Bir şeyler okuyanda hemen âlemin fikricisi, bilgi kaynağı
olduğunu düşünüyor. Diğer insanları hor ve hakir görüyor. Kendini bir halt
sanıyor, herkese üst perdeden bakış fırlatıyor. Oysa hakikatte tam bir
zırcahildir baksanız, dinleseniz. Güya bir şeyler talim etmiş ya, bir iki laf
öğrenmiş ya oğlumuz ya da kızımız, gayrı her şey ondan sorulur, bir şeyler sorup
öğreneceğiniz tek kişi odur. Aydın odur ve küçücük beyniyle insanlığı
aydınlatacak odur. Oysa beyne bilgi yığmakla olmuyor bu işler. İnce anlayışla,
bilgi bir yerde ters düşer. Bazıları vardır yalar yutar ama anlayış diye bir
şey yoktur. Bazıları vardır bir cümle okur, oradan evrenin sırlarına ulaşır.
Çünkü ilimde niyet önemlidir. Kimi vardır caka satmak için talim eder, kimi
vardır kendi derununa yolculuk etmek ve insanları da kendi kendilerine doğru
yolculuğa çıkarmak için talim eder. İnsan, niyeti ve gayretidir. Allah insana
ne kadar yakındır deseler, insan Allah’a ne kadar yakınsa o kadar yakındır
derler. Niyetin ve gayretin yoksa sen de yoksun, hatta hiçsin bu dünyada. Bu
ilke varlığın acımasız ilkesidir. Herkes emeğinin rehinidir. Harcadığın bir güç
yoksa alacağın bir verim de, ürün de yoktur. Durum bu kadar net ve basittir. Binaenaleyh,
başkalarını küçük, nakıs olarak görme, kendini ise kemale ermiş, her şeyi
anlamış olarak bilme hastalığından kurtulmalıdır insan. Ne sen müstağni
olabilirsin ne de başkaları
başkalarına mutlak olarak muhtaçtır. Hiçbir insançocuğu, ne tamamdır ne
müstağnidir. Herkes eksiktir ve muhtaçtır. Her insanteki eksikliğini gidermeye,
ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır bu dünyada. Vakıa budur. Gayrısı
ahmaklıktır.
Söyleyin; Allah, vatan, namus aşkına söyleyin; siz kendinizi
değiştirmezseniz, sizi kim değiştirir? Önce siz değişeceksiniz ki, değişmek
iradesini göstereceksiniz ki, sizi kim değiştirecekse o zaman değiştirsin.
Çünkü sizin istemeniz varsa şayet, mutla bir verecekte vardır. Çünkü vermek
istemeye merbuttur. Lütfen Rad Suresi 11. Ayete bakınız. Siz kendinizi
alçaklığa mahkûm ederseniz, başkasından sizi yükseltmesini bekleyemezsiniz.
Lütfen Şems Suresi 9. ve 10. Ayetlere bakınız. Hülasa; değişmekte size bağlı,
yükselmekte size bağlı. Çünkü size akıl ve irade vermiş Allah. Ama ne gariptir
ki, Allah’ın verdiği iki yüce nimeti kullanmayıp, gideriz başkalarının bizi
değiştirmesini ve yükseltmesini umarız, bekleriz. Misal; sen adam olup kendini
değiştirmezsen, Avrupalı olmakla bir anda değişip, yükseleceğini mi sanıyorsun
behey ahmak oğlu ahmak? Cahiliz dostlarım hakikaten cahiliz. Bilmiyoruz,
bilmediğimizi de bilmiyoruz. Yani zırcahiliz. Bilmişlik taslıyoruz, millet
biliyor sansın diye. Ah keşke sanmaklarla hayat yaşansaydı! Mezkûr ayetler
bizlere mutlak necat yolunu işaret ediyorlar. Ve filhakika olanca kaotizmin
ortasında kutsal basitliği deşifre ediyorlar. Tabi idrak edecek zekâmız varsa.
Demek ki, belirsizlik için debelenmeye, boğulmaya, karanlıklarda kaybolmaya hiç
gerek yokmuş. Aydınlığa yönlendiren işaretleri takip etmen kifayet edermiş. Yol
malummuş, yön açıkmış, pusula gözümüzün önündeymiş. İlahımız tüm
mevcudiyetimizde ihata etmiş, Önderimiz bitevi bize hakikati haber veriyormuş.
Ey insan! Gönlünü temizlemen gerek, hakikati gönlüne getirmen için. Dile kolay
gelir şeyler, şeyler gönülde yer etmiş mi ona bak sen hey ahbap! İçtenlik,
samimiyet, dürüstlük lazım bize. Ne sebepsiz sonuç vardır, ne de sonuçsuz
eylem. Ne de bir bedeli olmayan hareket vardır. Ve ne de hareketsiz hayat
kabildir. Esbaba sımsıkı sarılacaksın. Değiştirilmen
için değişmelisin. Yüceltilmen için nefsini tüm kirlerden, kötülüklerden
tezkiye etmelisin. Sen değişmedikçe, yücelmedikçe, toplum asla değişmeyecek ve
yücelmeyecektir. Olacak olan şey; senin bitevi sahtekârca ve müraice ağlaman
olacaktır. Adam olmayanı kimse adam etmez ya da etse bile şerefini ezerek adam
eder bebeğim! Kalbin ve beynin mütenasip eylesin, eğer vücudun bu iki önemli
merkezi uyum içinde değilse, her şey boşlukta asılı kalmaya mahkûmdur. Uzun bir girizgâh oldu bizimkisi, lütfen
anlayışla karşılayın asil, soylu ve mümtaz dostlarım. İlerleyen süreçte niçin
böyle bir ilk adım attığım spontane ortaya çıkacaktır. Hem yorduk sizleri, hem
de yorulduk bizler ama bir işe ilk adımı atmak, bir binaya ilk taşı koymak
kadar sonsuz zor inanın.
‘’İnsan çok
ilerlediği zaman yarı yolda aklı karışıp, kalbi kararsızlığa düşebilir. İşte o
zaman geri dönmelidir. Gittiği yeri açıkça görebileceği yere, ilk adımı attığı
yere, en başa’’ diyor Buda. Öyle bir evrenin misafiriyiz ki, daha yaşadığımız
evrenin özelliği, muhtevası, hususiyeti hakkında tafsilatlı ve derin bir
bilgiden mahrumuz. Fani olan bu evrende baki olan bir şey var mı, yok mu
bilmiyoruz ama sormuyoruz da. Bu evrenle hangi düzeyde bir ilişki ve iletişim
içindeyiz tespit edebilmiş değiliz. Biz bu evrende neredeyiz ve bu evrende ki
yerimizde nasıl davranmalıyız idrakine varmış değiliz. Dostlar sormamız iktiza
eden sonsuz soru var ama bizler sormamayı tercih ediyoruz. Sonra da bildiğimizi
ve tamam olduğumuzu sanıyoruz. Derin yanılgılar içindeyiz ama farkında değiliz.
Merak etmiyor, sormuyor, akletmiyoruz. Ey insançocukları! Hakikaten zihnimiz
allak bullak olmuş durumdadır. Yönümüzü ve yolumuzu kaybetmişiz. Kalbimiz
kararsızlık girdaplarında naçar kalmış. Mutlak
hakikattir bu. Bildiklerimizi hakikat sanıyoruz ama yalanı yaşıyoruz, farkında
değiliz. Peki, yapmamız icap eden nedir? Bendenize göre, muhakkak olarak ve hem
kalben hem de zihnen iştirak ettiğim Buda’nın sözünü dinlemeliyiz. Geriye
dönmeliyiz, en başa, gittiğimiz yeri en iyi görebileceğimiz yere. Çünkü
kirliyiz, zihnen ve kalben kirlenmişiz. Hakikatler unutturulmuş ve yalanların
mahkûmu olmuşuz. Yalanı hakikat bellemişiz. Öyleyse köklerimize inmeliyiz. Tohumu
görmeliyiz. Hangi topraktan beslendiğimizi, hangi güneşle ısındığımızı, hangi
havayı soluduğumuzu, hangi suyu içtiğimizi bilmeliyiz. Bir bitki gibi bir
insanın da yeniden ve daha gür gelişmesi için kökler değil midir en önemli
olan. Dalları niçin budarlar? İlk yere, çıkış noktasına geri dönmek, gittiğin
mesafeyi gözden geçirmek, nerede hata yaptığını daha net görmene de yardımcı
olacaktır. Hatta ilerlemen nasıl daha sağlıklı olabilir bunu da tetkik etmene
destek olacaktır. Bozukluk, yanlışlık, çürüklük, yol kayması, yön sapması
nerede aranır ve nerede daha kolay anlaşılır? En temelde, en dipte, köklerde
değil mi? Bir misal; en alelade bir eylemde bile istenmeyen sonuçlarla
karşılaşıldığı zaman, nerede yanlış yapıldı diye ilk başa tekrar geri dönüp
süreci yeni baştan gözden geçirmiyor muyuz? İşte olay budur!
Tanrı-insan-tabiat; tüm varlık âlemi bu üçleme düzleminde
anlam kazanıyor. Yani kim bunu inkâr edebilir? Allah ol demiş yani istemiş ve
âdemoğullarını yaratmış, tabiatı var etmiştir. Yani tüm âlem istemenin
nesneleşmiş, vücut bulmuş halidir. Tanrı istemeseymiş, niçin isteme
gereksiniminde bulunmuş, isterken bize sormuş mu gibi bir tepki
gösterebilirsiniz velâkin bu tepki anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
Evet, sorgulama yapabilirsiniz ama bu ne kabil olabilir ne de bir cevaba mülaki
olabilirsiniz. Çünkü bu sorgulamanın asla karşılığı olmayacaktır, sonunda sizin
çıkmaza düşmeniz kaderiniz olacaktır böyle bir sorgulamada. İnsanın
gidebileceği yerler vardır, bir yerden sonra durmayı bilmek iktiza eder. Atı
muayyen bir zirveye kadar sürebilirisiniz, sonrasında gem vurmak zorunda
kalırsınız. Bu varlığın kanunudur. Akla da uygundur. Zorlama başarıyı getirmez,
mağlubiyeti doğurur. Şimdi burada bir detaya girmek istiyorum; hani diyoruz ya,
Tanrı niçin bize danışmamış, niçin bizim bilgimiz dışında bizim olmamızı
istemiş diye; peki, niçin hiç aklımıza gelmiyor madde ya da tabiat veyahut
tesadüfler bize sormamış diye sormak? Burada katıksız bir sahtekârlık yok mu?
İşimize gelmez değil mi? Yaratıcı olarak Allah’ı ittihaz etmek zor geliyor ama
kolayca tabiat, tesadüf, madde var etmiştir bizi diyoruz. Sözde akılcıyız ama
akla bile ihanet ediyoruz. Geçelim! Artın bundan böyle tüm keşifler, buluşlar
istemenin meyveleri oluyor ve istemenin dominant unsuru olan insan istedikçe
yaratım gerçekleşiyor. Çünkü istemeyle varolan insanın fıtratına isteme
dercediliyor. Allah istiyor insan oluyor, insan istiyor ve Allah’ın halk ettiği
ne varsa zuhur ediyor. Binaenaleyh, insançocukları biteviye istemenin mahkûmu
oluyor. İnsan istedikçe de Allah veriyor. Vermeyecek olsaydı istetmezdi çünkü.
İnsan ihtiyaç sahibidir ve bu yüzden ister, istedikçe de ihtiyaçlarını temin
eder. İster ki, istemesi, varoluşunun ön şartı olan üretimin muharrik gücüdür.
Yüce Allah takdir edip ol deyince oluvermiş ve
nesneleşivermiş tüm evren, canlısıyla cansızıyla. Zaten ol sözü kifayet ediyor
her şey. Zira ol deyince âlemde tebeyyün ediveriyor her şey. Ol demek diğer
ifadeyle istemektir filhakika. Hani derler ya ilk evvelde söz varmış diye,
ol’da söz değil midir? Mücerretin müşahhaslaşması değil midir? Akletmek çok
soylu bir eylemdir. Sessiz bir eylemdir ama büyük bir eylemdir. Saçmalıklarla,
safsatalarla, lüzumsuzluklarla iştigal edecek ne vaktim var ne de kuvvetim. Aklımızın
yetmeyeceği kadar gerilere gidebilecek varsa buyursun. Zaten aklında bir sınırı
olduğunu ittihaz etmeyen muhakkak alıktır. Gidebilende olmamış ya neyse.
Gidemeyenlerde akla yenilip, her şeyi tesadüfe, kendini bile insanın eline
teslim etmiş olan doğaya ve maddeye yormuşlar her şeyin evvelini. Bizde akla
yenilenlere bir isim lütfetmişiz; filozof. Bu kişiler tabir caizse çakılmışlar,
naçar kalmışlar ve çözüm sandıkları girdaplarda boğulmuşlar. Varlık üzerinde
araştırmalar yapıp, çıkarımlarda bulunan tüm filozofları inceleyebilirsiniz. Varlığın
hakikati budur. Çıkmaza düşünce çözümü basit analizlerde, çıkarımlarda
bulmuşlar. Çok güvendikleri akılları para etmemiş bir yerden sonra.
Yüzeysellikte boğulmuşlar. Her şeyi tesadüfe vermek aklın kabul edebileceği bir
şey mi Allah aşkına? Akılla akla ihanettir bunun adı. Her şeyiyle insanın
elinde olan madde insana can verecek öyle mi? Mutlak trajikomik bir haldir bu. Aynı
şekilde bitevi kirlenen ve yok olmakta olan tabiat yaratacak ha ve üstelik
yarattığı varlığa egemen olacak. yaratılışa absürt diyenler, absürtlüklerde
boğulmaktadırlar amma farkında olamayacak kadar cahildirler. Bu mevzu üzerinde
açıklamalarda bulunmak, bilim ve felsefe temelinde tetkiklere yeltenmek ferdi
tatminden öteye geçemez ve mutlak neticesizliğe mahkûmdur. Kendi kendini
aldatmaktır ve insanlığı uyutmaktır.
Batı nedir? Bendenize göre Batı melun bir şeytandır. Binaenaleyh
şeytana her isyan, her kükreme bendenizi muhteşem bir gurura sevk eder. Batı
yani Avrupa denilen şeytana güvenenler zayıf bir dayanak edinmişlerdir. Onları
otorite olarak görenler şirke düşmüşlerdir. Her nevi pisliğin, mikrobun evrene yayıldığı,
insanı ve doğayı kirlettiği kaynaktır Batı. Peki, Batı’nın kökleri nereye
dayanır yani Batı zihniyetini şekillendiren nedir? Bahsettiğimiz
saçmalıklardır. Evet, Batı aklını kullanmış ve maddi terakki kaydetmiştir ama
mana yönünden daima teddeniye gitmiştir. Akıl eğer en yüce yoldaşı olan kalbi
kaybederse muhakkak şeytanlaşır. Batı’yı şeytanlaştıran da mutlak akılcılıktır.
Batı ruhsuzdur. Filozofları Batı’nın gövdesinden ruhunu çalmıştır. Hakikatte
çöküktür Batı ama maddi gücü bunu çöküntüyü örtmektedir. Bu yüzden de biteviye
vampirlik yapmıştır. İnsanlığın kanını, yaşını ve terini emerek elde etmiştir
tüm maddi gücünü. Yoksa maddi güce bile kendi çabasıyla erişmiş değildir.
Filozofların aklı insanı ruhsuzluk girdaplarında naçar bırakmıştır, belirsizlik
kuyularında boğmuştur. Bizim medeniyetimiz Peygamberlerin akıl-kalp-vicdan
ortaklığı üzerinde yükselttikleri insan medeniyetidir. Batı uygarlığı ise,
hırs, kin-kan-sömürü üzerinde yükselen bir uygarlıktır. Şeytanın uygarlığıdır
filhakika Batı uygarlığı. Batı’yı bırak kendi özüne bak. Batı’yı Batıllaştıran
filozoflar insanoğlunu bitevi ilerlemiş hayvan olarak addettiler. Bu yüzden akla
ve kalbe değil, pençeye önem atfettiler ve zulme temayül gösterdiler. İnsanlık
medeniyeti olan İslam medeniyetinde insan insanın cenneti iken, hayvanlık
uygarlığı olan Batı uygarlığında insan insanın kurdu olmuştur.
Batı Uygarlığı nezdinde evren adeta bir orman gibidir,
insanlar ise o ormanda başıboş dolaşan ve bazı yetilere sahip olan az gelişmiş
hayvanlardır. Bu yüzden Batı Uygarlığı nezdinde hayat vahşi bir çatışmadır ve
güçlü olan kazanır, zayıf olan ise yok olur gider. Batı Uygarlığının kökü hayvanlıktır,
dalları kin ve nefrettir, çiçekleri kandır, meyvesi ise zulüm ve sömürüdür.
Hayvanlık Uygarlığı yeryüzünde kirletmedik, bozmadık, çürütmedik hiçbir değer
bırakmamıştır ve sakat bir insan doğurmuştur. Yalanlamaya yürek gerek, o yüreğe
sahip olan varsa yalanlasın. Darvin isimli saf faşist ise bu uygarlığın teorik
temellerini atmıştır. Bunu Marks ve Engels’te itiraf etmişlerdir. Bilmiyorsan
bana sormayacaksın, açıp okuyacak ve öğreneceksin. Delil mi istiyorsun?
İnandığın küçük tanrılarını bile bilmiyorsan ve onları okumamışsan niçin
saçmalıyorsun? İnsan diğer insanı parçalamaya ayarlanmış ve o şekilde eğitilmiş
bir sırtlandır Batı Uygarlığının telakkisinde. Hayır, filozofların bile ikrar
ettiğini inkâr edecek kadar cehaletin dibinde gezinen biri var mıdır ki acep? Hangi
filozofa baksanız; insan ya şöyle ya da böyle bir hayvandır. Batı da pençedir
önemli olan bebeğim! Siz bakmayın bilimde Batı’nın yüceltilip, yükseltildiğine.
Bu diğer milletlerin Batı nezdinde aşağılık kompleksine kapılıp Batı’ya ram olmaları
için tertip edilmiş kahpece bir tezgâhtır. Bilimin de, ilimin de temeli hem
vallahi, hem billahi, hem tallahi Müslüman Türk Milletinin aziz
evlatlarıdırlar. Ama bu hakikat hep gizlenmiştir. Ve bir de torunlar
vazifelerini layığı ile ifa etmemişlerdir. Ki Batı da ki bilim adamları bile
bitevi bu hayvanlık uygarlığını müdafaa yolunda kullanmışlardır bilimlerini. Batı,
kin ve kandır. Zandır Batı. Madde için kıymadık can bırakmaz. Batı’dan
sömürdüğü maddeyi alınız ve pençelerini sökünüz, kendi evlatları bile tükürmeye
acırlar, çünkü tükürüklerine yazık olur. Batı, lanetli bir uygarlıktır. İnsana
dair ne varsa düşmandır Batı. Batı, haddizatında insana düşmandır. Karar
kuvvetindir ve haklı olan kuvvetli olandır. Filhakika, evrende ki tüm
kavgaların, savaşların, çatışmaların en dibinde de bu zihniyeti aramak abesle
iştigal olmaz. Faşizmin de, kapitalizmin de, komünizmin de, saklı sırlarını ve
muhteşem büyüleyiciliğini de bu nüanslar da aramak iktiza eder. Evren ve
insanlık, Faşist, Kapitalist ve Komünist tiranların ve baronların sultası ve
kıskacı altındadır. Rabbim şahit olsun ki, bu hakikati hiçbir insanoğlu
yalanlayamaz. Ayrıca bu ideolojilerin niçin silaha ve kana dayandığını lütfen
tetkik ve tahlil ediniz, bakalım hangi neticelere ulaşacaksınız, ki ilerleyen
zamanlarda biz burada değerlendirme yapacağız inşaallah. Bakmayın siz insanı
bitevi hayvan yaptıklarına ve uygarlıklarını hayvani temele oturttuklarına,
filhakika hayvana bile değer veremeyecek kadar hayvandan da aşağı bir
uygarlıktır bu melun uygarlık. İnsan İslam’dır, İslam’da insandır. İslam
insanın cennetidir, insan ise o cennetin müjdecisidir. İnsana, hayvana, bitkiye
ve varlığın tüm tecessümlerine layık oldukları yeri ve değeri İslam’dan başka
hiçbir şey vallahi, billahi, tallahi vermedi, veremez ve badema da
veremeyecektir.
Yaratan Allah, küçük evren olan insandan, büyük insan olan
evrenden ve ikisinin ortak ve karşılıklı etkileşiminden yani birlikte icra
ettikleri eylemlerinden bir cümle kurmuş ve yazmış. Böyle dememiz de ki hikmet
nedir? Mevcudiyeti, kendinden evvel var olan bir varlığın mevcudiyetine koşullu
olmayan, aksine tüm varlığın Kendisinin mevcudiyetine koşullu olduğu sarsılmaz,
yanlışlanamaz bir hakikat olan Allah’tır ve bu yargıya kati hüccetlerle varmış
olduk. Öznesi insan, nesnesi doğa olan ve ikisinin birlikte hareket etmesiyle
yüklemi ortaya çıkan bir cümle yazılmış ve o cümle evrende müşahhaslaşmış. Ne
öznedir cümleyi tamamlayan ne de nesnedir, eylemdir cümleye anlam ve tamam
olmuşluk katan. Eylem yoksa nesne de, özne de hükümsüzdür. Yani haddizatında
özne ile nesne aynı yüksek öneme sahiptirler. Özne olmazsa olmaz, öznenin eylem
yapabilmesi için de nesneye ihtiyacı vardır, yüklemsiz ise ikisi da ortada
kalır. Yaratılışta ki saklı sır budur haddizatında. Bizler özne ve nesneye
odaklanmışken, aslında daha derinlerde eylemin daha önemli bir fonksiyonunun
olduğu ortaya çıkıyor sanki. Çünkü eylemsiz her şey anlamsız kalıyor. İnsan
bile bir yerde hareket değil midir ve varolmak harekete merbut bir şey değil
midir? Etkiye tepki gibi şey sanki değil mi? Ne insanoğlu eylemsiz varoluşunu
gerçek kılabilir ne de üzerinde hareketin olmadığı bir tabiat anlam
kazanabilir. Varsan, mutlaka hareket halindesindir. Hareketsizliği düşünsenize
bir lütfen. Ölçü, nizam ve denge; işte hayat budur. Ki yaratılış budur. Özne
nesneye dokunmak zorundadır, ki böylece eylem doğsun ve eylemle birlikte
yaratım zuhur etsin. Eylem muhakkak ortaya çıkmalıdır, aksine ne cümle tamam
olur ve var olur varlık âlemi. Cümlenin zuhuru haddizatında varoluşun
gerçekleşmesidir özünde. Felsefe yapmayla, edebiyat parçalamayla iştigal edecek
vaktimiz maalesef yok bebeğim! Hakiki olanların hakikatlere ihtiyacı var ve
bizler ihtiyaçları karşılayıcılarız naçizane. Edebiyatçılar çok iyi bilirler
ki, cümle öznesiz olmaz, o öznenin eylemini doğuracak bir nesne illaki
bulunmalıdır, nihayet eylem spontane zuhur edecektir yani iş yapılacaktır.
Vakıa budur bebeğim!
Yüce Kudret varlık âlemini var ediyor, varlık âlemi iki
parçanın tümleşmesidir özünde. İnsanoğlu ve tabiat; özne insan ve nesne tabiat.
Esas gaye; iki olgunun etkisi ve tepkisiyle ortaya çıkması istenen eylemdir,
yani sonuçtur. Çünkü iki olguyu da anlamlandıracak olan şey; eylemdir. İki
olgunun birbirine çarpması sonucu yaratım meydana geliyor ve bu yaratım ikisine
de anlam katıyor ve iki olgunun varoluşuna hizmet ediyor. Hülasa, işin özünde,
şeyler arasında mucizevî bir zincir vardır, iki olguyu da birbirine eklemleyen
ve yine birbirlerine muhtaç kılan. Basit bir mantıkla aklediniz lütfen;
insanoğlunun besine ihtiyacı var mıdır? Peki, bunu nasıl tedarik eder? Diyelim
ki, hayvanlar aracılığı ile bu ihtiyacını kısmen karşılar. Hayvanlar, yaşamak
için neye ihtiyaç hissederler? Birbirlerine. Ne gariptir ki, hayvanlar
birbirlerine besin olurlarken, kendileri de insanlara besin olmaktadırlar. Yine
hem insanlar hem de hayvanlar bitkilere de ihtiyaç duyarlar. Ya bitkilerin
hiçbir şeye ihtiyaçları yok mudur? Toprak, güneş, hava ve su niçin vardır? En
son tahlilde; şeylerin tümünün varoluşlarının temeli varır Allah’a dayanır.
Mutlak ihtiyaç duyulan yegâne kudret Allah’tır. Var edende O’dur, varolanların
varoluşlarına katkı sunan şeyleri var eden de O’dur. O, ol demedikçe yani
dilemedikçe, istemedikçe olabilecek hiçbir şey yoktur. İhtiyacı var eden de
O’dur, ihtiyaçları karşılayan da O’dur ve ihtiyaç duyanların sahibi de O’dur.
İstemezse oldurmaz, karşılamazsa yaşanmaz, ama istenmez se de karşılamaz. Varlık
âleminde ki tüm şeylerin özünde istemek saklıdır. Ne şayanı hayrettir ki;
istediği için var eden Allah, var ettiğini de istemenin tutsağı kılıyor. İstenen
olmada göreyim seni ve isteme de göreyim seni bebeğim! Allah olmazsa olmaz
hiçbir şey, tek bir kımıldama bile. Hiçbir şeyin olmasın, Allah’ın varsa
tamamdır. Her şeyin olsun Allah’ın yoksa neyin vardır? Derin tefekkürlere
dalmak lazımdır bebeğim! İdrak zor iştir.
Bir şeyi illa gözün görmesine bağlarsanız aldanırsınız. Aklı
görüyor musunuz? Akılsız düşünülebilir mi? tepkisiz durun, ama beyniniz
durmuyor değil mi? Ve aynı şekilde kalbiniz de durmuyor. Hatta akıldan kalbe,
kalpten akıla bir gelgit var gibi. Düşünce duyguya akıyor, duygu düşünceye
akıyor gibi. Diyeceğimiz o ki; Allah’ı illa görmek isterseniz hem alıklık
yaparsınız hem de çakılır kalırsınız. Sümmehaşa zaten Allah görüneydi, kuldan
kalır mıydı farkı? Hissetmek diye bir şey vardır ve bu da gönlün
derinliklerinde ortaya çıkar, çok derinden ihsas edilir. İşte insanı Allah’a
ulaştıran o histir. Ki bendenize göre, bir olgunun, bir şeyin mevcudiyeti o
olgunun ve şeyin hissedilmesine merbuttur. His bir gönülde hâsıl olur. Varolan
bir şeyi varolan bir şeyin hissetmesi icap eder. Kendini bildiren, kendini
bilecek, tanıyacak olan varlıklara ihtiyaç duyar. Ve insan yaratıldı; bilmesi,
tanıması ve O’na kulluk yapması için. Kendisi bilinmek istedi, senin de bilmeni
diledi. Allah var ve kullar var. Varlık âleminde, olgular ve şeyler yalnız
olamazlar. İnsanın vazifesi, kendisine akıl ve gönül vereni tanıması, bilmesi
ve ona itaat etmesidir. Ki âlemde ki varolan olgular ve şeyler kanalıyla
Allah’ın varlığını hissetmemiz iktiza ettiğini, O’na mutlak akılla mülaki
olmanın muhal olduğunu Önderimiz (sav) de ifade etmemişler midir? Bir cümleyi
yazmasalardı ve onu dile getirdiği gerçekle anlamlı kılmasalardı, o cümlenin
varlığından söz etmek kabil olur muydu? Ki gördüğünüz gibi cümle kapsayandır
bir yerde, muhtevasına üç öğe vardır, ki haddizatında cümleyi yapan şey
öğelerdir. Cümle öğelerdir ve öğeler birleşince cümle olmaktadırlar. Var,
varolmanın bir hikmeti, gayesi muhakkak vardır. Bu dünyaya hayvanlar gibi
otlamak için gelmiş değilsindir herhalde. O aklın, o gönlün bir ayrıcalığı
olması iktiza eder değil mi? İnsanda ki hikmette budur işte. Tanınmak istedi ve
tanıyacak birini halketti, tanıyacak olana akıl ve gönül bahşetti. İnsan
istemeseydi, verecek olanı nasıl tanıyacaktı? Bura da bir yanlışlık yoktur,
aksine tüm anlam buradadır. Cümle niçin kurulur? Kitabı yazanın gayesi nedir?
Bilinecektir, okunacaktır.
Allah, halk ettiği olayları ve olguları fark edebilmesi,
duyumsayabilmesi için de, insanoğluna idrak yetisini lütfetmiştir. Ki, evren
denilen olgu ve bu olgunun bünyesinde zuhur eden olaylar da, insanoğlunun onu
algılaması ve duyumsamasıyla gerçeklik kazanmakta değil midir? Şimdi eğer
algıladığınız bir şey yoksa idrak edeceğiniz bir şey de yok demektir. Eğer olgu
yoksa algılamanız iktiza eden bir durum da yoktur. Eğer algılama diye bir şey
zuhur ediyorsa beyinlerinizin derinliklerinde karşınızda olgusal bir gerçeklik
vardır. Eğer zihniniz de sizi yargıya götüren ve kavrama durumu hâsıl olmuşsa,
o zaman algısal bir durumda hâsıl olmuştur. Bir şeyin varlığına yönelik
derununuzda oluşan his, bir şeyin yokluğuna yönelik oluşan histen sonsuz derece
de daha baskındır. Hatta yokluğa dair hisler zorlamadır, spontane değildir. Ama
varlığa dair hisler spontanedir. Çünkü yokluk âleminde değil varlık âleminde
yaşıyoruz. Bu yüzden şeyler var olmasaydılar zaten, varlığa dair bir hissin de
bizde barınması muhal olurdu. Hissediyoruz ki devasa bir evrenin göbeğinde
dönüp duran yolcularız. Her yönümüz ulvi eserlerle lebalep. Bakışlarımızı yok
etmemiz kabil midir? Beynimizi ve kalbimizi söküp çıkarmamız kabil midir? Ki
her şeyi bırakınız, zatlarınızın mevcudiyetleri bile emsalsiz bir eser değil
midir? Peki, bir eserin sahibinin olmaması mantıkla izah edilebilir mi? Bir
madde düşün, renk, biçim, şekil verilmiş bir madde düşünün, bu maddeye değen
bir el olmasa, bu madde değişime uğrar mı? Yani eller üstünde bir el vardır ve
o eli hissetmemek zorlamadır. Zihin olarak zorlanır insan ama gönül olarak
asla. İşte bu yüzden his, gönüllerde meydana gelen bir şeydir. Yüce hakikatler
bu yüzden gönüller de hissedilir. Çünkü saf mantık, biraz şeytanidir. Ustası
olmayan bir eser bulmak muhaldir ya da bulmaya tevessül etmek mutlak olarak
ahmaklıktır. Yüce ve yegâne Önder (sav) ne diyordu; ‘’halk edilenler üzerinde
derin tefekkürlere dalınız ama Hâlık hakkında tefekküre tevessül etmeyiniz,
çünkü buna gücünüz asla yetmez, bataklığa saplanırsınız ve yolunuzu, yönünüzü
sapıtırsınız.’’
İnsan haddini ve hududunu bilmeli. Akıl kuşunun her yere
kanat çırpamayacağını idrak etmeli. Zirvelere at sürülür mü bebeğim!? Gücün
yetmez buna ve ne de atın gider. Gücüm yeter deme, mahcup olursun. Uçurum diye
bir şey var değil mi? Aklına fazla güvenme şeytanlaşırsın, akla güveni terk
edersen yarı yolda kalırsın. Akıl, kalbin kararlarına boyun eğmesini bilmeli
icabında. Bir eser sana mutlaka sahibini tanıtacaktır. Cümlenin muhteşemliği
cümleyi kuranın kabiliyetinin tescilidir. Öyleyse evren ve insan da Yüce
Allah’ın kudretinin ispatıdır. Evreni ve insanı doğru okursan Rabbini de
bilirsin. İnsanda ki ve evrende ki fevkalade ölçü ve nizam, o ölçüyü ve nizamı
tayin edenin yüceliğine mutlak hüccettir. Sadece namuslu tefekkür size tüm
sırların kapısını aralayacaktır. Aleyhinize de olsa hakikati bulduğunuz zaman
ikrar edeceksiniz ve ittihaz etmekte tereddüt etmeyeceksiniz. Ama bizler peşin
hükümle hareket ediyoruz. Ya ulaştığımız sonuçlar bildiklerimizi boşa çıkarırsa
diye korkuyoruz. Ya bildiklerimiz yanlışsa diye hiç düşünmüyoruz. Zavallı bir
okumamız var bizim. Ne namusluca okuyoruz ne de namusluca düşünüyoruz, nihayet
dövüşmemiz de namussuzca oluyor. Anlamak ve anlayarak yaşamak kadar soylu bir
şey yok yemin ediyorum. Anlamsızlıklar ve belirsizlikler içinde boğuluyoruz. Kalitesiz
yaşıyoruz. Kaliteyi, pahalı zevklerde arıyoruz; pahalı giyimde, pahalı
mekânlarda, pahalı yemeklerde. Oysa kalite ruhtadır, kafadadır bebeğim!