İnsanlığın, kıskaçlarında olduğu üç mihrak vardır;
zer-zor-tezvir. Servet- kudret-aldatma. Komprador-politika-tahrif ve tahrip
edilmiş din. Karun-Firavun-Haman. Burada bir emek, kazanma, ter, kan, yaş var
mıdır yoksa olaylar nasıl gelişmektedir? Kimdir bunlar? Kim için vardırlar?
Niçin vardırlar? Niçin yaşarlar? Nasıl yaşarlar? Bu üç mihrak birbirlerini
besleyerek var olurlar, büyürler ve egemenliklerini tesis ederler. Bu statülere
yükselmek bazı insanlara mı mahsustur? İnsanlık ailesi, bunların kadim köleleri
midirler? Ülkelerin toprakları bunların çiftlikleri midir? Devletin hazinesi
bunların kavukları mıdır? Bunlar, kaderlerin yazıcıları mıdırlar? İnsanlık, bunlar
için mi çalışmak zorundadır? Bunlar arkaları güçlü, kasaları dolu insanlardır
ve hep bu türden insanlar arasından çıkmaktadırlar. Bu kader midir? Kaliteli
yaşarlar. Devletten en yüksek ücreti alırlar. Yedikleriyle, içtikleriyle,
giydikleriyle, bindikleriyle, konakladıklarıyla görkemli bir hayat yaşarlar.
Geri kalanlar bunlara kazandırsın kâfi, artık bundan gayrı hiçbir değerleri,
anlamları yoktur. Muayyen zamanlarda hatırlanmak geri kalanlara kifayet eder,
onlarda zaten bundan memnundurlar.
Burada anlam ile kaliteyi karıştırmamak icap ediyor. Anlamlı değil
kaliteli yaşıyorlar. Kaliteli yaşamak anlamlı yaşamak değildir. Bilakis kalite
özünde anlamsızlık demektir. Modern dünyada kalite, anlamın boğulduğu ve
kaybolduğu hatta kovulduğu şeydir. Beyinleri ve ruhları anlamdan yoksun
olanların anlamlı yaşamaları diye bir şey söz konusu olamaz. Ki, anlamlı
yaşamak lüksü, vicdanı olanlara mahsustur, bunlar ise kahir ekseriyetle
vicdandan mahrum tiplerdir. Millet yoksulluk içinde kıvranırken (ki ancak
geçimini sağlayacak imkâna sahip olmak asla zenginlik değildir ve misal verecek
olursak, memur vb. yoksuldurlar.) Çünkü memurun çalışmak dışında keyifli
dakikalara ayıracak zamanı ve parası asla yoktur. Memur yaşarsa parası olmaz,
parası varsa yaşamıyor demektir. Bir nevi ücretli kölelik, bir de bir ömür
çalışarak elde ettiği kazanım pamuk ipliğine bağlı oldu mu bitiktir. Bunlar
nasıl oluyor da son derece lüks içerisinde yaşayabiliyorlar? Böyle olduğu
halde, bizler nasıl oluyor da bu türlerin peşlerine düşüyoruz bilinçsizce ve
şuursuzca? Ya da niçin hiç sormuyoruz ve sorgulamıyoruz, münhasıran sitayişe
boğuyoruz? Bu türler hakikaten bir ülküye inanıyorlar ve varlıklarını adıyorlar
mıdır? Böyle bir durum mevzubahis ise şayet, bu durumun hayata izdüşümlerini
biz niye müşahede edemiyoruz? Zevahirde ki mücadele sahneleri sahici mi? Yoksa
her şey düzenbazlıktan, hokkabazlıktan mı ibaret? Birbirileri için dengeleyici
unsurlar mı acaba? Her biri bir kitleyi kontrol altında tutmak için mi var? Her
kitlenin farklı duyguları var olduğu için ve bu yüzden her kitlenin duygularına
tercüman olacak bir yapılanma olması icap ettiği için mi muhtelif yapılanmalar
ve o yapılanmalarda toplanmış tipler var? Böyle ise, bunu fark etmek ve
gereğini yapmak için çaba sarf etmemiz gerekmez mi? Hani biri çıkar bir olguyu
eksen alarak bağırır ve o olgunun şahıslarında kesif şekilde olaylaştığı
düşünülenleri peşinden sürükler; başka biri çıkar başka bir olguyu eksen alarak
bağırır ve o olgunun şahıslarında kesif şekilde olaylaştığı düşünülenleri peşinden
sürükler; keza başka biri daha başka bir olguyu eksen alarak bağırır ve o
olgunun şahıslarında olaylaştığı ve bu olguları önceledikleri sanılanları
peşinden sürükler ve böylece tüm kitleler kontrol altında tutulmuş olur. Oysa
insana dair tüm ortak olgular insan için olan şeylerdir ve vazgeçilmesi
imkânsız olgulardır. İnsanı, insan kılan olgulardır. Bu olgular birbirinden
asla ayrılamazlar ve bölünemezler. Ama her nedense bu olguların her biri bir
yapılanmanın inhisarına bırakılmıştır. Ve bir diğeri, kendi alanına girmeyen
olguyu asla sahiplenmez ve o olguya matuf bir eylemde bulunmaz, ne teorik
olarak ne de pratik olarak. Siz, hiçbir fraksiyonun insanlığa dair kadim
olguları bir arada kendi bünyesinde toplayıp apolojisini yaptıklarını müşahede
ettiniz mi? Oysa bunu yapabilmeleri iktiza eder. İşte buraya dikkat! Burada çok
gayr-i ahlaki bir oyun var. Ön planda bunu yaparlarken, yani bir nevi olgu
paylaşımı-bölücülüğü yaparlarken ve milleti ayrıştırarak buradan rant
sağlarlarken, arka planda da hepsi lüks yaşamları içerisinde dem sürerler. Ve
tabi bu yolla varlıklarını korumaya aldıkları görünmeyen ama bunlara müzahir
olan adamlarda keyiflerine bakarlar. Bilakis, namuslu bir iş, bir eylem
yapıyorlarsa şayet, kavgalarında samimi olmaları, halka her şeyi sarih olarak
izah etmeleri ve yürüdükleri yolda bir nebze olsun ilerleme kaydetmiş olmaları,
sahici adımlar atmaları iktiza etmez mi? Ama böyle bir şeye şahit olmamız
kabil-i mümkün değil. Zira görünen köy kılavuz istemez. Hangi olguyu eksen
alırlarsa alsınlar ve hangi olgu ekseninde eylem yaparlarsa yapsınlar,
hiçbirinde samimiyet müşahede etmek kabil olmuyor maalesef. Mukaddes ve ortak
olgular, bunların ellerinde tefessüh ediyor adeta. Yapılan şey sahte mücadele
ve mebzul miktarda nutuk, arada bir arbede, başka hiçbir şey yok. Kendileri
bitevi kazanıyorlar, millet sürekli kaybediyor; kendileri sefa sürüyorlar,
millet cefa çekiyor. Bu ise derin bir paradokstur. Buradaki sözlerimiz
istisnasız tüm insançocuklarının her biri için geçerli değildir. Ama kahir
ekseriyet için geçerlidir. Allah, hepimizi ıslah etsin. Âmin.
Bizim, payidarlığı ve tümlüğü için sınırsız kan, ter, yaş
feda etmekte hiçbir an tereddüt etmediğimiz ülkemizin coğrafyası ne kadar
stratejik bir mahiyete haizse, ümmetin ve insanlığın yegâne ümidi ve hamisi
olan milletimizin ruh coğrafyası o kadar kaotiktir. Geçelim! Sanki tefrika ile
halk olunmuş ruhumuz ve sonradan bedenimize sirayet etmiş bu tefrika ve bitevi
bölünmüşüz. Bölünmeden kaldığımız hiçbir yerimiz yok. İnsanımız bölük bölük.
Dini yapılanmalarımız bölük bölük. Siyasamız bölük bölük. Ne gariptir ki bu
bölünmüşlükte bir de hikmet arama durumu ve bunu da Peygamberimize isnat etme
anlayışı var. Oysa bizim medeniyetimizin özü vahdet ve tevhiddir. Şöyle bir
gariplik var; nasıl her kitleye uygun politik hareket varsa, her kitleye göre
cemaat yapılanmaları var. Hayır asıl garibime giden şudur; bunlar nüans
farklılıkları yüzünden ayrı olmuş olsalar zevahirde ama batında bu
farklılıkları yok edip kesrette vahdeti tahakkuk ettirseler eyvallah ama hayır hem
zevahirde hem de batında paramparçalar. Yani özlerinde de, sözlerinde de
birbirlerine muhalifler. Bildiğimiz partiler nasıl maddi partilerse,
cemaatlerde sanki manevi birer parti gibidirler. Bu durum ise vahdetin ve
tevhidin önünde ki en büyük handikaptır. Tabi bunu fark edecek, anlayacak,
kavrayacak, hissedecek kafa ve kalp lazımdır. Sanki vazifeleri ve işlevleri
nefis tezkiyesi, ruh temizliği, ahlaki yükselme yani manevi tekâmül değil,
maddi egemenlik tesis etmek. Ki bunun en bedihi hüccetini aydınlık Temmuzu
karanlığa boğan gecede bizatihi yaşadık, tecrübe ettik. Böylece de ne oluyor,
din maddenin hizmetine girmiş oluyor. İnsana hizmet etmesi gereken din, dünyaya
hizmet ediyor. Cemaat nedir? Nasıl teşekkül etmektedir? Cemaatlerin işlevi
nedir? Aralarında niçin çok derin farklılıklar mevcuttur? Hakiki manada ki
cemaatin, günümüzdeki cemaatlerle ilintisi var mıdır? Cemaatlerde ahlak
birincil derece önemli olması gerekirken, niçin müntesiplerinde ahlak en son
plandadır? Dini temsil ettikleri iddiasında olan cemaatlerin, kitaptaki dinle
ciddi düzeyde bir alakaları var mıdır? Cemaatler niçin kapitalizme açıktan
tavır alamamaktadırlar? Eğer siyaset edeceklerse, ki bendenizin indi
mülahazalarıma göre etmelidirler de ama mutlak yasalara mütenasip şekilde yani
insanları dünyanın karanlığından ve esaretinden kurtarmak ve kendilerini bulmak
konusunda, kapitalizme karşı mücadele de etmelidirler. Tavır almayı ve mücadele
etmeyi bırakın, bilakis kapitalizme zımni destek veriyorlarmış gibi bir resim
sergilemektedirler sanki. Bu ahlaki midir, dinin özüne uygun mudur?
Haddizatında cemaatlerde ki bu farklılık, kitlelerin kontrol altında tutulması
için bir oyun mudur? Maddi anlamda partilerin kitleleri kontrol altında tuttuğu
gibi, manevi anlamda da cemaatler mi kontrol altında tutmaktadırlar kitleleri?
Bir cemaat, Allah ahlakına mugayir tavır içerisinde olabilir mi? Allah
adaletine mugayir hareket içerisinde olabilir mi? Evet hiç kuşkusuz cemaatlere
bağımlı kitlelerin her bir üyesi de insandır ama ahlaksızlığın ve adaletsizliğin
bu kadar müşahhaslaşması nasıl izah edilebilir? Cemaat liderleri nasıl oluyor
da hakikati sarih olarak izah etmekten geri duruyorlar? Ya da bir cemaatte
Allah’ın vahyinden bahsedilince niçin gocunuluyor ve garip bakılıyor vahyi
gündem yapana? Cemaat liderleri nasıl oluyor da hakikati göz göre göre tahrif
ve tahrip edebiliyorlar? Oysa Allah ile aldatmak, aldatmaların en kötüsüdür.
Bir cemaat, lideriyle ve müntesipleriyle, Müslüman’ı bırakıp, kâfiri dost
edinebilir mi? Bir cemaat çıkarını ve parayı önceleyebilir mi? Bir cemaat
Peygamberin sünnetine muhalif bir yaşam içerisinde olabilir mi? Bir cemaat
söylemde farklı eylemde farklı hareket edebilir mi? Cemaatler, insanları, niçin
Allah’a değilde kendilerine çağırmaktadırlar? Niçin vahiy temelinde vahdeti ve
tevhidi tahakkuk ettirip bir araya gelememektedirler ve müntesiplerine farklı
da olunsa kardeş oldukları ve olmaları tavsiye edilmemektedir? Cemaatlerde
kadim insanlık ilkeleri değilde, niçin sonradan cemaat tarafından üretilmiş ve
insanları belli bir kalıba sokma amacı güden ilkeler hâkimdir? Buradaki
sözlerimiz istisnasız tüm cemaatler için geçerli değildir. Ama küçük çaplı
cemaatlerin büyüdükleri zaman tıpkı diğerleri gibi olmamaları iktiza etmez mi?
Cemaatler büyüdükçe niçin hakikatten inhiraflar tecessüm etmektedir ya da
inhiraf etmeden büyümek kabil değil midir? Cemaatler isticalen nefis tezkiyesi
yapmak, arınmak ve asli mahiyetlerine irca etmek zorundadırlar.
Nice insanlar gelip geçmişlerdir dünya denilen köprüden.
Dünya hiçbirine kalmamıştır. Çünkü dünya kalmaz, kayıp gider ama sen fark
etmezsin, çünkü sende kayıp gitmektesindir, haddizatında sen kayıp gidersin de
dünya kalıp gider ama sen bilemezsin, dünyanın da seninle kayıp gittiğini
sanırsın. Oysa dünya daha kaç misafir ağırlayacak tahmin bile edemezsin.
İnsanoğlu; cahil, zalim, nankördür! Dünyanın bir köprü olduğunu bilmesine,
dünyayı birgün geride bırakacağını zoraki de olsa fark etmesine rağmen dünyayı
dine müreccah kılmışlardır. Kendi kendilerine kalınca Allah demişler, hayatın
içine dalınca şeytanın adımlarını takip etmekte bir beis görmemişlerdir. İnsan,
cahil, zalim ve de nankördür! Bu tıpkı şuna benzer; yanılmıyorsam George
Pulitzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabında bahsettiği gibi; bilim adamları
laboratuvarda yalnız başlarına kaldıklarına Tanrı’ya inanmaktadırlar ama
insanların içine karşınca Tanrı’yı inkâr etmektedirler. Çünkü gerçek, insana,
insan ancak yalnız kaldığında gülümser. Hani Kur’an’da der ya; yapayalnız ve
çaresiz denizin ortasında kalınca Allah der, istimdat umar ama kurtulunca da
Allah’ı unutuverir. İnsan bu maalesef! Çünkü dünya da çıkar vardır ve kalabalık
kalbi boğmakta, zekâyı meflûç kılmaktadır, bu yüzden de insanı ıskat
etmektedir. Allah’ın ayetlerini çok ucuza satmaya yeltenmektedir. Keşke insan
kim olduğunu, ne yaptığını bilseydi, belki uyanırdı ama ne kendini, ne de ne
yaptığını bilemeyecek kadar cahildir. Dünya nimetlerini kazanmak uğruna dinden
vazgeçmeyi tercih edecek kadar cahildir. İnsanların masum duygu ve
düşüncelerini istismar ederek kudret, servet, şöhret, itibar kesp etmeye
tevessül edecek kadar basitleşmiştir. Allah huzurunda başını eğmekte zorlanan
insan, paranın ve konforun huzurunda kolayca secdeye kapanmayı uyanıklık
sanmaktadır. İmanı, ihlası, yükseklere ulaşmak için birer merdiven gibi kullanmayı
marifet addetmiştir. Dostunu ucuza satmış, düşmanın kölesi olmayı tercih
etmiştir. Halkın sofrasına, buyuru beklemeden dalmış ama düşmanın sofrasına
davet edilmek için düşman önünde diz çökmekten imtina etmemiştir. Tarihte nice
şahsiyetler yaşamışlardır ki, bunlar, en mümeyyiz vasıflarla teçhiz olmuş çok
müstesna şahsiyetler oldukları halde, kendileri bile fevkine varamadan, ya
kendi iradeleriyle yahut dünyanın derinden kuşatıcı ve esir kılıcı cazibesiyle
ve dahi peşlerinden sürükledikleri insanların mübalağalı sitayişleriyle, hatta
ve hatta şeytanın desiseleriyle yollarını ve yönlerini kaybetmişler,
kıblelerini şaşırmışlardır. Nihayet milletlerini bile terk etmişlerdir. Ne
gariptir ki, millet, filozoflara, âlimlere, politikacılara hiçbir zaman ihanet etmediği
halde bunlardan hep ihanet görmüştür.
Tarih bu türlerin ihanetlerine şahit olduğu halde milletin ihanetine
hiçbir zaman şahit olmamıştır. Millet iman ettiğine sırtını dönmemiş,
inandığını satmamış, yalana tenezzül etmemiş, hakkı batıl ve batılı hak
bilmemiştir ve maslahat icabı hiçbir gerçeği katletmemiştir. Millet yenilgiye
uğrar, metazori susturulur, zaafa uğratılır ve zayıflatılır amma velakin
mukaddeslerini asla ve kata lekeletmez. Çünkü milletin zihni tam olarak
kirlenmemiş ve kalbi lekelenmemiştir. Farkında ve bilinçli olarak kendini
düşmana satmaz ve teslim etmez. Millet, liderlerini de düşmana asla peşkeş
çekmemiştir. Riya maskesiyle kendi gerçeğini örtmemiştir. Olabildiğince doğal,
samimi ve dürüst olmuştur hep. Dinini ucuza satmamış, yalanını dine tercih
etmemiştir. Belki, cehaleti, gerçekleri ihsas etmesine ve hissetmesine mani
olmuştur o kadar. Hiçbir şartta ve koşulda, adalet uğruna kavga veren
yiğitleri, felaha susuz kalmış olanları, dindarane görüntülerle,
hürriyetperverlik duygularıyla, aydın vasfıyla aldatmamış ve uyutmamıştır.
Millet, tüm yaşamında kahir ekseriyetle samimi ve sadık olmuştur. Dost
olmasında, masumiyetinde, samimiyetinde ve saflığında, imanında ve inkârında,
bilinçli oluşunda ve cehaletinde mütemadiyen doğal ve dürüst olmuş,
aldatmamıştır. Anlayan anlamış, anlamayan da anlamamaya devam etmiştir.
Evet, halkın dışında kalanlar, karşısında olanlar da yani
sanatçısı, aydını, âlimi, siyasetçisi, futbolcusu vs. halk kadar samimi, saf,
masum, doğal, dürüst, güvenilir olabilselerdi dünyaya kötülük değil iyilik
egemen olurdu inanın. Halk sevdi mi gerçekten sever, nefret etti mi gerçekten
eder. Bu sizin elinizdedir. Ya kendinizi sevdirirsiniz ya da kendinizden nefret
ettirirsiniz. İkisinin sonucunda da halkı suçlayamazsınız. Çünkü halk hayat
gibidir, ne verirseniz size geri o döner. Halk şöyle böyle diyemezsiniz. Çünkü
halkı şöyle böyle olmaya iten sizsiniz. Halkın aydınlanmasından da,
düzelmesinden de, karanlığa gömülmesinden de sizler sorumlusunuz. Etkiniz
kuşkusuz büyüktür. Etkinize göre tepki almanız da normaldir. Bir öğrenciyi
düşünelim lütfen. Öğrenci kimi örnek alır? Annesini, babasını, öğretmenini
örnek alır. İşte tıpkı bunun gibi, halkta karşısında gördüklerini örnek alır.
Sanatçısını, aydınını, âlimini, siyasetçisini, futbolcusunu vs. Halkın
karşısında duranlar, kendileri karanlıkta dolaşıp, kötülükler içerisinde
yaşayıp, devri âlem yapıp, zevk-ü sefa içinde dem sürüp halka nasihatte
bulunamazlar, dürüstlük satamazlar. Biteviye konuş, nutuk at ama eylemle işin
olmasın, peki halktan ne bekleyebilirsin ve bir şey beklemeye hakkın olur mu?
Halka sürekli nasihatte bulun ama kendin yapma, sonrada toplumda ki
bozukluklardan şikâyet et. İşte bu olmaz. Bu haysiyetsizliğin,
hissiyatsızlığın, hassasiyetsizliğin, ahlaksızlığın daniskası olur. Sen adam ol
ki, halka adam olmanın yolunu göstermeye hakkın ve haddin olsun. Maalesef
halkın karşısında duranlar güven vermekte başarılı olamamaktadırlar. Halkı
aydınlığa götüreceklerine karanlığa götürmektedirler. Maalesef zihinlerimiz
felaket şekilde tahrip ve tahrif edilmiştir. Adeta yağmalanmıştır ve
yağmalanmaya da devam etmektedir. Ama buna müsaade edenler de bizleriz. Bir
türlü hakikatle yüzleşmesini beceremedik. Hakikatten hep kaçtık, katıkça da
yalanların kucağına düştük. Düşünmüyoruz, sormuyoruz, sorgulamıyoruz,
okumuyoruz. Anlama yetimiz sıfır. Bakmasını bile beceremiyoruz maalesef. Artık
hissedemeyecek kadar körleşmiş, sağırlaşmış vicdanlarımız. Zihinlerimiz felç
oldukça, düşmanlarımızı dost, dostlarımızı düşman olarak görüyoruz. Bize sunulan
zehirleri bal gibi algılıyoruz. Balı da zehir gibi algılıyoruz. Tuzakları fark
edemiyoruz. Boş vermişlik duygusunun kıskacında kıvranıyoruz. Bizleri illaki
bir tarafımızdan yakalıyorlar ve tutsak ediyorlar. Misal; niye bu kadar dizi
var? Çünkü insan çok boyutlu bir varlık. Bu yüzden herkesi bir boyutundan
yakalamaya çalışıyorlar. Her insana hitap edecek dizi üretiyorlar ki, dizisiz
tek bir insan kalmasın. Böylece tüm zihinler kolayca yönlendirilebilsin ve
zihinsel faaliyetler sonlandırılabilsin. Yani tüm insanlar alıklaşsın ve aptal
olsun. Düşünemeyecek kadar mallaşsınlar. Bitevi kötü alışkanlık edinsinler ve o
alışkanlıklarında devam ettikçe de düşmanlarına kazandırsınlar. Düşmanlarını
fark edemesinler. Vazifelerini layığı ile yapamasınlar. İdeolojik müntesiplerde
aynı durumdadır. Birbirlerine yaklaşacakları yerde, birbirilerine
uzaklaşmaktadırlar. Aynı ortak noktada buluşabilmeleri mümkünken, nasıl bir
araya gelememektedirler gerçekten ilginç. Oysa birbirlerine düşmanlıkları
yüzünden kendileri kaybetmekte ama hepsinin düşmanı olan komprador itler
kazanmaktadırlar. Bunu ya fark edemeyecek kadar kördürler ya da birileri bunun
fark edilmemesi için özel bir gayret sarf etmektedir. Ayrıca bu bilerek bir
düşmanlık değildir. Bu düşmanlıklar, mutlak cahilliğe dayanmaktadır. Herkesin
ortak paydası; vatan-ahlak-adalet olmalıdır ve herkes bu değerlere sahip
çıkmalıdır. Bu değerlere zarar vermeden, bu ülke üzerinde kimlik ve din
ekseninde Milli bir Devrim yapmaları gerekmektedir. Küresel Şeytani Siyonist
Haçlı Emperyalizmi ile teşrik-i mesai içinde olan Firavunların, Karunların,
Belamların sömürülerini zir-ü zeber etmek ve Ahlak ve Adalet Devletini tesis
etmek için. Bilakis sürünmeye devam! Kodamanların eline bakmaya devam! Bir
yudumluk umut olamayacaklardan medet ummaya devam! Emperyalizmin Truva Atı olan
ve bizleri manen sömüren yapılanmalardan himmet beklemeye devam! Oysa herkesin
kendisi bir kurtarıcıdır ve herkes kendini kurtarmalıdır. Bizler ise
Mehdicilik, Mesihcilik oynuyoruz. Son tahlilde; düşünmeliyiz ve düşüncelerimizi
mutlaka eyleme dönüştürmeliyiz. Siz bir adım atın Allah size on adım atacaktır
bilin ve inanın!
‘’Bilmeyen
nasıl sorsun? Sormayan nasıl bilsin? Sorardı bilen, bilirdi soran.’’ Derken
ne derin, ne anlamlı, ne hakikatli söz söylemiş Mevlana. Maalesef insanoğlu
tabiatını değiştirmeyi hiç düşünmüyor. Alışkanlıkları ile yaşayıp gidiyor ve
alışkanlıkları ile yaşarken, aynı alışkanlıkları çocuklarına miras bıraktığının
ve onları haddizatında yangınlar içine attığının farkında bile değil. Oysa hayatında
bir kez de olsa alışkanlıklarını bırakmayı denese ve çocuklarını da aynı
alışkanlıkların kurbanı olmaktan kurtarsa ve korusa ne de büyük iş yapmış
olacağını bilemeyecek kadar cehaletin karanlığına mahkûm olmuş. Şimdi sizleri
insanlığın en ahlaklı, en adil, en hissiyatlı, en hassasiyetli, en mesuliyetli,
en emin, en merhametli, en şefkatli, en sevgili yegâne yüce Önderinin, hayatı
mutlak olarak aydınlatan, insançocuklarını karanlıktan aydınlığa götürücü,
ruhları dirilten, tenleri direngen kılan eşsiz sözleriyle baş başa bırakıyorum.
1.Allah
sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama O sizin kalplerinize ve
işlerinize bakar.
2.Allah’ın
rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah’ın öfkesi de anne babanın
öfkesindedir.
3.Bağışını
geri alan kimsenin durumu şu köpeğin durumu gibidir: Yalını yer, iyice doyunca
kusar. Sonra kusmuğuna tekrar dönüp onu yer.
4.Bir
genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında
ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder.
5.Bir
insan ölünce üç kişi hariç herkesin ameli kesilir: Sadaka-i cariye bırakan veya
istifade edilen bir ilim bırakan veya kendine dua edecek salih evlat bırakan.
6.Bir
Müslüman’ın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların
yedikleri şeyler, o Müslüman için birer sadakadır.
7.Biriniz
kardeşini Allah için seviyorsa ona sevdiğini söylesin.
8.Bizi
aldatan bizden değildir.
9.Cennet
anaların ayağı altındadır.
10.Dul
ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri
(nafile) oruç tutup, gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir.
11.Ey
iman edenler Allah’ın size helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da
aşmayın. Doğrusu Allah, aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan
temiz ve helal olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan sakının.
12.Halka
teşekkürde bulunmayan Allah’a şükretmez.
13.Her
kim borçlu fakire mühlet verir yahut borcundan indirirse Allahu Teâlâ da onu
Arşının gölgelerinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşının
gölgesi altında dinlendirir.
14.Herhangi
bir Müslüman çıplak bir Müslüman’ı giyindirirse, Allah da ona Cennetin
meyvelerini ikram eder. Herhangi bir Müslüman susuz bir Müslüman’ı suya
kandırırsa, Allah da ona ağzı mühürlü (el değmemiş) Cennet meşrubatından
ikramda bulunur.
15.Hiçbir
baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.
16.Hiçbir
kimse, el emeği ve helal kazancından daha hayırlı bir yemek yememiştir.
17.Hiçbiriniz
kendisi için istediğini mü’min kardeşi için istemedikçe gerçek iman etmiş
olamaz.
18.İnsanlar
eğer Ramazan ayının kıymet ve ehemmiyetini hakkıyla bilselerdi, ümmetim, bütün
senenin Ramazan olmasını temenni ederdi.
19.İnsanda
bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o
bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.
20.İlim
öğrenmek üzere yola çıkan kimseye, Allah cennet yolunu kolaylaştırır.
21.İnsanlar
yaşadıkları gibi ölürler.
22.İnsanlara
merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.
23.İşçiye
ücretini, alnının teri kurumadan veriniz.
24.Karşılıklı
ticarette ticaret yaptığın kişinin Namaz kılması seni kandırmasın.
25.Kim
bir hayırlı işi yapmaya yönelirse, onu yapan kadar mükâfat alır.
26.Kim
bir oruçluyu iftar ettirirse, kendisine onun kadar sevap yazılır. Üstelik bu
sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.
27.Kim
inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlâs ile oruç tutar ve kıyam ederse
(teravih namazı kılarsa) annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından
temizlenir.
28.Kim
kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmiyorsa
diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalben karşı koysun. Bu da imanın en
zayıf derecesidir.
29.Kolaylaştırınız,
güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
30.Komşusu
aç yatarken tok yatan bizden değildir.
31.Küçüklerimize
merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.
32.Mümin
kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman
sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken,
kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.
33.Mümin
kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine
getirmeyeceğin bir söz verme.
34.Müslüman
bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği halde, müşteriye haber vermeden
satması haramdır.
35.Müslüman
Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim,
kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir
Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu kıyamet gününün
sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse, Allah da onun
kıyamet günü ayıplarını örter.
36.Resülullah
aleyhissalatu vesselam’a: “En efdal insan kimdir?” diye sorulmuştu. “Kalbi
mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes” buyurdular. Ashab: “Doğru
sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmümu’l-kalb ne demektir?” diye
sordu. “(Mahmüm kalb), Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur,
zulüm yoktur, kin yoktur, hased yoktur” buyurdular.
37.Size
vermekte olduğu nimetlerden ötürü Allah’ı sevin, beni de Allah beni sevdiği
için seviniz.
38.Sizin
en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.
39.Sizin
en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.
40.Üç
dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir: Mazlumun duası, yolcunun duası ve
babanın evladına duası.