Ruhun şad, taksiratın af, mekânın cennet olsun BİLGE KRAL. Allah,
Bosnalı evlatlarına, halkına; davana ve ardında bıraktığın ülkene,
milletine, devletine sahip çıkabilecek şuur, bilinç, feraset, basiret,
kararlılık ve cesaret nasip etsin. Âmin.
Ey ehl-i iman ve ehl-i vatan! Ey Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın torunları!
Bilge Kral ALİYA İZZETBEGOVİÇ’in aşağıda ki mektubunu okuyun, lütfen,
lütfen, lütfen ve sonsuz lütfen. Allah rızası için okuyun ve şöyle ıssız
bir yere çekilip, saf fıtrat düzleminde, akıl, kalp, vicdan terazisi
üçgeninde, aklınızı, kalbinizi, vicdanınız birleştirip, saatlerce
üzerinde düşünün ve iç sesinizi dinleyin. Hatta ağlayın, ağlayın,
ağlayın. Çünkü bu mektup DİRİLİŞİNİZE vesile olabilecek çapta bir
mektup. Ey Kürt oku! Ey Alevi oku! Ve oku ey Türk! Kardeşlerin seni
görsün, bilsin, tanısın ve sen de değerini, kıymetini, ağabeyliğini ve
sorumluluğunu öğren, bil, anla, idrak et ve namusluca vazifeni ifa et.
Kadim bir millet olmanın bilinciyle, deruhte ettiğin sorumluluğun
fevkine var. Ey ehl-i iman ve ehl-i vatan! Görün soysuz Moskof ayısını,
görün şerefsiz Coni şeytanını, görün bir LEŞ olan aşağılık milletleri,
görün kansız Fransız piçini, görün kahpe Çinini, görün tüm şeytanları ve
yavrularını. Görün kahpe Kapitalizm’ini, görün ikiyüzlü Marksizm’ini,
görün Nasraniyet Faşizmini ve uyanın artık! Şeytanın aşağılık, soysuz,
kansız, alçak, şerefsiz, namussuz, kan emici, vahşi yavruları, küfrün
temsilcileri İslam ve Türk sözkonusu olduğunda nasılda birleşiyorlarmış
fark ve idrak edin. Ve bırakın şeytanın ideolojilerinin peşinden
gitmeyi, dönün dininize ve dönün kimliğinize yeniden, BİRLEŞİN, KARDEŞ
OLUN ve DİRİLİN, DİRENİN artık! Bu alıklık, korkaklık, bilinçsizlik,
şuursuzluk ile nereye kadar? Kininiz asla dininiz olmasın ama yüksek ve
yüce bir kine de sahip olunuz ve intikam günü için yaşayınız! Senin
kılıcın yine birgün kınından çıkmayı bekliyor ey soylu Selçuklunun ve
Osmanlının torunu Türk Evladı! Zaten mektubu kanlı gözyaşlarıyla
tamamlayınca ne demek istediğimi anlayacaksınız Allah’ın izniyle!
ÖZGÜR DENİZ
……………………………………….Mektubu okumaya buyurunuz lütfen!...............................................
MERHABA EFENDİM,
BEN ALİYA.
ALİYA İZZETBEGOVİÇ.
BOSNA-HERSEK'İN CUMHURBAŞKANIYIM.
Sizi Devlet-i Aliyye'nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna
Sarayı'ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna'dan
selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa'dan, Avrupa'nın ve
Batı'nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek
istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye'nin ordusunda askerlik
yapmıştı, Üsküdar'da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile
evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927'ye
kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz
zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire'den gelen Boşnaklar
tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna'ya taşınmışız.
Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna'da geçti. Bu dönemde Yugoslavya'da
Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan, 19.yüzyılda
Devlet-i Aliyye'ye isyan eden Sırp Kara Corceviç'in kurduğu hanedandı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman
halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla
bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir
gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün
akşamına fakir bir halk olarak girdi.
Bosna'da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında
onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların
gözünde 1389 Kosova Savaşı'nda burayı fetheden Türkler bizdik yani
Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389
ile 28 Haziran 1914 arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu
düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna'da bir
Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip'in ateşlediği kurşun, Birinci
Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i
Aliyye'yi çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar
etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu
söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye'nin Bosna
topraklarından çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan'ın yavaş yavaş
hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin tamamen son
bulduğu ve Sultan Abdülhamid'in resimlerinin duvarlardan indirilip
Avusturya-Macaristan imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o
günleri gözü dolarak anlatırdı hep. Çünkü 1908'den sonra biz Boşnaklar
çok büyük sıkıntılar yaşadık.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye
ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu varsa, o
şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan'ın, Hırvat ise
Hırvatistan'ın… Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba
katılmadan sayım yapılacak-tı. Tuhaf olan ise Bosna'da en fazla nüfusa
sahip milletin Türkler olmasıydı. İkinci ayrışmayı Soğuk Savaş'ın sona
er-mesi ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yaşadık. Bu yüzyılın bizce en
hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına âdeta
sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan onurunun tamamen ortadan
kalktığı, vicdanın yok olduğu, insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu
Temmuz 1995…
Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara
sorarsanız, Avrupa'ya İslam’ı yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki,
Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnaklara Müslüman
olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil.
Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı
çok değişti. Ben size Boşnak'ı “Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye
çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne
dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye'den bize destek olmak için
gelen savaşçı la da Boşnak'tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir
köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale'de ve Yemen'de korumaya
çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna'da ayakta tutmaya çalıştığımız
şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen
dili bazen ırkı, bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı insanlığı,
kardeşliği bir arada yaşama idealini korumak için direndik. Bu idealin
adı Bosna'ydı. Boğazı sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz
edildi, yalnızlaştırıldı ve ölüme terk edildi.
o günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya'nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan
bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler onları hemen
tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların
birlikte barışla yaşayacakları bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar
bizim gibi düşünmüyorlardı. Yugoslavya'nın hiç parçalanmadan, tamamıyla
Sırp hâkimiyeti altında Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini
planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi insan olarak bile
görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya
istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak
bağımsızlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum
istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4
bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp
askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı.
Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama da…
Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler'e başvurduk. Avrupa'dan
ve Amerika'dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır savundukları
demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu
savundukları ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik,
para ve silah da… Sadece ama sadece silahsız ve korunmasa halkı
koruyacak bazı tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş Milletler bunun
için kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak.
Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne savaş eklemek
istemiyoruz.” dediler. Silah satışına ambargo koydular.
Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı ama artık ambargo sebebiyle,
direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve
Amerika, Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnaklara
elimiz kolumuz bağlı hâlde düşmanımızın önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa'dan, Amerika'dan sesimizi duymalarını bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.
Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza daha
fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa'nın ne
demek olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa'nın ortasında bir halk, sadece Müslüman
olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne
elleri bağlı halde terk edildi. Ben halkımı bir savaşın yaklaştığına
dair ikaz ettim ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde olduğumuzu
söylerken bile 20. yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele
bunun Avrupa'nın gözünün önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla
yaşanacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır.
Mesela neredeyse aynı tarihlerde Afrika'da yaşanan ve bir milyon kişinin
ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa Devlet Başkanı
François Mitterrand’ın “Oralarda yaşanan şeylerin ciddiye alınmasını
gerekli görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika’ydı Yıllarca
Fransızlar ve İngilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların,
İngilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz
Avrupa'da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini
düşündüm. Yanılmışım.)
Peki, neler oldu Bosna'da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı.
Boşnaklar, tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi
tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye uğraştık.
Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar yaptık. Ama hiç
tankımız olmadı mesela. Savaşı yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur.
Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre, her taraftan
ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir
zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem
düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale
gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elinizdeki
insani malzemenin tükendiğini… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri
yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre
giriş ve çıkış da yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız,
bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş
Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz yıl öncesine ait
konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa
koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler bile onların kokusunu alıp
hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza
ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef Bosna'nın her tarafından,
Mostar'dan, Srebrenitsa'dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp
askerlere verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerin teorisini
yazdığı etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından
kurgulanmış iğrenç bir plandı. Bir gün Brçko'da üç bin kardeşimizin
boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım
Kosaraz'da devam etti, peşinden Prijedor'da… Ve sonra bütün Bosna'da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak
yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin
takip ettiği işgal politikasına… Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan
bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı birer Müslüman
olarak Kitap ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık. Öyle de
davrandık. Bunu, insanlık ve İslamlık onuruyla ve gururla
söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile
tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler. Sadece mezarlarımızı
değil, tarih? Eserlerimizi de… Yüzyılların kıymeti Mostar'daki köprümüz,
Saraybosna'daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa mimari
tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi
saymaya gerek var mı bilmiyorum.
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz
edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz binlerce
vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde
Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz?
Onlardan sadece Saraybosna'ya uygulanan ambargoyu kaldırmalarını
istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve talebimiz işte bu modern
ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben hem onların, hem
Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim, askerlerime karşı
işledikleri suçları da… Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi
inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir?
Asla affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı'nın ve Avrupa'nın Bosna'da yaşanan
soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Onlar,
bu soykırıma doğrudan ve ‘ok etkili bir şekilde müdahale ettiler:
Sırplara yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar,
Boşnakları elleri kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini
hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna'yı, Mostar'ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde
park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgâhı. Boşnakların
en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama
geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak
şehitliklerimizde göreceksiniz. Dünya Bosna'yı o mucizeyi ve onurlu
direnişiyle hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama
yine de yüzümüze yansıyan şey “acı"dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize
acımanız gerektiğini düşünmeyin hatta sakın bize acımayın. Çünkü
bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak'ın anlayabileceği ve hakkıyla
yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine
bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü
bildiği, bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında… Bir
insanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi
günlerin yaşandığı katliam… inanın, o gün Srebrenitsa'da bulunan
binlerce Boşnak kardeşimize Allah'ın Kitap’ta bize anlattığı cehennemi
tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa
mutlaka yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş
Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve
Hollandalı bir asker? Birliği şehrin beş kilometre yakınına,
Potocari'deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen
yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise olarak dinlemeyin. Henüz
yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam eden çok taze bir dramdır
bu.
Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde "Avrupa'nın ilkeleri” gereği
insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa'ya güvenerek
ve artık NATO, BM gibi kurumların ko-ruması altına girdiklerini
düşünerek silahlarını teslim ettiler. Fakat 1995'in Temmuz'unda Sırplar,
Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa'yı abluka altına aldılar.
Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar.
Çevre kasaba ve köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli
yer bildikleri Srebrenitsa'ya sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat
arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda
kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve
korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu. Binlerce Boşnak, canını
kurtarmak üzere Potocari'deki BM kampına sığındı. Şehir boşaltılmış,
yirmi bine yakın masum sivil halk, kampın etrafına kaçmıştı. Gücü
yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve kurtulmaya
çalıştı.
Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa'ya girdiğinde yakılmış evler,
yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile
yoktu. Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde “Nihayet Türklerden
intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa'dan tamamen koymanın zamanı
geldi.” diye konuşuyor, askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya'ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman
vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan
insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına inanır mısınız? Ben
inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp'ın o gün
Srebrenitsa'da yaşananlar’ yapacağına inanamadığım gibi. Fakat yaptılar.
Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari'deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün
sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada
bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine
yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden
bu isteği kabul etti. Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk,
yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda “Bizi teslim etmeyin, öldürecekler.”
diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil mi?
Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar
zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin yoksa da tarihin bir
fikri var: BM Bosna Barış Gücü Komutanı, Fransız General Bernard Janvier
veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom Karremans olmanız
yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge'yi korumak için bir tek adım bile
atmayan bu beyler, yirmi bin masum sivili o gün Radko Mladiç'e teslim
ettiler. NATO'ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama İtalya
üzerindeyken yeni bir emirle geri döndüğünü artık hepimiz biliyoruz.
Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanlar’ asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün.
Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve
ondan çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini
istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini yapamayınca kafasına yediği
tek kur-şunla ölüyor. Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri
kulaklarına takılı kulaklıkla müzik dinliyorlar.
Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin
kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp
üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş
Milletler komutanı, askerlerin önderi Mladiç'le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi,
askerleri rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye
bağırıyorlar. Kadın bebeğin’ sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama
başaramıyor. Asker “Sen susturamazsan ben sustururum.” deyip elindeki
çakıyla bebeğin dilini kesip yere atıyor.
Türk'ün evladı…
Unutma!!!
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi yapayalnız
bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu
mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce
çocuğumuzu yetim bıraktılar. Henüz mezarların’ bulamadığımız kaç
kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. Önce, hepsini sıraya dizip tek tek
öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur
kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz
zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili,
otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar kazdırıyorlar.
Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar.
Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola
başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp
onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler
buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir
çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini
anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi
çıkarıp Potocari'deki şehitliğe defnettik.
Biz “Bosna'da kendi devletimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz
“Bosna'da sadece bizim dinimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz
“Bosna'da sadece bizim kimliğimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Bizim
Bosna'da savunduğumuz şey, Batı'nın tüm dünyaya göğsünü gererek
anlattığı Helsinki Nihai Senedi'ydi, Paris Şartı'ydı, demokrasi ve
hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce
kadınımız karınlarında kocalarını öldüren askerlerin be-bekleriyle terk
edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa
düştüğünde Avrupa'nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu
anladık. Amerikan Başkanı George Bush'a toplama kamplarını, tecavüzleri,
ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl
yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak'a bir gecede savaş açan ama
buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan'da, Pakistan'da,
Afrika'da, Filistin'de, Hindistan'da askeri operasyon yapan Amerikan
başkanı, anlattıklarım’ dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana:
“Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa'nın bir iç meselesi.”
Ben Aliya,
Aliya İzzetbegoviç.
Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi
çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi
dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü
dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın
altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla… Biz, kendi çocuklarımız en
azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere
anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızı sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de,
Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir
dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı.
İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra
direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli
olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen
varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya'ya sürmek için planlarını adım adım
işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin
yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
SEN TÜRK'SÜN. BİR IRK, BİR DİN, BİR MEZHEP DEĞİLSİN, OLAMAZSIN.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk
diyordu. Çanakkale'de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk
diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu,
Arap'a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de
Kürt'ü senden, seni Kürt'ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor.
Türk'ün Evladı,
Biz Boşnak'ız ama Türk'üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın
kadar Boşnak'sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp'a
karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için
değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz
ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için
değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine,
mezhebine karışmadık. Mezarlarını çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık,
kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini boğazlamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgâhıyla saflara ayrışmamalısın.
TÜRK'ÜN EVLADI!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
BİZİ,
ONLARIN BİZE YAPTIKLARINI,
VE SORUMLULUĞUNU
SAKIN UNUTMA!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
ALİYA İZZETBEGOVİÇ...
Özgür DENİZ - 19.10.2015
Tarih: 19.10.2015
Okunma: 740
YORUMLAR
Yorumunuzu ekleyin.