Hayat bellidir. İnsan bellidir. Yapacaklarımız bellidir. Öyleyse namuslu olmak zorundayız. Soytarı, bukalemun, dalkavuk, riyakâr olamayız. Yaptığımız ve yapacağımız şeyi insan gibi yapacağız. Ahlak ve adalet için şerefli bir mücadele içinde olacağız. Ahlak ve adalet uğrunda mücadele vermezseniz ve verdiğiniz mücadelede samimiyetsiz ve ciddiyetsiz olursanız, kusura kalmayın ama saygı duyulmaz ve sevilmezsiniz. Bir insanın, uğrunda gerekirse şahadet şerbetini içeceği şey, ahlaklı ve adil bir düzenin ikamesi yolunda canını ortaya koymasıdır. Ötesi yalandır. Çünkü ahlaksız ve adaletsiz bir hayat, hayat değildir. Mevcudat, adalet ve ahlak üzerinde mevcuttur. Bu mutlak hakikati ancak ince ve derin tefekkür neticesinde fehmedebilirsiniz. Hayat, bireysel değil kolektiftir. Hiçbir insanoğlu bireysel yaşayamaz, var olamaz, var kalamaz ve mutlu olamaz. Binaenaleyh, mutlak olarak kendini düşünenden hiçbir şey olmaz. Bu kafaya sahip birisi insanda olamaz. Hatta hayvan bile olamaz. Sünettulah diye bir şey vardır ve Sünettulah’a mugayir hareket içinde olamazsın, olursan bedelini öder, sonuçlarına katlanırsın. Hayatta mutlak zor olan hiçbir şey yoktur. İnsanları aldatmamak zor değildir. Şeytanla mücadele etmek ve şeytani düzenleri ref etmek zor değildir. Ahlaklı ve adil yaşamak zor değildir. Kutsal kine sahip olmak ve kutsal kavgaların adamı olmak zor değildir. İnsanların emeğinin karşılığını hakkaniyet temelinde vermek zor değildir. Hak gasp etmemek zor değildir. Emperyalizmi ruhumuzdan ve bedenimizden söküp atmak zor değildir. Milleti fasit daireye mahkûm etmemek zor değildir. Dine, kimliğe, devlete, vatana, millete, ümmete sahip çıkmak zor değildir. Amme menfaati için yaşamak, yaşatmak için yaşamak zor değildir. Milletin bilinçlenmesini, şuurlanmasını istemek ve bunun için gerekeni şereflice yapmak zor değildir. Değerleri; makama, kadına, şöhrete, servete feda etmemek zor değildir. Doğruyu ve yalanı tefrik etmek zor değildir. Kardeş olmak zor değildir. Kula kul olmamak zor değildir.
Ciddiyet ve disiplin, başarının iki önemli ve olmazsa olmaz önkoşullarıdır. Binaenaleyh, her işimizde olabildiğince ciddi ve disiplinli olmak zorundayız. Kısır kavgalarda, küçük menfaatlerin buzlu sularında kaybolmayacağız. Bireysel olarak bir yere gelme peşinde değil, toplum olarak bir yere gelme derdinde olacağız. Ya hepimiz kazanacağız ya hiçbirimiz kazanamayacağız. Hiçbir şeyin tek başına olanı güzel olmaz. Ne tek başına mutluluk ne de tek başına tokluk, hep birlikte mutluluk ve hep birlikte tokluk. Bu yüzdendir ki, yeni bir düzenin yazılacak yeni manifestosunun altında herkesin imzası olmalıdır. Bir düzenin kuvveti, kapsama alanına aldığı halkın hem kantitesi hem de kalitesiyle mütenasiptir. Bir kişi kaybedebilir ama halk kazanıyorsa ne ala. Bir düzendir ki, hakikate istinat etmiyor, o düzenin idamesi kabil değildir. Bir düzendir ki, çarkları halk için dönüyor, işte orada kozmos hâkimdir. Bir düzendir ki, çarkları kompradorlar için dönüyor işte orada kaos hakimdir. Eğer halka söz vererek bir yere geliyorsak, duruşumuzdan taviz vermeyeceğiz, halka düşmanlarını göstereceğiz, koltuklara oturup konformizmin dar koridorlarında kaybolmayacağız, biraz servet edinip çekip gitmeyeceğiz. Bilakis, halkla birlikte olacağız ve halk düşmanlarını halk meydanından kovacağız, ahlak ve adalet temelli erdemliler düzenini inşa edeceğiz. İstersek başarırız bebeğim! Halka hakikatleri haykıralım çıplak bir şekilde. Halk hakikatleri bilsin ki, ona göre konumlansın. Halk doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak bilirse, hiçbir şey yapamaz, yapsa bile yanlış yapar. Bu da yekpare olarak kaybedişimizin resmi olur. Mazluma dik, zalime eğik olmamalıyız. Samimiyet ve ciddiyet, tüm sorunları kökten çözmemize kifayet edecektir. Adalet demeyeceği, adalet için tüm gövdemizi ortaya koyacağız. Ahlak demeyeceğiz, ahlakı hayatımızla göstereceğiz. Bir şey oluyorsak, asla ve asla, servet, şöhret, makam, kadın için olmayacağız, büyük ülkülerimizin tahakkuk etmesine tavassut etmek için olacağız. Masa, kasa, nisa üçgeninde kaybolmayacağız, harcanmayacağız. Düzelmenin ilk başlayacağı yer, düzenin banileri olacak şahısların bulundukları yerlerdir. Misal, halka hizmet ediyorsak, bunu asla hesabi yapmayacağız, hasbi yapacağız. Millete hizmet etmek parayla olmaz. Üstad Nurettin Topçu’yu ciddiyetle, samimiyetle, namusluca okursak, bunu ileri düzeyde idrak edeceğiz inşaAllah. Bazı devlet görevleri vardır ki, asla parayla ölçülemez ve para için yapılamaz. Ama ne gariptir ki, o bazı devlet görevleri uçuk düzeyde ekonomik ayrıcalığa maliktir. Bir devleti yönetmeye 100 hasbi adam kifayet edecektir, eğer olaya hakikat penceresinden bakarsak. Hadi bilemediniz maksimum 250 yapalım bunu. Bir milletin ve devletin varoluş ve varkalış kavgasının en önemli aktörleri olan zümrelerin sahip olamadıkları ekonomik duruma maalesef bu zümreye göre geri planda olanlar sahip durumdadırlar. Bu durumda dengeleri sarsmakta ve işlerin şirazesinden çıkmasına neden olmaktadır. Ciddiyet ve samimiyet sonsuz önemlidir. Ama gereken ciddiyeti ve samimiyeti gösterebilmek içinde hakikate vakıf olmak iktiza eder. Hakikate vakıf olmak içinde kafalarda devrim yapmak önkoşuldur.
Ten olarak değişimin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur, tin olarak değişmedikçe. Tende ki değişim, tinde ki değişime etki edemez ama tinde ki değişim tende ki değişimi de tetikler. Bizde değişimler nedense hep tensel düzeyde oluyor, bir türlü tinsel düzeye sirayet etmiyor. Bu durumda kalıcı çözümlerin üretilmesine handikap teşkil ediyor. Hissetmek tinde hâsıl olduğu için ve biz bitevi tene odaklandığımız için böyle oluyor. Çünkü hissetmeyince hiçbir şey olmaz. Değişimin kökü, histir. Biz hissedersek, insanlık sarsılır. Hissettiğimiz zaman acı çekeriz, acı çektiğimiz için, acı çektiren şeyin varlığını ortadan kaldırmak isteriz. Yani biz sorunlar var diyoruz ama o sorunlar yüzünden acı çekmiyoruz, acı çekenlerinde hükmü yok. Bu yüzdende köklü bir değişim olmuyor. Ama bizden istenen köklü değişimdir. Bilakis, şirk bataklığında yaşamaktan asla kurtulamayız. Ahlaksızlık var diyoruz ama temellerine inip tahkikat yapmıyoruz, niye? Çünkü hissetmiyoruz ve bu yüzden acı çekmiyoruz, bizi harekete sevk edecek bir hissimiz ve hissimizden mütevellit acımız, sancımız yok. Adaletsizlik var diyoruz, sömürü var diyoruz, insanlığı emperyalizm kasıp kavuruyor diyoruz ama tüm bu iddiaların kökenine inip tahkikat yapmıyoruz, niye? Çünkü hissetmiyoruz ve bu yüzden acı çekmiyoruz, bizi harekete sevk edecek bir hissimiz ve hissimizden mütevellit acımız, sancımız yok. Acısı, sancısı olanların da yapacakları hiçbir şey yok. Bir şeyi değiştirmek, tüme hükmedenin işidir ama tüme hükmediciler rahatsa, niçin acı çeksinler? Acı çekmiyorlarsa, rahat oldukları durumu niye değiştirmek için harekete geçsinler? Böyle bir paradoks var maalesef. Şirk düzenini imha edip, tevhid düzenini ikame etmek haddizatında çok zor bir değişim, dönüşüm değildir ama irade, sabır, cesaret, samimiyet ister. Bizler istiyoruz ki, bir değişim olsun ama bizim kaybımız olmasın. Peki, bu değişim midir bebeğim? Bu kadar ahlaksızlık, zalimlik olabilir mi? Ne yani birileri kaybedecek ama sen kazanacaksın ve bunun adı değişim olacak. Hayır, Allah’ın, Önder’in, Kur’an’ın istediği şey, tüm müminlerin kazanmasıdır. Zulmün külliyen ilga olmasıdır. Ahlaksızlığın, adaletsizliğin kökten kurtulmasıdır. Tüm insanlığın gülmesidir. Çünkü gülmeyen tek bir kişi bile olsa, onun gülümseyemeyişi, ikame olan düzen için tehdittir, tehlikedir. Zira orada yine zulüm var demektir. Bizim fethimiz yüreklerin fethi olmalıdır. Bedenlerin fethi, hiçbir zaman kalıcı değildir ve kalcı bir zafere işarette etmez. Çünkü sonsuzlaşmak tinde hâsıl olur, tende değil. Bugün çok ciddi olumsuzluklar varsa şayet, ceza-i müeyyidelerin etkisiz olması, ekonomik paylaşımda ki bazı olumsuzluklar, kompradorların bu milletin kaynaklarını talan etmeleri ve emeğini sömürmeleri, ahlakımıza bitevi tazyikatlar, nesillerimizin; din maskeli ya da dinsiz örgütler eliyle maddi ve manevi olarak katledilmesi, şeytan işi pisliklerin genç dimağları esir almasıdır vs. bunun sebepleri. Ama bunlara karşı ciddi bir şey yapılmakta mıdır? İşte olayın bam teli burasıdır. Yapılmıyorsa niçin yapılmamaktadır? Çünkü bir şey yapması gerekenler ilk evvelde bu durumu hissetmeleri gerekiyor, bu hissin onlara ağır bir acı vermesi ve yüreklerini ağrıtması gerekiyor, ki bundan sonra bir adım atılıp, hareket geçilsin ve tüm olumsuzluklara son verilsin. Rabbim hepimizi ıslah etsin ve işlerimizi kolaylaştırsın. Mümin gönüllere ferahlık versin. Tevhidin egemenliği için bünyemizi sarmış tefrikayı yok edip, bizi vahdete yönlendirsin. Âmin.
Şimdi, bir toprak parçası üzerinde yaşıyoruz, bizim vatanımız diyoruz, muayyen sınırlara sahip, evimiz gibi. Evet, hissediyoruz değil mi bunu? Yani ayaklarımız bir toprağa basıyor ve ayağımızın bastığı toprak bizim toprağımız, vatanımız, evimiz. İşte ayağımızı bastığımız bu toprakların bir adı var: Türkiye. Yani bir isim verilmiş, Türkiye denmiş. Vatan demek bir yerde bağımsızlık demektir. Yani siz bir toprağa ayağınızı özgürce basıyorsanız ve orada size kimse dokunamıyorsa, işte o toprak sizi bağımsız kılıyor demektir. Peki, ayağımızı bastığımız toprağı korumak görevimiz midir? Görevden öte namusumuzdur. Evinizi korumaz mısınız, harici müdahalelerden? Eviniz olmasa ya da eviniz yıkılsa nereye sığınabilirsiniz, sığınsanız bile ne kadar rahat olabilirsiniz, rahat oldunuz diyelim, peki nereye kadar rahat olabilirsiniz? Yani evinizi terk edip gidebilir misiniz? Evet, şükür ki, bir vatanımız var. Değerini bilmek, korumak, ebedi kılmak, kutsal vazifemizdir. Şimdi bir gerçektir ki, bir babamız vardır, babamızın babası vardır, onunda babası vardır ve bu böyle gider. Yani bir mazimiz vardır, mazimiz de bizi tanıtan hafızamız vardır. İşte bunun gibi, Türkiye isimli vatanımızda, Osmanlı isimli kadim devletimizin yani Devlet-i Aliye’nin bakiyesidir. O da başka bir devletin bakiyesi sayılır. Öyle değil midir? Öyle değilse, bizden önce ki, bize ait olan nedir, kimdir? Biz kimden kaldık? İlla birinden kaldık ama kimden kaldık? Osmanlı’dan demekten korkuyor muyuz? Korku gerçeği siler mi? Gerçek silinir mi? Peki silinmeye çalışılan ama silinmeyeceği bilinen gerçeği inadına silmeye çalışmaya ne denir? Şimdi bir toprağı, o toprağa basan tek ayak koruyabilir mi? Yoksa tüm ayakların birleşmesi mi icap ediyor? Öyleyse, tek can ve tek gövde olmamız iktiza etmiyor mu, ayak bastığımız toprakların muhafazası için? Peki, niçin tefrikayı yok edip, vahdete yönelemiyoruz? Bizi ayıran nedir? Neden ayrılıyoruz? Ayrılmamız bizim ne işimize yarıyor? Yoksa birilerimi parsayı topluyor bu ayrılıktan? Şimdi Türkiye isimli vatanı kabul ediyor muyuz? Kabul ediyorsak, bu vatanı korumak gerekmiyor mu? Nasıl koruyabiliriz? Ne yapabiliriz bunun için? Bu vatana, özü itibariyle muhalif olan olgularla, bu vatanı korumak kabil midir? Bu vatanın bedenine sahip çıkıp, ruhunu ortadan kaldırmak isteyen, bu vatanı koruyabilir mi? Ruhuna sahip çıkmayanın, bedenine sahip çıkması ne kadar inandırıcı olabilir? Çok derin tefekkür etmeliyiz derim!