OKUMANIN LEZİZ MEYVESİ; DEVRİM...1...

Özgür DENİZ - 27.12.2015

‘’ Yaratan Rabbinin adıyla oku!’’ Alak-1

 

Her devrim, sözün çocuğudur. Sözü olmayan devrim yapamaz. Söz ateştir. Devrim meşaledir. Söz teoridir. Devrim eylemdir. Söz ateşini yakmazsanız, devrim meşalesi yanmaz. Teoriniz olmazsa, eylem ortaya koyamazsınız. Oku dendi! Önce sarsıldı, sonra Okudu! Ve Uyandı! Büyük uyanış ve sonsuz uyanışın mukaddemesi! Ateşi yaktı ve uyandırdı! Yanan şey, yeryüzünün ve insanlığın görüp, görebileceği en yüce devriminin meşalesiydi; adalet ve ahlak devrimi. İnsanlığın, hayatın ve evrenin, üzerinde durduğu ve varoluş sebebi olan, iki mutlak dayanak yani. Devrimin mutlak ve yegâne Önderi; Hz. Muhammed’di (sav). İnsanlığın son, emin, mutlak adil ve mutlak ahlaklı Önderi yani. Devrimin mutlak ve yegâne kitabı; Kur’an’ı Kerim’di. Hayatı, insanı, her şeyi yeni baştan kuran yani. İnsanlık, o günden sonra değişti ve bir daha değişmedi. Belki yozlaştı, tagayyürata uğradı ama değişmedi. Evet, okumak böyle bir şeydir. Yani okumak, her şeydi. Okumayan hiçbir şeydi. Hele kendisine Oku emri gelen bir Müslüman okumuyorsa, moloz yığınından, ottan farkı yoktu.  Bilmeliyiz ki, her praksisin altyapısı teori ise, her teorisinin üst yapısı praksistir. Yani ikisi iç içe girmiştir. İkisi de tek başına anlamsızdır. İman ve amel ilişkisi gibi. Teori ise, okuyarak, düşünerek üretilir. Praksis ise, harekete geçerek, toplumla iletişim kurarak, toplumu uyandırarak ve toplumun hissetmesini sağlayarak. Bilakis, hiçlik makûs talihimizdir!

 

‘’Siz kendinizi bozmadıkça, içinizde olanı tahrip ve tahrif etmedikçe, Allah sizin durumunuzu bozmaz, değiştirmez. Ama Allah sizi düşürürse de kimse sizi kaldıramaz. Siz değişme iradesi göstermezseniz, Allah sizin durumunuzu değiştirecek değildir.’’ Rad-11

 

Kirli bir kalple, bulanık bir akılla, yorgun ve çökmüş bir gövdeyle devrim gerçekleştirilemez. Binaenaleyh, ilk evvelde, kalpte, kafada ve gövde de bir devrim yapmalıyız. Bilakis, her şey beyhude ve berhava olur. Önce kafalarımızdan ve kalplerimizden vurulduk çünkü, ondan sonra da gövde olarak çöktük ve bir et yığınına dönüştük. Kalp kirlenip, kafa bulanıklaştı mı, karşımızda ki netlik gider ve gövdemiz uyuşmaya başlar. Nihayet düşüş! Cahiliye devrini düşünelim lütfen. Kalpler ve kafalar bitik, gövdeler çöküktü. Bir ses geldi yücelerden ve söz düştü insanlık toprağına: OKU! Ve okundu söz, sözden eylem doğdu, kutlu eylem tüm insanlığı kuşattı ve insanlık toprağında bir diriliş başladı. Hiçbir devrim kolay değildir ve kolay gerçekleşmemiştir. Acılar, sancılar, iç çekişler, sarsıntılar, tereddütler, yalnızlıklar, işkenceler, sürgünler, hicretler… İnsanlar kafa diriliğini ve kalp uyanıklığını kaybedince, gövdeler yığılıp kalmıştı. İnsanlık uyuşturulmuş ve uyuşmuştu. Efendi ve köle ilişkisi egemendi. Kadınlar eziliyorlardı, alınıp satılıyorlardı. Çocuklar diri diri toprağa gömülüyorlardı. Şeytan işi her türlü pislik toplumu karanlığa gömmüştü. Her yer putlarla doluydu! Söz indi, kalbe girdi, insanlık dirildi. Ve devrim! Nice zamanlar geçti, insanlık yeniden cahiliye adetlerine döndü. Önderin bizlere tevdi ettiği yüce emanetler olan Kur’an ve Sünnet mehcur kaldı. Kur’an elimizdeydi, duvarlarımızda aslıydı, mezarlarda kuru ve boş ezberler tazeleniyordu ama kafalarımızdan ve kalplerimizden çıkıp gitmişti. Bugünde efendiler ve köleler var. Bugünde kadınlarımız reklam pazarlarında alınıp satılıyorlar, çocuklarımız bugünde diri diri toprağa gömülüyorlar. Şeytan işi pislikler toplumu tamamen kuşatmış durumda. Bunları yapmak değil, toplumu ikaz etmek suç olmuş, ne garip! Ama idrak edecek kafalar, hissedecek kalpler ve direnecek gövdeler yoktu. Söz hükmünü kaybetti çünkü. İnsanlığın ellerinde kalmıştı Kitap ama akıllarından ve kalplerinden uçup gitmişti. Yani söz düşmüştü! Söz düşerse, insanlık ayakta kalabilir miydi? Ve insan düşmüştü!

 

‘’Ya Kur’an’ı okumaktan kaçıyoruz ya Kur’an’ı anlamaktan korkuyoruz ya da Kur’an’ın ne olduğunu, nasıl geldiğini, niçin geldiğini, kime geldiğini ve kimden geldiğini bilmeyecek kadar aptalız.’’

 

Evet, okumak uyandırır insanı ve dirilir insan. Damarlarda ki tıkanıklıklar, eskimiş ve pörsümüş düşünceler, tefessüh etmiş hayatlar, süfli duygular ancak okuyarak iyileşir ve temizlenerek bir işe yarar hale gelir. Okumazsak doğru bildiklerimiz yanlış, yanlış bildiklerimiz doğru gelir bize. Okumadığımız için hakikati garipsiyoruz. Birisi hakikati haykırdı mı, garip garip bakıyoruz, acayibimize gidiyor. Bu adam galiba çağları şaşırmış diyoruz. Hakikatin çağlardan çağlara akıp geldiğini ve çağlara göre değişmeyeceğini unutarak. Oysa haykırılan şey bildiğimiz şey ama damarlar tıkalı, beyin hücreleri ölü naparsın! Dünyada ki, insan odaklı en yüce eylemdir okumak. İnce bir zevk verir, asilleştirir insanı hatta asileştirir ama kutsal bir asiliktir bu. Okuyunca her şey kutsallık kesbeder; öfken de, kinin de, kavgan da, sevgin de, isyanın da, muhabbetin de kutsaldır artık. Şüphen bile kutsallaşıverir. Çünkü bir öze kavuşmuştur. Öz çok önemlidir, özü olmayandan hiçbir şey olmaz. Ha bedeli yok mudur okumanın? Elbette vardır, hem de ağırdır ama bedelleri bile kutsaldır. Tereddütlerin, acıların, merakın, ıstırabın, şüphelerin, azapların artar ve kesif bir hal alır yalnızlığın. Zaten kendi kendine yeten insan asla yalnız değildir ve insan, birazda kendi kendine yetendir. Ve ancak okuyanlar yetebilirler kendi kendilerine. Çünkü kendi kendileriyle konuşacak, tartışacak şeyleri vardır hatta gülecektir kendi kendine, çünkü gülünçtür bazen kendi kendine konuşmak ama kutsal bir gülünçlük vardır derinliklerinde bu tür gülmenin. Kalabalıklara ihtiyaç duymazsınız, yetiyorsanız kendinize. Çünkü kalabalıkların vereceği bir şey yoktur sana ve senden alıp götürecekleri çok şey in vardır senin. Okumak biriktirmektir, hafıza depolamaktır, zenginleşmektir. Hazine aramak gibi bir şeydir, zordur, yorucudur, sıkıcıdır. Katlanmak zorundasınız, katlanmazsanız ulaşamazsınız yüce hazinlere. Sabır, cesaret ve yalnızlığa zincirlenmek; işte sizden istenenler. Zor mu? Zor. Peki, zoru başaramayan neyi başarabilir bu dünyada? Nasıl, aradığınız yüce hazinelere kavuştuğunuzda sonsuz bir sürura ve saadete gark oluyorsanız, aynı şeyi okumak eyleminin sonucunda da bulacağınızdan yana muhakkak emin olacağınıza inanmanız iktiza eder.

 

‘’Yazmazsam yaşayamam! Çok özür dilerim. Suyun kaynama noktası vardır, ruhun patlama!’’

 

‘’Çalışan insana, namuslu insana, okuyan insana saygı duymayan, değer vermeyen bir millet sürüm sürüm sürünmeye layık bir millettir. Bunu söylerken saygı bekliyorsam, değer istiyorsam tüm insanlık yüzüme tükürsün. Hiçbir dem bu kadar adileşmedim, basitleşmedim, izzetimi ve şerefimi yere düşürmedim. Ama kalbine değilde, kalıbına bakılarak, bu memlekete hizmet edebilecek değerlerin katledilmesine kalbim, aklım ve ruhum razı olmuyor. Ben bir hiçim evet ama heplere yazık edilmesin Allah, Önder, Kur’an ve vatan aşkına.’’

 

İnsanlar olarak, canlılar içinde, akıl sahibi olan, düşünen ve konuşmayı seven bir türüz. Ama konuşmaya salahiyetinizin olması için, bilmeniz icap eder. Zira kuru gürültü yaparsınız ancak. Konuşmak için sözünüz olmalı, sözünüz olması için bilginiz olmalı, bilginiz olması içinde okumalısınız. Başka yolu yoktur bunun. Okumadan neyi bilebilirsiniz ki? Bilmiyorsanız ne söyleyebilirsiniz ki? Söyleyeceğiniz hiçbir şey yoksa ne konuşabilirsiniz ki? Geriye kalan nedir? Zırva! Okumadan, ter ve yaş dökmeden, hiçbir gayret göstermeden söz sahibi olunacağını sanmak; hareket etmeden, yattığın yerden, hiçbir adım atmadan kazanacağına inanmak kadar ahmakçadır. Böyle garabetlerle, acayipliklerle mütemadiyen karşılaşabileceğimiz bir toplumda yaşıyoruz maateessüf. Okuyan değil gürültü çıkaran bir toplumuz. Ne yazık ki, gürültü çıkaranlar, konuştuklarını sanırlar, çünkü bir şey bildiklerine inanırlar. Buna gerçekten inanırlar hem de öyle inanırlar ki, kimse gıkını çıkaramaz. Zira nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklarını çok iyi bilirler: TEK OKUYAN SEN MİSİN? Oysa bu tepki alıkça, ahmakça bir tepkidir. Basit ve ucuz bir tepkidir. Kimsenin böyle bir iddiası yoktur ama bilginin de bir kıymeti vardır, söz söylemenin bir raconu vardır, okumanın bir kutsallığı vardır. Öyle değil mi? Ki, bilgiççe laflayan ama boşluklarını izhar etmekten başka hiçbir şey yapmayan, hakikatte okumadıklarının da fevkinde olan bu hiçkimselerin okuduklarını haykırmaları ve gösterdikleri malayani tepki tamamen hasetten, kompleksten ve utançtan sadır olan bir haykırmadır, tepkidir. Sadece söyledikleri zırvaların bir yankısı olsun ve dikkate alınsınlar diye okuduklarını söylemeye çalışmaktadırlar. Zaten yorumlarına baktığınız zaman bunu görmekte zorlanmazsınız. O kadar sığ ve temelsizdir ve sloganiktir ki siz utanırsınız. Hiç okuyanla okumayan, bilenle bilmeyen bir olur mu? Ama insan bu! Bilmez, bilmediğini de bilmez fakat ahkâm kesmeye bayılır. Bre insan madem bilmenin ve konuşmanın cazibesine dayanamıyorsun, madem bir söz’ün olmasına bu kadar teşnesin bari azcık ta olsa oku, bil, söz sahibi ol ve öyle konuş. Ama ne acı ki; okuma-ma-nın kültürleştiği bir toplum halinde geldik. Gürültü yapmanın prim yaptığı, zevzeklik yapanın kıymetlendiği bir toplum olduk. Yazık! Çok yazık! Hep yazık!

 

Yola, okumak olarak tavsif edilen yüceltici ve asilleştirici eylemin, ciddi bir süreç ve aynı zamanda yürek ve cesaret işi olduğu bilinci ve şuuruyla çıkmak iktiza eder. Baştan kaybetmemeniz için. Zira bu kutlu ve kutsal eylem, kısa mesafeli koşulara ve günübirlik müsabakalara benzemez. Bu bir maratondur ve ömrün bile yetmeyebilir. Ciddiye alacaksın yani. Çünkü burada hayatın kendisi yoldur. Hedefine mülaki olabilmen için önkoşuldur, bu bilince malik olmak. Ha, sen seferdesindir, zafer gelir mi, gelmez mi orası senin işin değildir. Bilakis, fanuslarda debelenir, belirsizlik girdaplarında naçar kalırsın. Hakikat dağının şahikalarına tırmanmak için okumaktan başka yol, çare yoktur ve olmayacaktır da. Bu yol, sarptır, patikalarla doludur, kıvrımlıdır, ince ve dardır, dikenlidir ve yükseldikçe üşütür. Ama zirve, aydınlık ve sıcaktır. Hakikat, güneş gibidir çünkü. Mesuliyet, sorumluluk, merak, sabır, dava, hürriyet aşkı, manevi güç arzusu, cesaret gibi şeyler, insanı okumaya iten şeylerdir. Bunlar yoksa bu yola çıkmak zordur. Bahusus, umudu, cesareti, sabrı yoldaş edineceksin kendine, kolay yürüyebilmek için. Bilakis, bir adım bile atamazsın. Nietzsche’nin güzel bir sözü var, diyor ki; ‘’eğer umudunuz yoksa gerçeklerin dağlarına çıkmayı düşünmeyiniz.’’ Tabi ki, sabırsızın ve korkağın teki olursanız da çıkamazsınız. Zaten umut, sabır ve cesaret yoksa bir gövde de, o gövdenin eylem ortaya koyması muhal ender muhaldir. Bilakis, sonuç hüsrandır. Okumak eylemi, eylemelerin en mukaddesidir. Tabi zordur ve çetindir de. Yola çıkıyorsun ama neyle karışılacağını, hangi bedelleri ödeyeceğini bilmiyorsun. Tabi payına düşeni de bilemezsin. Çünkü bedel varsa, ödül de vardır. Bilginlerimizden biri diyor ki; ‘sanma ki kolay, bir adamı öldürebilirsin ama bir kitabı okuyamazsın, okumayı kolay mı sandın?’’ İşte böyle, kitap okumak, cinayetten daha zordur. Cesaretin yoksa sefere çıkma, zira zafer kabil olmaz. Sabrın yoksa sefere çıkma, zira bir günde yığılıp kalırsın. Umudun yoksa sefere çıkma, benliğini saran belirsizlik cehenneminde yanar kül olursun. Sabır, cesaret, umut; zaferin temel taşlarıdır, altyapılarıdır. Okumak, kavgaya girmektir. Kendinle, hayatla, insanlıkla ve her şeyle. Ya olursun ya ölürsün; üçüncü şık yok. Ve bu kavga; bir varoluş, varkalış kavgasıdır, bir başladı mı asla bitmez, belki ömründe yetmez. Bu kavga, bir yerde kendini bulma, bilme ve kendin olma kavgasıdır. Görkemli bir kavgadır. Emsalsiz bir zevk verir. Sonsuz eğlencelidir. Her kavga kanlı olacak diye bir kaide yoktur. Bu kavga dirilten kavgadır!

 

Allahüekber! Allahüekber! Allahüekber! Akılla vahyi birleştir, gör bak neler olur. Uyanış olur, diriliş olur, direniş olur. Tüm mevcudat dile gelir. Allah, tüm mevcudiyetine hükmeder, yarattığı her şeyi emrine verir, tüm kâinat önünde diz çöker. Kelimeleri bile rahmet misali yağdırır gönlüne. Böyle sürdür dedi aklım ve gönlüm yazıyı, gecenin bir vaktinde, gövdemin dirildiği demde! Geçelim! Biz, mütemadiyen laflamayı, nutuk çekmeyi ya da söylenen bir şeyi kuru kuruya tasdik etmeyi pek severiz ama eylemden yana pek işimiz olmaz. Oysa söze anlam katan eylemdir. Bilakis, okumanın, düşünmenin, söz söylemenin hiçbir hükmü, kıymet-i harbiyesi yoktur. Geçelim! İlk yapacağımız iş; okumanın kültürleştiği toplumsal bir yapı inşa etmektir. Çünkü toplumumuzda kitapsızlık ve okumamak kültürleşmiş durumdadır. Kurumsal bazda ya da bireysel bazda olsun, kapsamı geniş, mahiyeti derin, etkisi büyük seminerler tertip edilerek, kafalar harekete geçirilip, durağan düşüncelerin hareketlenmesi ve böylece muhtelif fikirlerin tezahür etmesinin yolu açılabilir. Tatbik edilecek okuma programlarında serdedilen fikirlerden istifade edilmesinin yolu açılır bu şekilde. Bu mevzuda, Sivil Toplum Örgütü denilen oluşumlardan (nihayetinde bir toplum realitesidir bu örgütlenmeler, ne kadar da toplumu atomize ederek minimize edip, emperyalizme yem haline getiriyor olsalar da) destek talebinde bulunulabilir. Böyle bir atılım, olayın boyutunu ve kapsama alanını genişletmek olur ki, zararı olmaz ama faydası olur. Her bir birey işin ciddiyetini, manasını mutlaka hissetmelidir. Her faaliyet sonunda, görkemli ve onore edecek taltifler olmalıdır. Toplumda tepeden tırnağa, memurundan amirine kadar her bir kişi, servet, şöhret meftunlarını değil, kitap sevdalılarını, ilim taliplilerini dikkate almalı, itibara seza görmeli ve bu konuda müşahhas adımlar atmalıdır. Bireyler bunu fark etmeliler ve hissetmelidir. Bilakis her şey kuru bir nutuktan ibaret kalır ki, iyilik yapacaz derken, felaketi intaç edebilir eylemler. Bu mukaddes eylemde en derin, en ince motivasyon sırrı buradadır. Bunu yapmadığınız takdirde ne kitaplılık ve okumak kültürleşir ne de eylem bir anlam kesbedip, olumlu netice verir. Zira zamanımızda, kitaplı olanın ve okuyanın, zavallı, basit ve mecnun gibi algılanması ama buna mukabil servet ve şöhret budalalarının kurumsal bazda ve bunu dayanak gören fertler bazında itibar kesbetmesi ve örnek şahsiyetler olarak topluma sunulması, herkesi kitaptan ve okumak gibi asil ve soylu eylemden uzaklaştırmaktadır. Bu yüzden de kitaba dönüp bakan ve kitap kapağı açan bulunmamaktadır. Çünkü kitabın ve okumanın hiçbir değeri yokmuş gibi zımni bir algı yaratmaktadır bu hareket. Haddizatında bu durumda emperyalist bir tezgâhtır ve herkes bu tezgâhın çarklarını döndürmektedir. Özünde haysiyetsiz bir ihanettir bu. Kitabın ve okumanın üç kuruş etmediği hatta okuyanın daha da garip duruma düşüyormuş gibi görüntü vermesi, taze ve genç dimağları iğdiş etmiş, kısırlaştırmış ve kuraklaştırmıştır. Ve bu topraklarda beyni olanların hiçbir işe yaramadığı ve bu sebeple de beyinlerin çoraklaştığı algısı, nihayetinde beyin göçünü intaç etmiştir. Kabul edelim, etmeyelim ülkemize böyle bir manzara hâkimdir onlarca yıllardan bu yana. Elan da bu durum hâkimdir. Yusuf Has Hacip’in çok güzel bir sözü vardır: ‘’eğer ki, ilim bir yerde takdir görmüyor, ilim sahipleri şakilerin elinde oyuncak oluyor, ilim oradan göç eder.’’ Bizim topraklarımızda muayyen bir zamandan beri ilim zerre kıymet görmemiştir. Binaenaleyh, gürültü yapanlar ve bilmeyenler ama bildiğini sananlar topluma egemen olmuşlardır. Ve ilim yolunun yolcusu her zaman itilmiştir bir vebalı gibi, saygıya seza görülmemişlerdir. Veyl olsun bu pespayeliğe, müptezelliğe sebep olan melunlara. Son tahlilde; tahsil edilen ilim takdir görmelidir ve ilim talim eden kişi taltif edilmelidir. Zira iltifat yoksa marifet yoktur. Müşteriniz yoksa malınız zayidir. Üstat Cemil Meriç’in güzel ve beliğ ifadesiyle: ‘’İnsan denilen akıl ve duygudan müteşekkil canlı varlık, iltifata meyyal halk edilmiştir.’’

Tarih: 27.12.2015 Okunma: 725

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?