Aklımız karışık mı? Kalbimiz karamsar ve kararsız mı? Yolumuz da kaybolmuş muyuz? Epey mesafe kaydetmiş miyiz? Yalanlarla yaşamaya alıştığımız için gerçeklerden korkuyor ve kaçıyor muyuz? Dünyadan kopmuş muyuz? Öyleyse yeniden başa, gelinen yeri ve kaydedilen mesafeyi en iyi görebileceğimiz yer olan en başa geri dönmeliyiz. Saf aklımıza, kalbimizin doğallığına, müstakim yola ve gerçek dünyamıza geri dönmeliyiz. İçimizde ki küllenmiş cevheri ortaya çıkarmalı, doğal olmalı, doğayla kucaklaşmalıyız. Evet dostum, yanlış biliyoruz, yalanlarla yaşıyoruz. Kabul edelim, etmeyelim; hakikat bu! Yeniden bak hayata ve hayata dair her şeye dostum. Çünkü bir keşmekeşi yaşıyorsun beyninin göklerinde, kalbinin derinliklerinde. Güneş doğuyor dünyana ama dünyan güneşten uzak. Her şeyi bulanık görüyorsun. Müşahede edemediğin için, hakikat diye bildiğin ve içselleştirdiğin tüm şeylere tezatmış gibi algıladığın beliğ hakikatlere göz yumuyor, kulak tıkıyor ve sırt dönüyorsun. Fakat bunu yaparken, aydınlık düşlerine, deruni huzuruna, ebedi saadetine ve mütebessim umutlarına darbe vurduğunun farkına bile varamıyorsun.
Yürekli ol dostum! Korku, ölümün diğer adıdır. Düşün dostum! Düşün ki, düşünmek yaşamın öteki adıdır. Sen cesur ol! Hakikatler, cesurların yoldaşlarıdır, severler onları. Ve hakikat; cesareti pekiştirir, cesaretin tezayüdüne vesile olur. Fakat hakikat diye bildiğin ama yalan olan ve yalan olduğunu sonradan öğrendiğin şeyler, sana mütemadiyen düşüşü yaşatacaktır ve seni hayat yolunda ki handikaplar muvacehesinde naçar bırakacaktır. Hakikat olarak bildiğin ama yalan olan her şey, senin terinin, kanının, yaşının emilmesini intaç etmekten başka hiçbir şey tevlit etmeyecektir. Hakikatlere tebessüm etmen, hakikatleri fark ve idrak etme cehdin, farkına vardığın ve idrak etmeye tevessül ettiğin hakikatleri üstelik bir de sorgulama teşebbüsün ise karanlığın ve korkunun baronlarını zıplatmaktadır. Zaaflarını murakabe et, alışkanlıklarını terk et. Artık, doğru diye bildiğin şeyler yanlış çıktığı için üzülme, buna sebep olanlara kızma, bilakis edindiğin sahte putlar birer birer yıkıldığı için sonsuz mutlu ol. En zor devrilen put, alışkanlık putudur. Ve en tehlikeli putlardır. Çünkü seni köleliğin kör kuyularına düşürdüğü zaman bir daha kurtulman sonsuz zordur. Bu yüzden duygularına ve düşüncelerine mutlaka format atmalısın. Çünkü alışkanlıkların kök saldığı yerler buralardır.
‘’Sordu ve hürriyet ona güldü!’’ ÖZGÜR DENİZ
Hatmettiklerini, sorgulamadan hazmedenler; bitevi yaşamın bencil ve buzlu sularında yüzmek, boğucu tozlarını yutmak zorunda kalacaklardır. Sormak ve sorgulamak yürekliliğini gösterebilenler ise kayaları toza, buzu tuza çevireceklerdir. Yalanlarla yüklü bir mazi, aydınlığa koşmanın önünde ki en büyük handikaptır. Alışkanlık pekiştiricidir, sorgulamak ise parçalayıcıdır. Alışkanlık nasıl köleliğin zinciri ise, sorgulamak hürriyetin anahtarıdır. Hz. İbrahim (as) Önderimiz ne yapmıştı? Mütemadiyen sormuştu, sorgulamıştı. Soru ve sorgu, O’nun hürriyete açılan kapısı oldu. Kadim esareti paramparça etti, putları büyük bir sarsılmayla devirdi, amansız ve pervasız sorgulamaları. Ulvi hakikat damlaları beyninin göklerinden, kalbinin toprağına düşmeye başladı ve dünyası bembeyaz bir aydınlığa büründü. Yalan ve yanlışlarla yüklü olan mazisi eridi gitti, yerine yeni bir tarih ve yepyeni bir hayat geldi. Yalan ve yanlış, putların ve tağutların yoldaşlarıdırlar ama putlar ve tağutlar hakikatleri sevmezler dostum! Putlaşmak tehlikelidir ve putlaştırmak; öldüm ben, dirilt beni demektir. Allah’ı olanın putu olmaz dostum. Putçuluk, hayatını yalana kurban etmektir. İnsan değişir be dostum! Hayvanda duygu ve düşünce olmaz. Değişen bir şey ise, değişir ve beton gibi kalmaz be dostum. İnsan verilir, evrildikçe çevrilir ama bu, maymunların evrilip, çevrilmesi değildir. İnsan, insan olduğu için evrilir ve çevrilir. Zira insan demek, değişmek demektir. İnsan olmak yönüyle değil tabi ki yani cevheri değildir değişen. Duygu ve düşünce olarak değişir, bir de fiziki değişime uğrar. Görüngü olarak değişir, doğaya etkisi buuduyla. Velakin fıtri olarak değişmez. Madden değişir ve maddenin değişmesine vesile olur ama cevher olarak ne değişir ne de değişime sebep teşkil edebilir.
İnsan, gövdesinin üzerinde bulunan kafaya sahiptir ve o kafa insanı yönetir. Kafadan kalbe, kalpten kafaya bir bağlantı vardır. Hissederken düşünmeye, düşünürken hissetmeye çalıştığınızda birinin yokluğu ama insanın varlığı kabil olmuyor. Kafa olmazsa olmaz diyorsunuz, kafa olduğu zaman kalpsiz anlamsız oluyor. Kalp olmazsa olmaz diyorsunuz, kalp olduğu zaman kafa yoksa nasıl olur? İnsan böyle bir garip varlıktır işte. Neyse geçelim! İnsan zekâya maliktir dostum. Ve malik olduğu zekâ tavassutu ile tabiatı, yaşamı ve yaşamsal gereksinim olan materyalleri üretir, geliştirir ve değiştirir. Muhtaç olduklarını fark eder, keşfeder ve onları zekâsıyla ortaya çıkarır. İşte tam da bu buuda bir evrimsel harekete tabidir. Bilakis, evrimden kastımız, işte bilmem bir zamanlar ilkeldi, maymundu, evrim geçirdi insan oldu, zamanla medenileşti değildir. Bu iddia da olanlar, insanlığın görüp görebileceği en büyük hamakat ehlidirler. Çünkü insançocukları, ilk zamanından bu yana kadar, dar ve küçük çaplı da olsa, bir cemiyet dairesinde yaşam sürüyorlardı, medenilerdi ve bildiğimiz, algıladığımız, anladığımız manada insandılar. Ne ilkellikten evrilip medeni oldular; ne de hayvanlıktan çıkıp insanlığa yükseldiler. İndi mülahazalar bu hakikati asla değiştirmezler. Allah’ın ulvi hakikati parlak ve emsalsiz bir güneşse; insanoğlunun basit yalanları çatlak birer bu parçasından başka hiçbir şey değildirler. Zekâ, değişimin itici gücüdür. İşte tam da bu bağlamda, zekâ buuduyla değişimin ögesidir insan. Zira insanın zekâsı şayet işlekse, insanı değişime zorlar. Hayvan dediğimiz canlı mahlûk ise, içgüdüsel hayat sürer ve içgüdü diye kavramsallaştırılan şey, spontane teşekküllerin, önsel belirlenimlerin temelini teşkil eder. Yani değişimin itici gücü olamaz. Binaenaleyh, zeki olan insan, üyesi olduğu ve birlikte bulunduğu cemiyet yapısını çok iyi tetkik edebilmelidir. Bilakis, tanımamak, kaybolmaktır. Düşmektir. Donmaktır. Hareketsiz kalmaktır. Zira cemiyetle varsın ve cemiyet içinde varsın, cemiyetin kadarsın. Bilinmelidir ki ve unutulmamalıdır ki; insanoğlu cemiyet şartlarına, yapısına mütenasip bir seciyede halk edilmiştir. Kafa ve kalp merbutiyetini, cemiyet ve insana uyarlayınız! Anlamsız kalmaz sanırım.
Hakikatlerin fevkinde olman; kadim köklerine, muhkem temellerine, saf özüne, mutlak pusulan olan kutsal sözüne başkaldırmanı iktiza etmez ve başkaldıracağın anlamında da gelmez dostum! Bilakis, kadim köklerine daha bilinçli, daha sahici ve daha sağlam tutunmanı temin eder. Hakikatten korkulmaz ve kaçılmaz dostum. Çünkü hakikat hürriyettir. Hakikatsiz hürriyet muhaldir. Hürriyetsiz hakikat ise yalandır. Unutma ki, bilmediğin, tanımadığın, anlayıp anlamlandıramadığın hiçbir şeyi hakiki anlamda sevemezsin ve ona gönül veremez, ömür adayamazsın. Bil ve unutma ki; buzdan yalanlarla, kaya gibi ülküler, sevdalar, rüyalar taşınamaz, savunulamaz, yaşatılamaz. İşte böyle dostum! Çok uzaklaştık kendimizden çok. Öyle ki, kendimizi unuttuk ama uzakta olanı kendimiz sandık. Bu yüzden geri dönmeliyiz; kendimize, özümüze, sözümüze dostum. Belki mecnun diyecekler, belki garipseyecekler, belki de kınayacaklar amma ve lakin Allah var be dostum, O kınamadıktan sonra dünya kınasa kaç yazar? Dünyalıları takarsan sen de bir dünyalı olursun ve dünyevileşir düşersin be dostum. Gayrı hep üşürsün dostum. Binaenaleyh, sen, sen ol asla başkası olma. Başkası sen olabilir ama sen başkası olma. Sen önce insansın, bir de Müslümansan bundan daha güzel ne olabilir ki? Dağ gibi, kaya gibi sevdaları, ülküleri taşımak, ancak ve ancak ulvi hakikatle yüzleşmekle, kucaklaşmakla kabil-i mümkün olabilir. Ve ancak, hakikate sahip olanlar, hakikatli olanlar, hakikat davasına sadık kalıp, bu davada sabırlı olabilirler. Bak dostum şöyle tabiata ve hayata! Yeniden denemeye çalış ve başar; geri dön! İnsan durduğu yerde duramaz, olduğu gibi kalamaz ama sen geri dönmeyi başar, ondan sonra dur ve kal ama bu duruş ve kalış, durduğun ve kaldığın yerde duruş kalış değildir ve öyle de olmayacaktır elbette. Zira insan, durur kalırsa, insan olamaz. Ama geri dönmeni istemeyenler olur. Gittiğin ve bulunduğun şu an da dur kal derler sana. Git gidebildiğin yere kadar. Ardına bile bakma derler. Çünkü bilirler ki, sen gittikçe, geri dönmedikçe, onların çarkı dönecektir. Ama başkaldırmalısın dostum! Dönmelisin ve sen gittikçe, dönmemen için geride kurulan barikatları yarmalısın. Özün İslam’dır senin ve sen insan özlüsün. Bunu bil ve unutma dostum! Hala aynı yerde, mıhlanıp kaldığın yerde, seni çaktıkları yerdesin ama sarsmalısın kendini ve çıkmalısın çakılıp kaldığın yerden. Mütecessis olmalısın, sormalı ve sorgulamalısın, bir an durmalı taaccüp etmeli ve tefekküre dalmalısın. Dünden bugüne inanmakta muannid olduğun şeyler sana ne verdi? İnanmamak için direndiğin şeyler sana ne kaybettirdi? Sessizce kulağına hakikat namına yalan fısıldayanlar filhakika kimlerdi? Ve sana yalan diye yutturulan ve senin kendisinden uzaklaşman sağlanan hakikatleri kulağına büyük bir gürültüyle haykıranlar kimlerdi ve bu hakikatleri yalan olarak algılamanı sağlayanlar kimlerdi? Tüm bu sessiz devinimleri yeniden müşahede ve tefekkür etmelisin ve yeni bir bakış açısına yönelmeli, yepyeni bir hayata merhaba diyebilmelisin dostum! Yoksa ölüsün ve gömülmeye götürüyorsun kendini dostum!
Bir an dur, kalabalıktan sıyrıl ve yalnız kal, tecessüs et, taaccüp et, tetkik et, sorgula! Misal; kara ve karanlık Eylül’de, bahar tadında ki hayatları kışa çeviren ve taptaze fidanları kurutanlar, kıranlar kimlerdi? Bu kimlerdi dediklerimiz olan vatan haini kimseleri yallayanlar, besleyenler, büyütenler kimlerdi? Kimlerin çocuklarıydılar bunlar? Bu memlekette ki baronlar kimlerdi ve nasıl olmuştu da bir hiçken hep olmuşlardı? Bu baronlar bu milletin evlatlarını nasıl olmuştu da birbirlerine kırdırmayı başarmışlardı? Bu ülkede Siyonizm’e sırtını dayayanlar nasıl oluyordu da her hâlükârda servetlerine servet ekliyorlardı da, millet ne olursa olsun hep fakirleşiyordu? Nasıl oluyordu da bu milletin çocukları toprağa düşerlerken, kompradorlar bu toprağın üzerinde egemenlik kuruyorlar ve borularını ötürüyorlardı? Baronların renkleri farklı olsa da amaçları aynı mıydı? Acaba perde gerisinde birbirleriyle sevişiyorlar, perde önünde milleti kandırmak için mi sövüşüyorlardı? Politikacılar da böyleler miydiler acaba? Politikacılar nasıl oluyordu da milletin oylarıyla deri koltuklara oturdukları halde, kompradorların kirli ve kanlı çarklarına yağ oluyorlardı yahut yağ sürüyorlardı? Niçin muayyen bir süre iktidar olduktan sonra yanlışlar yapmaya başlıyorlar ve yenileniyorlardı? Hangi ellerdi bu senaryoyu yazanlar? Türk Milleti nasıl ve ne olmuştu da bir anda cahilleşmiş, bilincini kaybetmişti ve hiçbir şeyi anlayamaz hale gelmişti? Bir iktidar niçin milletin gönlünde ebedi taht kurmayı başaramıyordu yoksa kasıtlı olarak mı başarmıyordu? Keza; dinin gerçeğinden korkuluyor mu acaba? Kadim kimliğimizin hakikatte ne olduğu, neyi münderiç olduğu biliniyor muydu ve bilindiği halde nasıl oluyor da gizleniyordu? Bazı şahsiyetler kutsanıyordu ama biliniyor muydu? Ya da şahsiyetlerin kutsanmasının arka perdesinde ki niyet neydi? Bu ülkede faaliyet içinde olan karanlık örgütlerin başlarında bulunanlar gerçekten o örgütlerin ideolojilerini benimseyenler miydi? Yoksa oradanmış gibi gözüken birer ajan mıydılar? Niçin her kesimden ciddi kıyımlar yapılıyordu? Yoksa geri kalanların asla unutmaması ve sımsıkı bağlanması ve bu yolla sömürülmeye meyyal bir yapıya sahip olması için netameli bir mazi mi var ediliyordu bilinçli olarak? Zira bu toprağın çocukları hep maziden vuruluyorlardı ve mazileri daima gündem yapılarak aldatılıyorlar ve sömürülüyorlardı. Mazide ki idamların arkasında ki sır burada mı gizliydi? Herkesi, kendisi için yaratılan ve acılarla yoğrulan kurgulanmış mazide mıhlayıp, daima orada kalmasını ve bir türlü hakikatle yüzleşmemesini mi sağlamaktı? Bu millet niçin hep kendi içinden vuruluyordu ve kendi içine kapanıp kalıyor, dünyayı algılamasına ve anlamasına bir türlü müsaade edilmiyordu? Baronların, Sol’u bitevi desteklemesinin ve Sol’un baronlara bitevi payanda olmasının arkasında ki derin ve saklı sır neydi? Cemaatler niçin dinin hakikatini anlatmıyorlardı ve dinin hakikatinin öğrenilmesinden gocunurmuş gibi halet-i ruhiye içindeydiler? İnsanlar nasıl oluyordu da cemaatlerine adeta tapınç içinde olabiliyorlardı? İnsanlık Önderleri olan Peygamberler bile sorgulamışken, şeyhler niçin sorgulatmıyorlar ve sorgulanmaktan korkuyorlardı? PKK pisliği nasıl çıkmıştı, çıkarılmıştı, beslenmişti, büyütülmüştü ve bugün bitmesi mümkün değil denecek duruma gelmişti? PKK kimdi ve niçin kim olduğu net bir şekilde millete izah edilmiyordu? Kimlerden korkuluyordu? Bu milletin eğitim sistemi nasıl felç edilmişti, öğretmenler niçin hep geri planda tutuluyorlardı? Din, eğitimde niçin hep geri planda kaldı ve önemsizmiş gibi bir algı yaratıldı? Ve hala niçin eğitim alanında çok köklü, yapıcı ve çözüm olucu adımlar atılamıyordu? Bu devlet kimindi? Bu millet kimdi? Bu din neydi? Bu devlet gerçekte bu milletin değil miydi? Bu milletin üzerinde hegemonya kuranlar hakikatte bu milletten değil miydi? Bu din niçin örtülmüştü? Bu ülkenin istihbaratı, hiçbir zaman bu ülkenin olmadı mı? Bu millet Osmanlı’ya nasıl düşman edildi ve nasıl düşman olabildi? Bu millet, nasıl oldu da, Kur’an’ı unuttu? Nasıl oldu da, bu millete, kendisini savunmak faşistlik, dini yaşamak yobazlık olarak kabul ettirilebildi? Bu millet bunu nasıl becerdi? Niçin düşmanlarımız gözümüzün önündeyken göremez olduk? Nasıl oluyordu da kendimize, dinimize, devletimize, vatanımıza düşman değilmiş gibi gözüken ama düşman olan cellatlara gülümseyebiliyorduk? Yoksa kimliğimize ve dinimize, düşmanlarımızı fark edemeyelim diye mi yabancılaştırıldık? Bu ülkede ki fail-i meçhul cinayetler niçin işlendi ve cinayetler niçin bitevi Müslümanların üzerine kaldı? Bu ülkede ki Siyonizm destekli basın kimdir, nasıl güçlenmiştir ve kimlerden destek görmektedir? Başta gelen kompradorlar gerçekte bu vatanın çocukları mıdırlar? Kürt kardeşlerimiz nasıl olupta PKK pisliğinin kucağına itilmişlerdir? Bu kumpası kimler dizayn etmiştir? PKK pisliğini destekleyen, onlara finansman ve lojistik temin eden yerli görünümlü yabancı kompradorlar kimlerdir? PKKHDP nasıl oluyor da hem aleni vatan hainliği yapıp hem de devlet tarafından maaşa bağlanabiliyor? Burası garip bir ülke, bu millet garip bir millet hakikaten!
Son tahlilde; başlangıcı kaybetmiş insanlarız. Aklımızı yitirmişiz. Kalbimizi karartmışız. Vicdanımız nasırlaşmış. Gittikçe yitmişiz. Yittikçe kendimizi unutmuşuz. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi, niçin gittiğimizi artık anlayamaz olmuşuz. Bazı kavramları unuttururlarken, bazı kavramları yutturmuşlar bize. Ve bu arada yuttuğumuz kavramlar, unuttuğumuz kavramlara bir de düşman kılmış bizi. Artık ne söylense fayda etmez olmuş. Hakikati söyledin mi, sen ne söylüyorsun kardeşim, adeta saçmalıyorsun oluyor. Çünkü kavramları öyle yutmuşuz ki, biz o kavramlar olmuşuz, sanki o kavramlarla var olmuşuz. Misal; Demokrasizmin hakikatini izhar etseniz de kimse inanmaz, çünkü öyle alıştırılmışız, öyle inandırılmışız ki, o olmasa var olamayız sanıyoruz. Ama hakikatte ortada. Fakat cihat deseniz; bu çağda! Oluyor hemen. Tamam, ama nasıl diye sorgulamaya, teati yapmaya bile lüzum görmüyor, direkt olarak karşı atak yapıyor. Cihat deyince aklımıza hemen savaş geliyor. Yani biz, bizi kaybetmişiz dostum! İdeolojiler, birliği ve bütünlüğü paramparça etmiş. Hem insan olmaklığımız babında hem de millet olmaklığımız babında paramparça olmuşuz. İdeoloji; kimliğini reddedeceksin demiş, reddetmişiz. Vatanını bölmeye çalışacaksın demiş, yapmışız. Dinine düşman olacaksın demiş, olmuşuz. Ceddine ve tarihine yan bakacaksın demiş, bakmışız. İnsanları aldatmazsan başaramazsın demiş, aynen uygulamışız. Nutuk atacaksın ama yapmayacaksın demiş, harfiyen ifa etmişiz. Yani bir garabet olmuşuz. Ama kendimizi insan sanıyoruz, millet sanıyoruz, değerli sanıyoruz. Ama bunu yaparken, Batı’ya tapmayı, Batı’nın değerlerini benimsemeyi, Batılıları onore etmeyi unutmamışız. Batıl yüceltilirken, din aşağılanmış. Batıl çağdaşlık, din yobazlık olmuş. Batıyı onore etmek çağdaşlık, milletini onore etmek faşistlik olmuş. Batı’ya göre yaşamak ilericilik, kendi özüne ve sözüne göre yaşamak gericilik olmuş. Bölücülük saygınlık lütfetmiş, vatanperverlik küfür olmuş. Kur’an’a küfredilmiş, her türlü kitap el üstünde tutulmuş. Kurtuluş kendi köklerinde iken, Batı’nın köksüzlüğünde aranır olmuş. Bilimi sen üretmişsin ve bilim olarak yerinde kullanılmış ama filmciler onore edilmiş ve bilimin babaları onlar kabul edilmiş. Hiç sormamışız, sorgulamamışız, niçin böyle oluyor, kim yapıyor tüm bunları, neden yapıyor ve bizi nereye götürmek istiyor diye. Sormaya sormaya, sorgulamaya sorgulamaya, hep aldanan olmuşuz, düşmüşüz, bitmişiz, tükenmişiz, kendimiz olmaktan çıkmışız. Kendimizi, kendimize ait olan her şeyi silip atmışız. Milletimizi sevmeyiz, kâfire saygınlık atfederiz. İslam dünyasına hor bakarız, Batı’nın önünde yere kapanırız. Hatta ne gariptir ki, biz, bizi sevmeyiz. Aynı milletin ve dinin çocukları kendi aralarında kanlı bıçaklı olur. Bu nasıl olur, kim yapar bunu, akıl sır ermez. Kendileri mi ahmaktır, yoksa birleşik güçlerinden korktukları için başkaları mı tefrika sokar bilinmez. Biri bilmem neci olur, biri bilmem neci olur. Ama ikisi bir araya gelipte, Kur’an temelinde, vatan, tevhid, ahlak ve adalet idealinde bir devlet tesis etmeye yanaşmaz. Oysa bu düzlemde yürünmedikten sonra, kim ne yapabilir, yaptığını nasıl sonlandırabilir, sonlandırılan ne verebilir? Kur’an ile aydınlanmayan akıl, tahkim edilmeyen bakış, cilalanmayan kalp, işlemeyen vicdan neye yarar oysa. Hiç şunu düşünmeyiz; acaba birileri kutsanıyorsa, ardında tehlikeli şeyler mi gizlenmektedir bu kutsamanın. Aslında çağdaşlık perdesi ardında, bölücülük yapılıyor olamaz mı mesela? Müslüman kimliğine sahip olmak gerçekten Müslüman olmak mıdır ya da Türk kimliğine sahip olmak gerçekten Türk olmak mıdır? Böyle bakarsak en büyük aldananlar olmaz mıyız? Kompradorlara karşı niçin namuslu ve hakikatli kavga verilmez ve onları gerçekten yok etmek için niçin kanun dairesinde dürüst mücadele edilmez? Politikacılar hep yalan söylemek zorundalar mı? Doğruyu söylemek gerçekten tehlikeli midir? Niçin her doğru her yerde söylenmesin? Bu kutsal bir yasa mıdır? Her yerde söylenmeyen doğrunun ne faydası olur? Allah, kulundan böyle bir şey ister mi? Niçin dinden bahsedenler, dinden korkarlar? Niçin vatan diyenler, vatana hakikatli sahip çıkmazlar? Müslümanlıkla Putçuluk bağdaşır mı? Saf tevhidi olmak zor mudur? Masum birinin hakkını gasp etmek, bize şeref bahşeder mi? Hem Allah’ın ipine sarılmak hem de tağutların izinden gitmek kabil olabilir mi? Düşünmek, sormak, sorgulamak, tetkik etmek, tahlil etmek namussuzluk mudur? Niçin düşünenden ve sorandan korkarız? Yoksa düşünmeyen ve sorgulamayan bir toplumuz derken, kahpelik ve şerefsizlik mi ediyoruz? Bilgi niçin vardır? Bilim niçin vardır? Felsefe nedir? Din ne ister? Aklın görevi nedir? Putlaştırmayı telin ederken bunca put nedendir? Yoksa putçu olduğumuzun farkında olamayacak kadar ahmak mıyız? Kurtuluşun, öz kimliğine ve dininin özüne dönüşte olduğunu, öldükten sonra mı öğreneceğiz? Allah, niçin, hep, AKLETMİYOR MUSUNUZ diye sorar?