihtiyaçları yok mudur? Toprak, güneş, hava ve su niçin vardır? En son tahlilde; şeylerin tümünün varoluşlarının temeli varır Allah’a dayanır. Mutlak ihtiyaç duyulan yegâne kudret Allah’tır. Var edende O’dur, varolanların varoluşlarına katkı sunan şeyleri var eden de O’dur. O, ol demedikçe yani dilemedikçe, istemedikçe olabilecek hiçbir şey yoktur. İhtiyacı var eden de O’dur, ihtiyaçları karşılayan da O’dur ve ihtiyaç duyanların sahibi de O’dur. İstemezse oldurmaz, karşılamazsa yaşanmaz, ama istenmez se de karşılamaz. Varlık âleminde ki tüm şeylerin özünde istemek saklıdır. Ne şayanı hayrettir ki; istediği için var eden Allah, var ettiğini de istemenin tutsağı kılıyor. İstenen olmada göreyim seni ve isteme de göreyim seni bebeğim! Allah olmazsa olmaz hiçbir şey, tek bir kımıldama bile. Hiçbir şeyin olmasın, Allah’ın varsa tamamdır. Her şeyin olsun Allah’ın yoksa neyin vardır? Derin tefekkürlere dalmak lazımdır bebeğim! İdrak zor iştir.

 

 

Bir şeyi illa gözün görmesine bağlarsanız aldanırsınız. Aklı görüyor musunuz? Akılsız düşünülebilir mi? tepkisiz durun, ama beyniniz durmuyor değil mi? Ve aynı şekilde kalbiniz de durmuyor. Hatta akıldan kalbe, kalpten akıla bir gelgit var gibi. Düşünce duyguya akıyor, duygu düşünceye akıyor gibi. Diyeceğimiz o ki; Allah’ı illa görmek isterseniz hem alıklık yaparsınız hem de çakılır kalırsınız. Sümmehaşa zaten Allah görüneydi, kuldan kalır mıydı farkı? Hissetmek diye bir şey vardır ve bu da gönlün derinliklerinde ortaya çıkar, çok derinden ihsas edilir. İşte insanı Allah’a ulaştıran o histir. Ki bendenize göre, bir olgunun, bir şeyin mevcudiyeti o olgunun ve şeyin hissedilmesine merbuttur. His bir gönülde hâsıl olur. Varolan bir şeyi varolan bir şeyin hissetmesi icap eder. Kendini bildiren, kendini bilecek, tanıyacak olan varlıklara ihtiyaç duyar. Ve insan yaratıldı; bilmesi, tanıması ve O’na kulluk yapması için. Kendisi bilinmek istedi, senin de bilmeni diledi. Allah var ve kullar var. Varlık âleminde, olgular ve şeyler yalnız olamazlar. İnsanın vazifesi, kendisine akıl ve gönül vereni tanıması, bilmesi ve ona itaat etmesidir. Ki âlemde ki varolan olgular ve şeyler kanalıyla Allah’ın varlığını hissetmemiz iktiza ettiğini, O’na mutlak akılla mülaki olmanın muhal olduğunu Önderimiz (sav) de ifade etmemişler midir? Bir cümleyi yazmasalardı ve onu dile getirdiği gerçekle anlamlı kılmasalardı, o cümlenin varlığından söz etmek kabil olur muydu? Ki gördüğünüz gibi cümle kapsayandır bir yerde, muhtevasına üç öğe vardır, ki haddizatında cümleyi yapan şey öğelerdir. Cümle öğelerdir ve öğeler birleşince cümle olmaktadırlar. Var, varolmanın bir hikmeti, gayesi muhakkak vardır. Bu dünyaya hayvanlar gibi otlamak için gelmiş değilsindir herhalde. O aklın, o gönlün bir ayrıcalığı olması iktiza eder değil mi? İnsanda ki hikmette budur işte. Tanınmak istedi ve tanıyacak birini halketti, tanıyacak olana akıl ve gönül bahşetti. İnsan istemeseydi, verecek olanı nasıl tanıyacaktı? Bura da bir yanlışlık yoktur, aksine tüm anlam buradadır. Cümle niçin kurulur? Kitabı yazanın gayesi nedir? Bilinecektir, okunacaktır.

 

 

Allah, halk ettiği olayları ve olguları fark edebilmesi, duyumsayabilmesi için de, insanoğluna idrak yetisini lütfetmiştir. Ki, evren denilen olgu ve bu olgunun bünyesinde zuhur eden olaylar da, insanoğlunun onu algılaması ve duyumsamasıyla gerçeklik kazanmakta değil midir? Şimdi eğer algıladığınız bir şey yoksa idrak edeceğiniz bir şey de yok demektir. Eğer olgu yoksa algılamanız iktiza eden bir durum da yoktur. Eğer algılama diye bir şey zuhur ediyorsa beyinlerinizin derinliklerinde karşınızda olgusal bir gerçeklik vardır. Eğer zihniniz de sizi yargıya götüren ve kavrama durumu hâsıl olmuşsa, o zaman algısal bir durumda hâsıl olmuştur. Bir şeyin varlığına yönelik derununuzda oluşan his, bir şeyin yokluğuna yönelik oluşan histen sonsuz derece de daha baskındır. Hatta yokluğa dair hisler zorlamadır, spontane değildir. Ama varlığa dair hisler spontanedir. Çünkü yokluk âleminde değil varlık âleminde yaşıyoruz. Bu yüzden şeyler var olmasaydılar zaten, varlığa dair bir hissin de bizde barınması muhal olurdu. Hissediyoruz ki devasa bir evrenin göbeğinde dönüp duran yolcularız. Her yönümüz ulvi eserlerle lebalep. Bakışlarımızı yok etmemiz kabil midir? Beynimizi ve kalbimizi söküp çıkarmamız kabil midir? Ki her şeyi bırakınız, zatlarınızın mevcudiyetleri bile emsalsiz bir eser değil midir? Peki, bir eserin sahibinin olmaması mantıkla izah edilebilir mi? Bir madde düşün, renk, biçim, şekil verilmiş bir madde düşünün, bu maddeye değen bir el olmasa, bu madde değişime uğrar mı? Yani eller üstünde bir el vardır ve o eli hissetmemek zorlamadır. Zihin olarak zorlanır insan ama gönül olarak asla. İşte bu yüzden his, gönüllerde meydana gelen bir şeydir. Yüce hakikatler bu yüzden gönüller de hissedilir. Çünkü saf mantık, biraz şeytanidir. Ustası olmayan bir eser bulmak muhaldir ya da bulmaya tevessül etmek mutlak olarak ahmaklıktır. Yüce ve yegâne Önder (sav) ne diyordu; ‘’halk edilenler üzerinde derin tefekkürlere dalınız ama Hâlık hakkında tefekküre tevessül etmeyiniz, çünkü buna gücünüz asla yetmez, bataklığa saplanırsınız ve yolunuzu, yönünüzü sapıtırsınız.’’  

 

 

İnsan haddini ve hududunu bilmeli. Akıl kuşunun her yere kanat çırpamayacağını idrak etmeli. Zirvelere at sürülür mü bebeğim!? Gücün yetmez buna ve ne de atın gider. Gücüm yeter deme, mahcup olursun. Uçurum diye bir şey var değil mi? Aklına fazla güvenme şeytanlaşırsın, akla güveni terk edersen yarı yolda kalırsın. Akıl, kalbin kararlarına boyun eğmesini bilmeli icabında. Bir eser sana mutlaka sahibini tanıtacaktır. Cümlenin muhteşemliği cümleyi kuranın kabiliyetinin tescilidir. Öyleyse evren ve insan da Yüce Allah’ın kudretinin ispatıdır. Evreni ve insanı doğru okursan Rabbini de bilirsin. İnsanda ki ve evrende ki fevkalade ölçü ve nizam, o ölçüyü ve nizamı tayin edenin yüceliğine mutlak hüccettir. Sadece namuslu tefekkür size tüm sırların kapısını aralayacaktır. Aleyhinize de olsa hakikati bulduğunuz zaman ikrar edeceksiniz ve ittihaz etmekte tereddüt etmeyeceksiniz. Ama bizler peşin hükümle hareket ediyoruz. Ya ulaştığımız sonuçlar bildiklerimizi boşa çıkarırsa diye korkuyoruz. Ya bildiklerimiz yanlışsa diye hiç düşünmüyoruz. Zavallı bir okumamız var bizim. Ne namusluca okuyoruz ne de namusluca düşünüyoruz, nihayet dövüşmemiz de namussuzca oluyor. Anlamak ve anlayarak yaşamak kadar soylu bir şey yok yemin ediyorum. Anlamsızlıklar ve belirsizlikler içinde boğuluyoruz. Kalitesiz yaşıyoruz. Kaliteyi, pahalı zevklerde arıyoruz; pahalı giyimde, pahalı mekânlarda, pahalı yemeklerde. Oysa kalite ruhtadır, kafadadır bebeğim!

Tarih: 01.02.2015 Okunma: 671

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?