Acılı ezmeye, hem acı hem de ezme ve ezilme olduğundan
farklı bir gözle bakarım. Onun için pek tercih etmem. Hayatımda derin izleri
vardır. Her kuşak farklı acılar çekmiştir. Bazı kuşaklar, savaş yıllarına denk
gelmiştir. Daha, on beşine gelmeden kendini cephede bulmuştur. Bazıları ise;
ihtilal dönemlerine rastlamıştır. Tabii, bu durum, kimsenin elinde olan bir şey
değildir. Başa gelen çekilir, yaşanır, iz bırakır deler geçer!..
Uluslararası kabul görmüş ve adlandırılmış kuşaklar;
Baby Boomers(1950-1966 doğumlular) X Kuşağı (1966-1974 ), Y Kuşağı (1977-1994),
Z Kuşağı (Milenyum 1994-2000). Her kuşağın kendine has ortak özellikleri vardır.
Gençler, sohbetlerinde hemen soruverirler, sen hangi kuşaktansın? Cevap
hazır”Y” kuşağı vs. Bu arada, 68’liler kuşağını es geçmeyelim. Medyada
sık sık duyarsınız. Bir de, ihtilal kuşağı var biliyor musunuz? Bana da
sordukları zaman, ben de İhtilal kuşağındanım diyorum. Bu kuşağın acılı ve
yaralı gönüllerine şöyle bir bakalım!..
Bizim kuşak; sevgiden, hoşgörüden çok, acıların,
kinin, intikamın, terörün kol gezdiği bir döneme rast geldi. Arabeskle büyüdük.
Orhan Gencabay’ın “Batsın bu dünya!”sı ilaç gibi gelirdi. Üç tane ağrı
kesici içseniz, bu kadar tesirli olamazdı. Orhan Gencabay ve Ferdi Tayfur,
bugünlerde, ortak bir albüm çalışması yapacaklarını açıkladılar. Demek ki,
nostalji de olsa, yine o günlere geri döneceğiz. Gerçi, meyhaneler de azaldı
ama, olanlarla idare etsinler. Yıllar önce, bir gazetede, bir haber
okumuştum.Haberin başlığı “Müslüm Baba yüzünden katil oldum!” İşte, böyle bir
dönemden geçerek bugünlere geldik. Bu kadar acıdan sonra sevin bakalım acılı
ezmeyi, sevebilecek misiniz?..
İhtilal olmuş. Her şey yasak. İhtilal, önce kendi
evlatlarını topladı. Her yer toz duman. Kimsenin hak arama, haklıyı bulma gibi
bir derdi yok. Emir kulu olmuş herkes. Ellerinde listeler, insan avına
çıkmışlar. Kim haklı kim haksız? Böyle bir dönemde, kapınız ne zaman çalınacak,
belli değil. Korku bacayı sarmış. En yakın arkadaşlarınız tutuklanıyor. Aylarca
haber alamıyorsunuz. Bir askeri araç, yakınınızda durduğunda, acaba beni mi
almaya geldiler, diye kuşkulanıyorsunuz. Belki siz gitmiyorsunuz ama, en
yakınınızdan birileri bindiriliyor o aracın içine. İçinizde, buruk bir sevinçle
bir of çekiyorsunuz. Bu sefer de yırttık paçayı diyorsunuz. Birisi, sizin
adınızı, sorgu esnasında ağzından kaçırsın, anında, size de yol görünüyor.
Böyle bir ortamda, akıl, sağduyu, mantık aranabilir mi? İşte ihtilal kuşağı
bu!...
İhtilal kuşağında, çok acılı ve acıklı hatıralar
vardır. Analar, babalar çocukları sağ salim eve döndü mü, ancak, nefes
alabilirdi. Bugünü de kurtardık çok şükür der ve yatağa girebilirdi. İhtilal
öncesi ayrı, sonrası ayrı bir derttir. Kör kurşun, hiç ummadığınız bir yerde,
sizi her an bulma ihtimali çok yüksektir. Başkentin göbeği, Kızılay’ın
ortasında iki ateş arasında her an kalabilirsiniz, bu kadar kötü dönemlerden
geçti ihtilal kuşağı. Sokak-sokak, cadde-cadde belirli grupların hakimiyetinde
bir ülkeyi düşünün. O caddeden, öbür caddeye, nerede ise pasaportla
geçebildiğiniz bir dönem. Bu olaylar, ihtilal kuşağının üzerinde, derin
travmalara neden olduğu, bugün bile ne yazık ki görülmektedir.
O acılı ve ezilmiş ihtilal kuşağı, o günün
koşullarında hepsi kendilerine göre en doğruyu yaptıklarına inandırılmıştı. Bu
vatanın daha iyi yönetilmesi ve daha refah olması için mücadele ettiklerini
düşünüyorlardı. Fark nerede, yol ve yöntemleri değişik. Bu işten nemalanan,
mutlaka birileri vardı. Gençleri bir birine kırdırarak, bu ülkenin dinamizmini
yok ediyorlardı. Büyük bir oyundu bu. Yıllarca oynandı ve gençlik kullanıldı.
Soğuk savaş dönemiydi.Komünizm, en büyük tehlikeydi, ülke için o an. 12
Eylül ihtilalı ile ilgili, “Bizim çocuklar yönetimi el koydu!” ifadesi bile, dış
güçlerin bu işte parmağının olduğu ap açık ortadaydı. Bizim ülkemiz için
emperyalistlerin bir felsefesi vardır. “Kurudukça sula, uzadıkça buda!..”
İhitilalin üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen, bugün
bile bu kuşağın üzerindeki o derin izler tamamen yok olmamıştır. Estetik bile
yaptırsanız yok edemezsiniz.! Bu durum, kişiden kişiye farklılık
gösterebiliyor. Gerçekleri gördükçe, bu kuşak bence bir birinden özür
dilemelidir. Artık, ŞUCU-BUCU olma dönemi bitmiştir. Şeytanın bu ülkeyi bir
daha bu konuma getirememesi için, aydınlar ortak paydada birleşmelidir.Bu
travmanın, nesiller boyu sürdürülmesi kimseye fayda sağlamadı, bundan
sonra da sağlamayacaktır. Hala, bazıları bir birine kırgın bir görüntü
vermektedir. Bazıları ise, kendilerini güncelleyememiş durumda. Saçı sakalı
ağarmış hala o günlerde kalmış!...
İhtilal kuşağı, erken olgunlaşmıştır. Birçok
sorumluluğu genç yaşta üstlenmiştir. Yasaklara rağmen, bu ülkenin sorunlarını
çok ciddi platformlarda tartışmıştır. Çözüm yollarını denemiştir. O günlerde
sadece tekel sigaraları üretilirdi. Yabancı sigaralar yurda kaçak olarak girer,
el altından satış olurdu. Kot pantolonu, yine kaçak olarak belirli pasajlarda
bulabilirdiniz. Lewis-wrangler gibi markalar vardı. Kot ve yeşil parka
giyenlere, Anadolu’nun bazı bölgelerinde, komünist gözüyle bakılırdı.
Elektroniğin çoğu yurda kaçak girerdi.Cep telefonu, bilgisayar hayaldi!..
İhtilal bu ülkenin aydınlarını tırpanlamıştır. Ülkeyi
düşünceden uzaklaştırmıştır. İnsanları, düşüncelerini açığa vuramaz duruma
getirmiştir. Fikir üretmekten korkan bir toplumda, gelişmeden bahsedebilir
misiniz? Evlerdeki kitaplar, suç unsuru olur diye, sobalarda yakılmıştır.
Böyle bir ülkenin, çağı yakalama gibi şansı olabilir mi? El oğlu, tuvalette
bile kitap okurken, zaten, kıt olan, üç beş kitap da, suç olur diye, anne-
babalar tarafından, yakılarak imha edilmiştir. Kitap suç unsuru olmuştur.
İhtilal kuşağı böyle bir çemberden geçmiştir.Bugünkü kuşağa bu durumu nasıl
anlatabilirsiniz? Gerçi; şimdi de, internet yasakları başladığı için, en azından
örnekleme yapabilirsiniz(!)...
İhtilalın gençleri, ağaç gibi budana- budana , çile
çeke- çeke, bir yerlere gelmeyi başardı. Bugün, ülkeyi yöneten kadronun bel
kemiğini oluşturdu. O günleri bu kuşağa yaşatanlar, bir şeyi hesap edemediler,
göremediler, ağaçlar budanırsa büyürler. İşte, o ağaçlar büyüdü ve bugün
ülkenin kaderinde söz sahibi oldular. Kutup yıldızı gibi, ülkeyi aydınlatarak
yön vermektedirler. Yüreklerindeki vatan sevgisinin ışığıyla, o acılı günleri,
hatıralarında yaşatarak ve saklayarak.
Hilmi ÇAKIR
10.4.2015
YORUMLAR
Özgür Deniz
16.06.2014 - 18:12
http://timeturk.com/tr/2014/06/16/sokak-ortasinda-infaz.html#.U58w8sxrPIU
çok çok çok ağır konuşacağım ama sabrediyorum...aklı olan,, adam olan bilir ki,,,,maksat İSLAM'I kirletmek, dünyadaki tüm Müslümanları karalamak ve tehlikeli olarak algılatmak ve NECİP TÜRK MİLLETİNİN İSLAM DAVASINA darbe vurmaktır...KUR'AN'I öcü gibi ve vahşet kitabı gibi göstermektir...toni,, siyon,, coni,, neyi nasıl niçin ve ne zaman yapacağını çok iyi bilirler...ve kimi ne zaman nasıl nereye karşı havlatacaklarını da çok iyi kurgularlar...bu yüzden böyle bir durumda birilerinin İSLAMI temsil ettiğini düşünmek alıklıktır, ahmaklıktır, angutluktur....sırf bu yüzden İSLAM'A VE KUR'AN'A düşmanlık etmek, işte savunduğunuz DİNİ VE KİTABINI görüyoruz ve görüyorsunuz demek sefil ve aşağılık bir zavallılıktır...ya böyledir ya da bilinçli bir kahpelik vardır arka planda....yani İSLAMA düşmanlık vardır ve bu avantaja dönüştürülmek istenmektedir...yani ortaya böyle bir şey çıksın ki onlarda istediklerine ulaşsınlar,, İSLAM'I VE KİTABINI daha kolay şekilde karalayabilsinler...MÜSLÜMANLAR angut değildir ve olamaz, olmamalıdırlar....birilerinin yaptığı pislikler tüm insanlığa mal edilemez....her şey bellidir....belli olan her şeyi idrak edemeyen adamım,, insanım,,Müslümanım diye gezmesin şu alemde...faraza inançsızdır diyelim,,, böyle bir tezgaha inanıyorsa yine de adamım ve kafam var diye gezmesin şu alemde...
gerisi laf-ı güzaftır....
Özgür Deniz
22.06.2014 - 12:13
NİHAYET KIYAMET
Gerek Türklük ve gerekse Osmanlılık (aralarındaki geçimsizlik ne kadar sert de olsa) benimsenmiş belli bir ahlâk çerçevesinde insanlarla bağlar tesis etti. Gün geldi, biçimini dünyaya beğendiren modernleşme şartları Osmanlılık bağlarına medar olan malzemeyi çürüttü ve kokuttu. Türklük bağlarına olan ihtiyaç ise dünyanın modernleşme şartları sebebiyle günden güne arttı. Oysa dünyevi kâr meyanında işe yarar bir Türk hayatı devreye girmemişti. Eğer Türk hayatı diye bir şeyden bahis açmak mümkün ise bunu bir veya bir çok zannı tasfiye ederek sahiciliğin teminata kavuştuğu bir hayatı seçmek diye tariften başka yol bulamazdık. Ne çok zaman sarf edersek edelim ve ne büyük maharetle araştırırsak araştıralım örf ve âdetle şekil almış bir Türk hayatının karşımıza çıkması mümkün değildi. Türklük adına tarih içinde bulduğunuz şey sadece ödenmiş borçlar ve tutulmuş sözlerden ibaret kalacaktı. Modern çağ ahde vefa denilince karşısına Türk’ten başkasının çıkamayacağını bilenlerin çağı oldu. Böyle bir manzara doğuşunun nedenini fark etmeğe çalıştığımızda Türk kafasının mürekkep değil basit işleyişi âleme ışık tutar. Mert Fars dilinde adam demektir. Türkçe mert denilince özü sözü bir kişi anlaşılır. Türk’e göre tüfek icat olunca mertlik bozulmuştur. Fars dilinde sert kelimesinin soğuk anlamına geldiğini Türk umursamaz. Müslüman Türklere göre lâtif olmayan her şey serttir. Dinimiz dilimizin, dilimiz dinimizin senedidir. Biz Türkler neyin sahiden helal, neyin sahiden haram sahasında yer tuttuğunu bilme merakındayızdır. Bizim için gerisi ıvır zıvırdır.
Türklerin hayatından helâl/haram meselesini ihraç başarısı kazananlar Türkleri ıvır zıvırla keyiflerince oynatma kolaylığı kazandılar. 27 Mayıs 1960 sabahı öncesinde Türklerin evlerinde TV bulunmazdı, ellerinde de mobil telefon yoktu; ama başına ne iş açılmış olursa olsun Türklerin kendilerini her şeylerinden sorumlu hissettikleri sahici bir vatanı ve küfrün yardakçıları onu ne kadar tanınmaz bir şekle büründürmüş olurlarsa olsunlar yalnız Türklere mahsus, yalnız Türklerin ondan istifadeyi tahayyül ettikleri bir Kur’an devleti vardı. Şu gün ihtilâlin üzerinden 54 sene geçti. Türk milleti 20 yıl müşterek CIA/KGB operasyonu neticesinde ortaya çıkan bu felaketi bayram olarak kutlamağa icbar edildi. Olan oldu. Hukukî işleyiş itibariyle fiilen 1960’ta yok edilen Türkiye Cumhuriyeti 54 sene sonra içinde yer aldığımız safhada haritadan tamamen silinmeyi idrake terk edildi. Müdrik gayretkeşler ve gayretkeşlerin goygoycuları aldı başını gidiyor. Bu böyledir diye ömrümün şu son birkaç yılını ağlayıp sızlanarak salya sümük geçirmeğe niyetim yok. Müslüman kelimesini vatan haini olarak algılatan alçakların tafrası karşısında elimden ne geliyorsa geri bırakmayacağım. Dünyada geçireceğim hayatın nihaî demlerini de Türk milliyetçiliğine düşmanlık gösteren herkese öldürücü bir darbe indirme şevkiyle geçirmek için Allah’a dua ediyorum. Vaktimi şikâyetle heba etmeyeceğim.
Şikâyetçi Nazım Hikmet “Yüreklerin kulakları sağır” demişti. Ben zihnimde böyle bir kanaati sığdıracak yer bulamıyorum. Sağır kulaklı yürek de neymiş? Yok böyle şey. Ne yaşadıysak Türk varlığının yuvasının gayri-Müslim karakterde de kurulabileceğine dair abrakadabra yüzünden açılan yaranın acısıyla yaşadık. Nazım Hikmet CHP’nin hükümet kurma şansını kaybetmesi vesilesiyle ilân edilen aftan yararlanıp hapisten çıktı. Âdemoğlunun bildiği her şeyin bilmek istediğinden ibaret oluşu yüzünden biz insanlar birbirimize yardım edemiyoruz. Yardımın Allah’tan geldiğini kabul etmek çoğunluğun işine gelmiyor. Türk olamayanların Amerikalı olmaktan hiç gocunmadıklarını görüyorum. Halbuki ben bu hususu dilime bir tehlikeyi haber verebilmek beklentisiyle dolamıştım. İkaz etme mevkiine özenişim bir haddini bilmezlikmiş. Ben kim oluyorum? 40 seneye yakın zaman boyunca kulaklarını Allah kelâmına tıkayan, Kur’an-ı Kerîm’i Allah’tan iyi bildikleri görüntüsü vermeğe çalışarak dünyada geçirdikleri müddetçe Peygamber’in Sünnet’ini bilhassa çarpıtma derdinden başka dert taşımayan insanlara bir şeyler anlatmağa çalışmanın utancını yaşıyorum.
Ne kadar utanç içinde isem o kadar da ümit içindeyim. Siz ne içindesiniz ve sizin içinizde ne var? İçinizde bir gün kıyametin kopacağı, büyük bir ihtimalle de bunun siz dünyadayken vuku bulacağı korkusunu barındırmıyorsanız ve siz iş işten geçmeden bir ahiret azığı tedarik etme endişesi gütmeyen biriyseniz benim sizi Müslüman ve hele mü’min kabul etmemin ne ihtimali kalmıştır, ne imkânı. Eğer sualiniz “Senin beni ne gözle gördüğün, beni ne yerine koyduğun dert mi bana?” şeklini almışsa tedavi yolunu terk etme sevdalısısınız.
Sırat-ı müstakim üzere olunduğunun teminatı ancak sizi hangi vesileyi yaratarak olursa olsun Müslüman eden Allah’ın hiçbir şeyi sebepsiz yaratmadığı gibi sizi de sebepsiz yaratmadığını bilme tefekküründen istihraç edilebilir. İtizâl sırat-ı müstakimden itizâldir. Mü’min dediğin vesveseden azat olduğu nispette mü’mindir. Zaman içinde Allah’tan başka rabb, Allah’tan başka melik, Allah’tan başka ilâh tanıyanlar bizden birer ikişer kopup gittiler. Kaç kişi kaldık? Mühim olan kaç kişi kaldığımız değil, hesap günü hangi hale düşeceğimizdir. Küfürle imanın her hangi bir şart altında uzlaşması kabule mazhar olsa idi Yahudilik ve Hıristiyanlık butlana uğramaz, Kur’an-ı Kerîm’in nüzulüne gerek kalmazdı.
Sunuf-u Devlet’in temel taşı kabul edilen Osmanlı uleması çektikleri bütün sıkıntının sebebi olarak kendi ellerinden medeniyet meşalesinin alınarak İbrani-Hıristiyan âlemi yükseltenlere verildiğini görmemiş olsa idi Türklük üstünlüğünü tebarüz ettirecek yolu keşfetmede zorluk çekmeyecekti. Hayran olunan düşmanla baş edilebildiği nerede, ne zaman görülmüş? Alman Harbi’nin son senesinde dünyaya gelen ben bu ‘gün ortası karanlıkta’ kime Amerikalı olma sebebiyle uğranılan ahlâkî düşüklüğü izah edebilirim? Bunu izah edemeyenin ahlâkın sadece kâfirle çatışmağı göze almada saklı olduğunu beyan edişinde bir hikmet olabilir mi? Olmaz.
İsmet Özel, 21 Haziran 2014
İSTİKLAL MARŞI DERNEĞİ
Özgür Deniz
06.07.2014 - 04:01
http://www.analizmerkezi.com/fatih-tezcan-fethullah-gulen-ve-cemaatinden-ozur-dilerim-48610h.htm
Fatih Tezcan: Fethullah Gülen ve Cemaati’nden Özür Dilerim!
çok sıkı şekilde okuyup kararı kendiniz verin. önce dinlemeli, anlamalı, idrak etmeli, sonra konuşmalıyız, karar vermeliyiz. muhalifin de olsa önce bir dinle.
Özgür Deniz
11.07.2014 - 02:54
BİTİRİRKEN
“Bu adam hâlâ öğreniyor; ne zaman bilecek?”Antik Yunan hayatı bu suale teşneydi. Her sual kıymetini doğuş şartlarından devşirir. “Bu adam hâlâ öğreniyor; ne zaman bilecek?”Yerini ancak Antik Yunan hayatında bulabileceğimiz bir sual karşısındayız. Yunan Medeniyeti dedikleri gözünü her şeyi mükemmelleştirme çabasına dikmiş eşhasın inşa ettiği medeniyettir.Her şeyin sonunu, her şeyde bir son görmek isterdi Yunanlı. Ezeli ve ebedi sonsuzluk hissinin zihne musallat ettiği bilinmezlikten nefret ederdi. Her şey bir belli şekliyle başlıyor olmalı, bir son her şeyi bekliyor olmalıydı. Tanınabilir bir başlangıç, tanınabilir bitiş… Yunan aklının dünyaya akıl diye kabul ettirdiği şey buydu. Ne öğrenilmeğe başlandıysa onu bilmek işin sonu demekti. İnsan başlarsa sadece sonunu getirebileceği işe başlamalıydı.
Ben yetmiş yaşımla öğrenme ihtiyacımı canlı tutuyorum. Belli ki, Antik Yunan kafası beni henüz “bilme” safhasına ulaşmamış sayıyor. Günümüz Türkiye’sinin insanları ne sayıyor beni? Halime bir nazar atfederekten acaba “hâlâ öğreniyor, bir gün gelip bilecek mi?” sualine muhatap adamın yerine beni koymağa yeltenenler çıkar mı? Her bitişte bir başlangıç bulmakta hiç zorlanmadığım için başını hep bir uçtan bir uca nakletmiş ömrüm beni o adamın hiç olmazsa ahfadından birine benzetiyor mu? Hayır, benzetmiyor. Beni ne adeta o adammış sayabilir, ne de bana onun bir şekilde devamı diyebilirsiniz. Ben düpedüz kendimim: İsmet Ebu Hasan bin Ahmet.
Kendimi bilme cehdine yalın kılıç/gözü kara dalmışken, hidayetim öncesinde de tevfiki Allah’tan bilmişliğim kat’idir. Yoksa hidayet benim neyime idi? Olduysa benim bütün muvaffakiyetim kaderime duhul etmekten ibaret kaldı. Bunu iftihar vesilesi kabul ederim. Ömrümün bütün safhalarında hangi türden olursa olsun vitrinde bir köşeye ilişmenin küçültücü dalgasına kapılmadığım gibi, herhangi bir sahnenin ışığı altında da kendimi rahat hissetmedim. Bunca yıl (az değil, yarım asır) nazım ve nesir olarak neler yazdıysam hiç birinin anlaşılmaması (kısmen veya büyük ölçüde değil; hiç anlaşılmaması), kaleme aldıklarımın kimi zihinlerde kesif izler bırakırcasına okunmuş olmasına rağmen, şimdiye kadar herhangi bir davranış kalıbına şekil verecek pratik üretmemiş olması ruhumu darlığa hiç uğratmadı. Belki de bunu bana getiren çocukluğumdan itibaren benim piyasa ilişkilerinin can düşmanı oluşumdur. Kime, hangi sebeple akacaktı gönlüm? Kim beni neyimle sevecekti? Sadakat fikriyle tanışamadıkları için ciğerine müşteri bulunamayacak birilerinin eğlencesi durumuna düşmediğimin bana bahşedilmesi memnuniyetini yaşıyorum.
Sanatı, tamircilik dahil bütün sanatları gözünde vazgeçilmezlik derecesinde büyüttüğü için “özel” hayatı hiç olmamış, çocukluğundan itibaren bütün günlerini bağlanma şartlarına riayet ederek geçirmiş olan ben matah birisi miyim? Evet veya hayır. Bize “bağlanma” sözü neler anlatırsa doğru cevaba ancak öyle varabileceğiz. Bağlanma sadakat gerektirir. Ömrüm boyu ben neye sadık kaldım? Taocular çözülmesini istemiyorsan bağlama diyor. Benim içimdeki çözülmesi halinde mahvıma sebep olacak düğüm yıllar içinde gezdirdi beni. Müddet içinde sağlanan bütün bağlanmaların yegâne bağlanmayı teyit ettiği hakikatine visal imiş....................................... Olma noktasının adı TÜRKLÜK............................... Olamamaya da bir ad verilmiş: Her türlü çözülmenin bıraktığı bir leke Amerikalılık.
İsmet Özel, 28 Haziran 2014
Özgür Deniz
16.06.2014 - 18:12
http://timeturk.com/tr/2014/06/16/sokak-ortasinda-infaz.html#.U58w8sxrPIU
çok çok çok ağır konuşacağım ama sabrediyorum...aklı olan,, adam olan bilir ki,,,,maksat İSLAM'I kirletmek, dünyadaki tüm Müslümanları karalamak ve tehlikeli olarak algılatmak ve NECİP TÜRK MİLLETİNİN İSLAM DAVASINA darbe vurmaktır...KUR'AN'I öcü gibi ve vahşet kitabı gibi göstermektir...toni,, siyon,, coni,, neyi nasıl niçin ve ne zaman yapacağını çok iyi bilirler...ve kimi ne zaman nasıl nereye karşı havlatacaklarını da çok iyi kurgularlar...bu yüzden böyle bir durumda birilerinin İSLAMI temsil ettiğini düşünmek alıklıktır, ahmaklıktır, angutluktur....sırf bu yüzden İSLAM'A VE KUR'AN'A düşmanlık etmek, işte savunduğunuz DİNİ VE KİTABINI görüyoruz ve görüyorsunuz demek sefil ve aşağılık bir zavallılıktır...ya böyledir ya da bilinçli bir kahpelik vardır arka planda....yani İSLAMA düşmanlık vardır ve bu avantaja dönüştürülmek istenmektedir...yani ortaya böyle bir şey çıksın ki onlarda istediklerine ulaşsınlar,, İSLAM'I VE KİTABINI daha kolay şekilde karalayabilsinler...MÜSLÜMANLAR angut değildir ve olamaz, olmamalıdırlar....birilerinin yaptığı pislikler tüm insanlığa mal edilemez....her şey bellidir....belli olan her şeyi idrak edemeyen adamım,, insanım,,Müslümanım diye gezmesin şu alemde...faraza inançsızdır diyelim,,, böyle bir tezgaha inanıyorsa yine de adamım ve kafam var diye gezmesin şu alemde...
gerisi laf-ı güzaftır....
Özgür Deniz
22.06.2014 - 12:13
NİHAYET KIYAMET
Gerek Türklük ve gerekse Osmanlılık (aralarındaki geçimsizlik ne kadar sert de olsa) benimsenmiş belli bir ahlâk çerçevesinde insanlarla bağlar tesis etti. Gün geldi, biçimini dünyaya beğendiren modernleşme şartları Osmanlılık bağlarına medar olan malzemeyi çürüttü ve kokuttu. Türklük bağlarına olan ihtiyaç ise dünyanın modernleşme şartları sebebiyle günden güne arttı. Oysa dünyevi kâr meyanında işe yarar bir Türk hayatı devreye girmemişti. Eğer Türk hayatı diye bir şeyden bahis açmak mümkün ise bunu bir veya bir çok zannı tasfiye ederek sahiciliğin teminata kavuştuğu bir hayatı seçmek diye tariften başka yol bulamazdık. Ne çok zaman sarf edersek edelim ve ne büyük maharetle araştırırsak araştıralım örf ve âdetle şekil almış bir Türk hayatının karşımıza çıkması mümkün değildi. Türklük adına tarih içinde bulduğunuz şey sadece ödenmiş borçlar ve tutulmuş sözlerden ibaret kalacaktı. Modern çağ ahde vefa denilince karşısına Türk’ten başkasının çıkamayacağını bilenlerin çağı oldu. Böyle bir manzara doğuşunun nedenini fark etmeğe çalıştığımızda Türk kafasının mürekkep değil basit işleyişi âleme ışık tutar. Mert Fars dilinde adam demektir. Türkçe mert denilince özü sözü bir kişi anlaşılır. Türk’e göre tüfek icat olunca mertlik bozulmuştur. Fars dilinde sert kelimesinin soğuk anlamına geldiğini Türk umursamaz. Müslüman Türklere göre lâtif olmayan her şey serttir. Dinimiz dilimizin, dilimiz dinimizin senedidir. Biz Türkler neyin sahiden helal, neyin sahiden haram sahasında yer tuttuğunu bilme merakındayızdır. Bizim için gerisi ıvır zıvırdır.
Türklerin hayatından helâl/haram meselesini ihraç başarısı kazananlar Türkleri ıvır zıvırla keyiflerince oynatma kolaylığı kazandılar. 27 Mayıs 1960 sabahı öncesinde Türklerin evlerinde TV bulunmazdı, ellerinde de mobil telefon yoktu; ama başına ne iş açılmış olursa olsun Türklerin kendilerini her şeylerinden sorumlu hissettikleri sahici bir vatanı ve küfrün yardakçıları onu ne kadar tanınmaz bir şekle büründürmüş olurlarsa olsunlar yalnız Türklere mahsus, yalnız Türklerin ondan istifadeyi tahayyül ettikleri bir Kur’an devleti vardı. Şu gün ihtilâlin üzerinden 54 sene geçti. Türk milleti 20 yıl müşterek CIA/KGB operasyonu neticesinde ortaya çıkan bu felaketi bayram olarak kutlamağa icbar edildi. Olan oldu. Hukukî işleyiş itibariyle fiilen 1960’ta yok edilen Türkiye Cumhuriyeti 54 sene sonra içinde yer aldığımız safhada haritadan tamamen silinmeyi idrake terk edildi. Müdrik gayretkeşler ve gayretkeşlerin goygoycuları aldı başını gidiyor. Bu böyledir diye ömrümün şu son birkaç yılını ağlayıp sızlanarak salya sümük geçirmeğe niyetim yok. Müslüman kelimesini vatan haini olarak algılatan alçakların tafrası karşısında elimden ne geliyorsa geri bırakmayacağım. Dünyada geçireceğim hayatın nihaî demlerini de Türk milliyetçiliğine düşmanlık gösteren herkese öldürücü bir darbe indirme şevkiyle geçirmek için Allah’a dua ediyorum. Vaktimi şikâyetle heba etmeyeceğim.
Şikâyetçi Nazım Hikmet “Yüreklerin kulakları sağır” demişti. Ben zihnimde böyle bir kanaati sığdıracak yer bulamıyorum. Sağır kulaklı yürek de neymiş? Yok böyle şey. Ne yaşadıysak Türk varlığının yuvasının gayri-Müslim karakterde de kurulabileceğine dair abrakadabra yüzünden açılan yaranın acısıyla yaşadık. Nazım Hikmet CHP’nin hükümet kurma şansını kaybetmesi vesilesiyle ilân edilen aftan yararlanıp hapisten çıktı. Âdemoğlunun bildiği her şeyin bilmek istediğinden ibaret oluşu yüzünden biz insanlar birbirimize yardım edemiyoruz. Yardımın Allah’tan geldiğini kabul etmek çoğunluğun işine gelmiyor. Türk olamayanların Amerikalı olmaktan hiç gocunmadıklarını görüyorum. Halbuki ben bu hususu dilime bir tehlikeyi haber verebilmek beklentisiyle dolamıştım. İkaz etme mevkiine özenişim bir haddini bilmezlikmiş. Ben kim oluyorum? 40 seneye yakın zaman boyunca kulaklarını Allah kelâmına tıkayan, Kur’an-ı Kerîm’i Allah’tan iyi bildikleri görüntüsü vermeğe çalışarak dünyada geçirdikleri müddetçe Peygamber’in Sünnet’ini bilhassa çarpıtma derdinden başka dert taşımayan insanlara bir şeyler anlatmağa çalışmanın utancını yaşıyorum.
Ne kadar utanç içinde isem o kadar da ümit içindeyim. Siz ne içindesiniz ve sizin içinizde ne var? İçinizde bir gün kıyametin kopacağı, büyük bir ihtimalle de bunun siz dünyadayken vuku bulacağı korkusunu barındırmıyorsanız ve siz iş işten geçmeden bir ahiret azığı tedarik etme endişesi gütmeyen biriyseniz benim sizi Müslüman ve hele mü’min kabul etmemin ne ihtimali kalmıştır, ne imkânı. Eğer sualiniz “Senin beni ne gözle gördüğün, beni ne yerine koyduğun dert mi bana?” şeklini almışsa tedavi yolunu terk etme sevdalısısınız.
Sırat-ı müstakim üzere olunduğunun teminatı ancak sizi hangi vesileyi yaratarak olursa olsun Müslüman eden Allah’ın hiçbir şeyi sebepsiz yaratmadığı gibi sizi de sebepsiz yaratmadığını bilme tefekküründen istihraç edilebilir. İtizâl sırat-ı müstakimden itizâldir. Mü’min dediğin vesveseden azat olduğu nispette mü’mindir. Zaman içinde Allah’tan başka rabb, Allah’tan başka melik, Allah’tan başka ilâh tanıyanlar bizden birer ikişer kopup gittiler. Kaç kişi kaldık? Mühim olan kaç kişi kaldığımız değil, hesap günü hangi hale düşeceğimizdir. Küfürle imanın her hangi bir şart altında uzlaşması kabule mazhar olsa idi Yahudilik ve Hıristiyanlık butlana uğramaz, Kur’an-ı Kerîm’in nüzulüne gerek kalmazdı.
Sunuf-u Devlet’in temel taşı kabul edilen Osmanlı uleması çektikleri bütün sıkıntının sebebi olarak kendi ellerinden medeniyet meşalesinin alınarak İbrani-Hıristiyan âlemi yükseltenlere verildiğini görmemiş olsa idi Türklük üstünlüğünü tebarüz ettirecek yolu keşfetmede zorluk çekmeyecekti. Hayran olunan düşmanla baş edilebildiği nerede, ne zaman görülmüş? Alman Harbi’nin son senesinde dünyaya gelen ben bu ‘gün ortası karanlıkta’ kime Amerikalı olma sebebiyle uğranılan ahlâkî düşüklüğü izah edebilirim? Bunu izah edemeyenin ahlâkın sadece kâfirle çatışmağı göze almada saklı olduğunu beyan edişinde bir hikmet olabilir mi? Olmaz.
İsmet Özel, 21 Haziran 2014
İSTİKLAL MARŞI DERNEĞİ
Özgür Deniz
06.07.2014 - 04:01
http://www.analizmerkezi.com/fatih-tezcan-fethullah-gulen-ve-cemaatinden-ozur-dilerim-48610h.htm
Fatih Tezcan: Fethullah Gülen ve Cemaati’nden Özür Dilerim!
çok sıkı şekilde okuyup kararı kendiniz verin. önce dinlemeli, anlamalı, idrak etmeli, sonra konuşmalıyız, karar vermeliyiz. muhalifin de olsa önce bir dinle.
Özgür Deniz
11.07.2014 - 02:54
BİTİRİRKEN
“Bu adam hâlâ öğreniyor; ne zaman bilecek?”Antik Yunan hayatı bu suale teşneydi. Her sual kıymetini doğuş şartlarından devşirir. “Bu adam hâlâ öğreniyor; ne zaman bilecek?”Yerini ancak Antik Yunan hayatında bulabileceğimiz bir sual karşısındayız. Yunan Medeniyeti dedikleri gözünü her şeyi mükemmelleştirme çabasına dikmiş eşhasın inşa ettiği medeniyettir.Her şeyin sonunu, her şeyde bir son görmek isterdi Yunanlı. Ezeli ve ebedi sonsuzluk hissinin zihne musallat ettiği bilinmezlikten nefret ederdi. Her şey bir belli şekliyle başlıyor olmalı, bir son her şeyi bekliyor olmalıydı. Tanınabilir bir başlangıç, tanınabilir bitiş… Yunan aklının dünyaya akıl diye kabul ettirdiği şey buydu. Ne öğrenilmeğe başlandıysa onu bilmek işin sonu demekti. İnsan başlarsa sadece sonunu getirebileceği işe başlamalıydı.
Ben yetmiş yaşımla öğrenme ihtiyacımı canlı tutuyorum. Belli ki, Antik Yunan kafası beni henüz “bilme” safhasına ulaşmamış sayıyor. Günümüz Türkiye’sinin insanları ne sayıyor beni? Halime bir nazar atfederekten acaba “hâlâ öğreniyor, bir gün gelip bilecek mi?” sualine muhatap adamın yerine beni koymağa yeltenenler çıkar mı? Her bitişte bir başlangıç bulmakta hiç zorlanmadığım için başını hep bir uçtan bir uca nakletmiş ömrüm beni o adamın hiç olmazsa ahfadından birine benzetiyor mu? Hayır, benzetmiyor. Beni ne adeta o adammış sayabilir, ne de bana onun bir şekilde devamı diyebilirsiniz. Ben düpedüz kendimim: İsmet Ebu Hasan bin Ahmet.
Kendimi bilme cehdine yalın kılıç/gözü kara dalmışken, hidayetim öncesinde de tevfiki Allah’tan bilmişliğim kat’idir. Yoksa hidayet benim neyime idi? Olduysa benim bütün muvaffakiyetim kaderime duhul etmekten ibaret kaldı. Bunu iftihar vesilesi kabul ederim. Ömrümün bütün safhalarında hangi türden olursa olsun vitrinde bir köşeye ilişmenin küçültücü dalgasına kapılmadığım gibi, herhangi bir sahnenin ışığı altında da kendimi rahat hissetmedim. Bunca yıl (az değil, yarım asır) nazım ve nesir olarak neler yazdıysam hiç birinin anlaşılmaması (kısmen veya büyük ölçüde değil; hiç anlaşılmaması), kaleme aldıklarımın kimi zihinlerde kesif izler bırakırcasına okunmuş olmasına rağmen, şimdiye kadar herhangi bir davranış kalıbına şekil verecek pratik üretmemiş olması ruhumu darlığa hiç uğratmadı. Belki de bunu bana getiren çocukluğumdan itibaren benim piyasa ilişkilerinin can düşmanı oluşumdur. Kime, hangi sebeple akacaktı gönlüm? Kim beni neyimle sevecekti? Sadakat fikriyle tanışamadıkları için ciğerine müşteri bulunamayacak birilerinin eğlencesi durumuna düşmediğimin bana bahşedilmesi memnuniyetini yaşıyorum.
Sanatı, tamircilik dahil bütün sanatları gözünde vazgeçilmezlik derecesinde büyüttüğü için “özel” hayatı hiç olmamış, çocukluğundan itibaren bütün günlerini bağlanma şartlarına riayet ederek geçirmiş olan ben matah birisi miyim? Evet veya hayır. Bize “bağlanma” sözü neler anlatırsa doğru cevaba ancak öyle varabileceğiz. Bağlanma sadakat gerektirir. Ömrüm boyu ben neye sadık kaldım? Taocular çözülmesini istemiyorsan bağlama diyor. Benim içimdeki çözülmesi halinde mahvıma sebep olacak düğüm yıllar içinde gezdirdi beni. Müddet içinde sağlanan bütün bağlanmaların yegâne bağlanmayı teyit ettiği hakikatine visal imiş....................................... Olma noktasının adı TÜRKLÜK............................... Olamamaya da bir ad verilmiş: Her türlü çözülmenin bıraktığı bir leke Amerikalılık.
İsmet Özel, 28 Haziran 2014