KENDİ AKLINI KULLANMA CESARETİ GÖSTER!...30...

Özgür DENİZ - 27.03.2017

İnsan, insan olmak için direndikçe ve içinde ki iyiliğin şarkısını söylemeye inat ettikçe şeytanın tuzaklarını boşa çıkarır. Bilakis kaybeder ve kaybettikçe kaybetmeye alışır ve yine kaybeder. Kaybettikçe de hayattan umudunu keser ve sürüleşir, artık aklını kullanamaz duruma düşer, her hareketi ve söylemiyle gülünç hale gelir. Şeytan ise biteviye insanı istendik yönde değiştirmek için direnir. Şeytan, kulaklar hep kötülüğün şarkısını dinlesin ister ve bu şarkıyla sarhoş olsunlar ister insanlar. Şeytan insanın zaaflarını ve alışkanlıklarını kullanarak duygularını, düşüncelerini kontrol eder. Duygu ve düşünce kontrol altına girdiği an hayatta kontrol edilmeye başlanır. Böylelikle insan, kaderini şeytana bırakmış olur. Şeytanın insafı olmaz, dostluğu olmaz, şeytanın dostluğu darağacına değindir. Şeytanın her tarafta adamları vardır, her tarafta ki insanları yönlendirmeye çalışırlar, insanların vahdetini engellemeleri için. Şeytanın adamları her yöndendir, muhtelif maskelerle dolaşırlar. Çünkü tek yüzle kendini kabullendiremez asla. Her kimliğe bürünürler ve her kimlikle tezahür ederler. Zaten şeytanın eğer başarılı olabiliyorsa, başarı kaydedebilmesinin tek sebebi budur. İnsanın en büyük zaafı, kötülük yapamama zaafıdır. Bu da insan için en büyük dezavantajdır. Çünkü şeytan kötülük yapmaktan bir adım geri durmaz, zira onun varoluş kaynağı kötülüktür. Bu sebeple de, tarih boyunca insanlığa galebe çaldığı izlenimi yaratmıştır. Şeytan biteviye iyiyi kötüye tedvir eylemek ister. Planını minimum elli yıl sonrası için yapar. Tabi bu meyanda, zamanı, mekânı, elemanı istediği şekilde kurgulamaya çalışır. Sızmadığı yer kalmaz. Bir düğmeye iliştirir her şeyi. Bir düğmeyle kontrol etmek ister insanlığı. Çünkü tek tek kontrol etmek kabil değildir. Elbette Allah’ın da bir tuzağı vardır ama şeytan o tuzağı görmezden, bilmezden gelir, oysa hem görür, hem bilir. Ancak çakılıp kaldığı zaman anlar bunu. Kirli, kanlı, karanlık gayesine mülaki olmak için her yere montelediği mutemet elemanlara işareti çakar zamanı geldiğinde. Sizler kendinizden olduğunu sanırsınız nicelerinin, oysa onların çalıştığı yer bellidir. Haddizatında bazen fark edersiniz ama sizin renginize bürünmesi sizi hoşnut eder ve sessiz kalırsınız. Her oyunun kendince argümanlarını belirler. Bunlar her şeyi zımnen kendisine ulaştıracak şekilde belirlenir. Hem dâhilden hem hariçten müzahir olunur. Battı çıktı dünyasıdır bu dünya. Kimi batar, kimi çıkar. Böyle bata çıka ilerler insan. Aklını kullanacaksın. Yol işaretlerine göre istikamet bulacaksın. Düşüneceksin. Yol işaretlerin fıtratında mündemiçtir, dünya da değil. Dünyada ki yol işaretleri seni ancak kör, karanlık gayya kuyusuna götürür.

 

25 yıllık düşün ve yazın hayatımda tek bir defada olsa yapmadığım bir şeyi yapacağım. Normalde yazım okunsun derdinde olmadım hiçbir zaman ve olmamda. Böyle bir basitliğe tevessül etmem. Kitap dostu için züldür böyle bir şey. Bu konuya bakış açım üstadım Cemil Meriç ile aynıdır. Üstadım der ki; ‘’denize atılan bir şişe, her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar." Olay budur. Sen şişeyi doldurur atarsın, gerisine müdahale edemezsin, bu ne hakkındır ne de haddin. Ama bir defaya mahsus olmak üzere böyle bir şey yapacağım. Ki yine de okunsun değildir derdim, münhasıran analize tabi tutulsun ve gereken çıkarım yapılıp, icabı ifa edilsindir maksadım. Bahusus, renkleri ne olursa olsun her fraksiyondan yöneticilere ve aydınlara ve bir cemaati sevk ve idare konumunda bulunan kişilere okumalarını öneririm edep çizgisinde kalarak. Tabi birincil olarak yöneticilerdir ama aydınlar ve cemaat yapılanmalarını sevk ve idare mevkiinde bulunan kişilerde kendi paylarına düşen varsa alabilirler ve gerekli çıkarımlarda bulunup, onlarda kendi bulundukları konumdan yöneticileri uyarabilirler. Bu andan sonra ki yazacaklarımın kendilerince okunmasını arzularım naçizane. Zira hususen yöneticileri ilgilendirmektedir ama aydınlar ve cemaat liderleri de okuyabilirler. Çünkü bahusus bu üç zümredir bu milleti yönlendiren ve bu toprakların kaderine etkide bulunan. Gerek muhalif olsunlar gerekse egemen olsunlar fark etmez. Geçelim! Küresel Şeytani Siyonist Haçlı Emperyalizminin lortları, lanet kompradorlar, tezgâhlarını daima İncil ve Tevrat altyapısı üzerinde şekillendirirler. Sembollerle hareket ederler. Kelimelerle, işaretlerle iletişim kurarlar. Her tarafa adamlarını yerleştirirler. Ne demişti şeytan? ‘’İnsanın; hayra, iyiliğe, güzelliğe, doğruya giden tüm yollarını tutacağım ve üzerine oturacağım, ona her yönden yaklaşacağım ve and olsun ki onu sapıtacağım’’ demişti. İnsanlık, bu lanet olasıca kirli, kanlı, karanlık tezgâhtan kurtulmadan asla ve kata gerçek kurtuluşa eremeyecektir. İnsanlığı her yönden muhasara altına alan ve insanlığa tasallut eden şeytanın bu sinsi oyununu muhakkak bozmalıyız insanlık ailesinin üyeleri olarak. Şeytan suçlanarakta bu oyun bozulmaz, tezgâh çökertilmez asla. Bu sebeple de, muhakkak, kadim, ortak ve temel olguların asli mahiyetlerine, başka bir deyişle fıtrata, mütenasip şekilde olaylaştırılarak genelleştirilmesi iktiza etmektedir. Yani kim çıkıpta, hiçbir taraf gözetmeden, ahlakı, adaleti, hürriyeti, uhuvveti, müsavatı tüm insanlığa şamil kılarsa ve bu olguların olaylaştırılması neticesinde haklı bir muhalif taraf yaratmazsa yani olguların olaylaştırılması herkesçe kabul görürse işte o zaman tezgâh çökertilebilir. Bir de teşekkülüne başından sonuna kadar hâkim olup herhangi bir yanlışın yapılmasına müsaade etmezse işte o zaman derin bir darbe vurulmuş olur tezgâha. Zira o zaman beklenen uhuvvet, vahdet, tevhid tahakkuk edecektir. Elbette her tarafın içinde mutsuz bir azınlık olacaktır ama onları da takan olmayacaktır. Biz bunları başaramadığımız için mütemadiyen tuzağa düşmekteyiz. Şimdi lanet olasıca lortlar ne yapıyorlar? Her yapıya sızıyorlar. Bir yapı egemen olduğu zaman, o yapıda bunlar dominant ve etkin unsur oluyorlar ve bitevi milletin bir kısmına muhalif eylemler tertip ediyorlar, olguları tahrif ve tahrip ederek olaylaştırıyorlar, nihayet kahir ekseriyetin mutsuzluğunu intaç ediyor bu durum ve ciddi bir muhalif kitle tezahür ediyor. Elbette buraya da sızmış oluyor ya da sızıyor. Bu taraf egemen olunca da bu tarafta dominant ve etkin unsur oluyorlar aynı şekilde ve bu seferde yine milletin bir kısmına muhalif eylemler tertip ediyorlar, olguları tahrif ve tahrip ederek olaylaştırıyorlar, nihayet kahir ekseriyetin mutsuzluğunu intaç ediyor bu durum ve ciddi bir muhalif kitle tezahür ediyor. Yani kazananlar lortlar ve lortlarla teşrik-i mesai içinde olanlar oluyorlar, millet değil. Bu lanet olasıca tezgâhı çökertmeliyiz. Bu millet yekpare olarak nasıl birlik olur, nasıl uhuvvet ve vahdet ikliminde buluşur ona göre eylemler yapmalı, olguları bu minvalde olaylaştırmalıyız. Yani olgular öyle bir olaylaştırılmalıdır ki, hiçbir gönülde güceniklik olmasın, hiçbir gönülde huzursuzluk yaratmasın, tüm gönüller mutlu ve mesut olsunlar. Milletleri hep kendi içlerinde birbirleriyle kavga ettirerek kazandılar lanet olasıca lortlar. Bunu da yanlış eylemler yaptırarak kotardılar. Olguları asli mahiyetlerine mütenasip şekilde olaylaştırtmadılar. Bu durumda mutsuz yığınların oluşmasına ve hâkim olanın düşmesine neden oldu.  Yeniden hâkim olana da aynısını yaptırdılar. Böylece tüm hâkim olanlara aslında onlar hâkim oldular. Ve gelindi gidildi, gelindi gidildi, millet ise hep yenik oldu. Kim bu tezgâhı çökertirse ebedi hâkim olur ve millet galip olur!

 

Çok derin bir kumpastan bahsettik. Gerçekten bu milletin mukadderatına tesirde bulunan çok derin ve netameli bir kumpastır bu. Tabi algılayabilenler için. Gerçek olan bir kumpası deşifre ettik. Bu kumpasın İncil ve Tevrat temelinde icra edildiğini ifade ettik. Bir tarafın dominant olguları layığı ile mahiyetine mütenasip şekilde olaylaştırmasına asla müsaade edilmiyor. Böylece de sürekli kavgalar oluyor, egemenlik mücadeleleri oluyor ama elde kalan bir şey olmuyor. Vahdeti mümkün kılamamakla kalıyoruz. Taraflar oluyor. Her biri muayyen bir olguya istinaden muhtelif argümanlarla hareket ediyorlar. Tarafların arasında kalın ve keskin çizgiler çiziliyor. Her taraf olguları tahrif ve tahrip ederek kendi nefsine göre yorumluyor ve kendine yontuyor. Böylece de kendi tarafını mutlu ederken, karşı tarafı mutsuz ediyor yani olguların olaylaştırılması ile haddizatında bir uhuvvet, muhabbet ve vahdet iklimi oluşturmak kabil iken, adavet iklimi oluşturacak şekilde olaylaştırılıyor olgular. Bu da sonu gelmeyen adavetlerin temelini atıyor. Böylece vahdet hayal olmaktan öteye gidemiyor. A tarafı egemen olduğunda ne yapıyor? Kendi dışında kalan taraflara mugayir hareketlere tevessül ediyor, olguları kendi tarafının hoşuna gidecek şekilde olaylaştırıyor, oysa kadim olgular herkesi memnun edecek şekilde olaylaştırılabilir ve olaylaştıran tarafa yekpare teveccüh gösterilebilir.  Bu da vahdete giden yoldur. A taraf herkesi memnun edemeyince ne oluyor B tarafı ortaya çıkıyor ve olguların olaylaştırılma şeklini tenkit ediyor, A tarafının yanlışlarıyla kendine imkân ve mekân yaratıyor, nihayet teveccühe mazhar oluyor ama egemen olduğunda A tarafının tavırlarını tekrar ediyor ve vahdet imkânı yine heba olmuş oluyor. Yani gelen gidiyor, giden geliyor, böylece bitevi bir fasit daireye mahkûm oluyoruz. Kaybeden elbette millet oluyor. Oysa olgular öyle bir olaylaştırılmalıdır ki, tüm tarafların kitleleri; işte bu! Diyebilsinler ve bunu yapana teveccüh gösterip vahdete ışık yakabilsinler. Yani bir tarafın eylemlerinden münhasıran kendi tarafı memnun olmasın, diğer taraflarda memnun olsunlar ki vahdet tahakkuk edebilsin. Burada da keskin çizgi; sadakat, liyakat, ehliyet gibi mümeyyiz vasfılar olmalıdır. Çünkü bu topraklar üzerinde yaşayan herkes bu toprakların çocuğudur. Sadece ihanette ayrılırlar. Hainler vardır, bir de sadıklar. Hain olmayanlar yani sadıklar arasında ayrım yapıldığı zaman, işte bu olmaz, vahdete en büyük darbedir bu. Hain olmayanların yani sadık olanların tarafı, rengi ne olursa olsun fark etmez, hain olmayanlar arasında da liyakat ve ehliyettir önemli olan. Ama biz işte bunu bir türlü beceremiyoruz. Ve hep buradan kaybediyoruz. Oysa bunu bir becerebilsek, gönüller bir olacak ve bir olan gönüllerle vahdet tahakkuk edecek. Bunu başaran ebedi egemen olacak, millette gerçek hürriyetine ve kudretine kavuşacak. Kısır kavgalar son bulacak. Şeytanın çocukları ve maşaları kaybedecek, bu milletin çocukları ve kendilerine layık olan öncüleri kazanacak. Elbette ileri düzeyde ümmet ve insanlık kazanacak. Keşke biraz yüreğimizin sesini dinleyebilsek ve keşke tüm samimiyetimizle dinleyebilsek.  Filhakika zor olan hiçbir şey yok ama biz içimizde yeniğiz, nefsimize yeniğiz.

 

Bu dünyada her şey insana bağlı! Nasıl bağlı? İnsan, gerçekten garip, acayip bir canlı. Canlı, çünkü tepki veriyor! Sanki bir gövdeye gizlenmiş iki kişi var bir insanda. Ve bu iki kişi, aynı gövdede bir biriyle çatışma halinde gibi. Hakikaten insan tek bir insan değil, içinde biri daha var zahiri insandan öte. Çözmek sonsuz zor ama gerçekten zor. Kolay gibi gelebilir ama öyle değil. Gerçekten öyle değil, zira çözmeye çalıştıkça derinliğinde kaybolur gibi oluyorsun. Gözlemledikçe hayretler içinde bırakıyor seni. Ki, en başta kendisi kendisini şaşırtıyor. Gözlemleyen gözün kendisi başlı başına şayan-ı hayret! Sonsuz duygularla, düşüncelerle lebalep. Duygularının ve düşüncelerinin çoğu da çok çabuk değişebilen biri. Bu bile başlı başına garip bir durum. Her şey bir anda olup bitiyor. Tüm tezatları bünyesinde barındıran bir muamma. Nasıl yaşıyor bu tezatlarla? İnsanın aklı var, iradesi var, tercih etme yetisi var. Aklı var gerçekten; düşünebilmesi, düşündüğünü düşünürken duyumsayabilmesi, iyiyi kötüyü tefrik edebilmesi, iyi kötü derken bile ne demek şimdi bu diyebilmesi ve sorularıyla, sorgulamalarıyla bunun çözümlemesini yapmaya tevessül etmesi, yaşamını idame ettirebilmesi yani canlılığını koruması için muhtelif yolları denemesi, yolunu bulabilmesi, tanıyor olması vs. neyle izah edilebilir yoksa? Ya da akıl nedir? İradesi var gerçekten; çünkü çok istediği bir şey için, hiç istemediği şeyleri yapabiliyor, bunun için direniyor, nefsini zorluyor. Nefsinin çok istediği bir şeyi sağlığı uğruna terk edebiliyor, zorlansa da yeniden denemiyor yani iradesini kullanıyor ya da direnme gücü mü, katlanma yetisi mi diyelim? Bilakis iradeyi nasıl tarif edelim? Tercih etme yetisi gerçekten var; çünkü önünde binlerce yol var ve birini hür iradesiyle tercih edebiliyor, seçiyor yani ve yaşıyor seçimini, bunu hissederek, farkında olarak yapıyor. İnsan, yetilerini, mümeyyiz vasıflarını ne yönde kullanırsa karşısına o yönde bir dünya çıktığını görüyor. Yani dünyaya etkide bulunuyor ve bunu hissediyor. Tepkisiz duruyorsa dünyada kayboluyor, dünya duruyor ama kendisi kayboluyor. Çünkü tepkisiz insan tepki veren bir şey karşısında yitiktir, kayıptır ve mümeyyiz vasıflarını kaybetmiştir. İnsan nasıl duruyorsa dünyada öyle duruyor. İnsanın kendine ve dünyaya dokunuşları çok önemli. İnsan değiştiği zaman dünyada değişiyor. İnsan yetilerini kullanırsa değişiyor ve dünyayı değiştiriyor ya da dünyanın değişimine etki de bulunuyor. Tabi bu, insanın ne yönde değiştiğiyle alakalı, çünkü dünyanın ne yönde değişeceği, insanın ne yönde değiştiğine merbuttur. Tabi bu meyanda dünya da insanı değiştirebiliyor. Elbette bu, insan canlılığını koruyorsa kabil oluyor. İnsan ya da dünya, değiştiği zamanda gerçekten değişiyor, sadece bir dokunuş kifayet ediyor buna. Sanki insan hazırmış gibi! Ve dünya bunun için dönüyormuş gibi! Bir kıvılcım bekliyormuş gibi her şey bir anda olup bitiveriyor sanki. Bu kıvılcımı yaratanda insanın kendisi. Haddizatında dünya düzeni dediğimiz bile tek bir insanın düzeniymiş gibi geliyor insana. Niye? Çünkü insanın düzeni değiştiği zaman değişiyor dünyanın düzeni de. İnsanın karar verebilmesi önemli her şey için. Aklını ne zaman, niçin kullanacak yoksa? Kendi değişimi içinde, dünyanın değişimi içinde karar verebilmesi gerekli ilk başta. Karar verebilmesi için aklını kullanması iktiza ediyor, aldığı kararı icra edebilmesi için iradesini kullanması iktiza ediyor, iradesini hangi yönde kullanacağını bilebilmesi içinde tercihini yapması iktiza ediyor. İnsanın kendini bulması, bilmesi, tanıması, anlaması iktiza ediyor. Bu kabil olmayınca hiçbir şey kabil olmuyor. İşte her şey insana böyle bağlı!

 

Anlamamız lazım! Anlamadan olmaz. Hadi olsun! Olsaydı olurduk zira. Olması için, olmak için anlamak gerek. Ama anlamıyoruz.  Çünkü tanımıyoruz. Anlamak için tanımak gerek. Tanımadığın şeyi nasıl anlarsın ki? Tanıman için bir şekilde ilişki kurman, iletişime geçmen, dokunman, hissetmen gerek. Bir de samimi olman gerek elbette ki. Samimiyetsizliğimiz, en büyük handikapımız. Uzaktan olmaz hiçbir şey. Uzaktan düşmanlık doğuyor ancak. Ya da kör cehalet! Düşman haddizatında cahildir. Cahil olmayan düşmanda şeytanın ta kendisidir. Ama ikisini de tanıyarak, tanıyıp anlayarak fark edebilirsin. Bilakis ölürsün. Ölmemek için olman gerek. Nasıl olunur? Tanıyarak, anlayarak. Bedeni uzaktan temaşa eylemek, tanımak, anlamak anlamına gelmez. Biz böyle tanımaya, anlamaya çalışıyoruz işte. Niye ışığı yakalayamıyoruz? Çünkü kaynağa uzağız. Kaynağı hissedebilsen, ona dokunabilsen ışık yanacak zaten ve sen karanlıkta kalmayacaksın, karanlıktan aydınlığa düşman olmayacaksın. İnsan kendine bile düşman! Ne kendini tanıyor insan ne de tanıyor tek bir düşmanını bile. Ne kendi kitabını anlamış ne de anlamak için tanımaya çalışmış düşmanın kitabını. Böylece olamamış ama ölmemişte, velakin düşmüş ve sünüyor. Kalkması lazım! Nasıl kalkacak? Tanımamış, bilmemiş, anlamamış insan nasıl kalksın? Kolay kalkan yine düşer. Bu sefer kalkamaz hiçbir zaman. Öyleyse kendisi kalkması lazım. Çünkü kalkmayanı kaldıran el, bir gün gelir kaldırdığı gibi yine düşürür ama kalkmamacasına. Hazin son! Sonu sevmez insan ama son, bulacak onu. Sonu bulduğu zaman o, anlayacak aslında hep sonda olduğunu. Çünkü ilkten hep korktu o. Kafasındakinden, kalbindekinden korktuğu için ilk olamadı hiçbir zaman. Oysa kafasında ki ve kalbinde ki, korkunun düşmanıydı ama o tanımaktan anlamaktan korktu onu. Böylece hazin sonlar buldu onu!

 

Varsın! Hissediyorsun değil mi? Varlığına dokunuyorsun. Varlığın sana dokunuyor. Aslında var değilsin de varsın olsan da varsın. Gövdenin isteğine direnmezsin ki! İstediğin için varoluş kavgası verirsin. Niye istediğini bilmesen de verirsin. Çünkü isteyen senden içre sendir. Var olursun, varolmak için verdikçe kavganı. Kimseye kulak asmak zorunda değilsin. Kimsenin seni duymasına da gerek yok, sen seni duy yeter ki. Çünkü sen seni duydukça kavganı vermeye devam edebilirsin. Yalnızda kalabilirsin, var olabilirsin, yaşayabilirsin. Kavganı kimseyle vermek zorunda değilsin. Gerçek kavga benle benin kavgasıdır ve bu kavga yalnız yapılan bir kavgadır. Zaten kim anlar ki seni, sen kimlerden olmadıkça? Bağımlı olmak, ait olmak zorunda değilsin. Ait olduğun an kaybolduğun andır. Aidiyet kaybolmaktır aitlerin kalabalığında. Senin ait olduğun tek bir şey olmalı: Hakikat! Sen hakikate ait oldukça da, hakikatten kopan herkesten ayrı olacaksın. Kader! Bunu kaldırabileceksen bu yola koyulacaksın. Hakikati sevmezler! Seveni görmedim ömrüm boyunca. Hakikat, aidiyetin zıttıdır. Hakikat her zaman yalnızdır. Sen hakikatin türküsünü söyle, dinleyen dinler, dinlemeyen kendi gürültüsünde boğulur gider. Zaten dinlemezler ki hakikatin türküsünü. Çünkü o türkü gönül tellerini sızlatır. O türkü gönül ayırmaz, her gönüle girebilir, gönüller müsaade ettikçe. Hakikat herkesin gönül evine uğrar ama herkes, herkesin evine uğrayan hakikate gönül veremez. İşte bu sebeple de sevilmez. Hakikat sınır çizmez, sınırları yok eder. Aidiyeti sevmez hakikat, çünkü kimseye ait olamaz, olduğu an kaybolur. Ama herkes kendisine ait olsun der. Hakikat, ait olduğu zaman bozulur, pörsür, çürür ve yalan olur! Hakikat yontulmaz ama yontar. Fakat herkes hakikatin kendisinden yana yontulmasını ister, hakikatçe yontulmasını isteyeceğine. Hakikatin yontmadığı odundur. Odunu yakarsınız. Zaten hakikat tarafından yontulmayan da yanacaktır. Hakikatten korktuğumuz için yalnızlıktan da korkuyoruz ve ille ait olmak zorunda hissediyoruz. Ait olunca da hakikatten tamamen kopuyoruz. Son durak; hakikate düşmanlık!

 

Hakikatten korkmak insanlıktan kopmaktır! Hakikatten korkanın sonu bataklığa saplanıp kalmaktır. Hakikatten korkan tiksinti vericidir. Yalan olabilirsin! İşte sana ne mutlu, hakikat senin yalan olduğunu ortaya koydu ve sen hakikat olmakla bahtiyar olacaksın, daha ne istiyorsun? Bildiklerinin, inandıklarının yalan olması ayıp değil ki, senin hakikati öğrenmemekte ısrar etmendir ayıp olan. Aslında bildiklerinin, inandıklarının kendi içinde yalan olduğunu biliyorsun ama hakikat bunu yüzüne vurduğu için utanıyorsun. Hakikatten utanılır mı hiç? Ama yalan olmandan utanmıyorsun hiç? Bırak vursunlar hakikati, hakikat ölmez ki. Sen hakikatin hakikatli vuruşunu bekle! Geçelim! İnsan değişir, hayat değişir, dünya değişir. Zaman, mekân, koşul, muayyen dinamikleridir değişimin. Şeytan her an pusudadır. Her şeyi ayarlamak için didinir durur sessizce. Her şeyi de bir şeye iliştirir ve o şeyi de ellerine alır. Yavruları dağılmıştır yeryüzünün her bir köşesine. Her bir yavrusunu farklı renge boyamıştır ve birkaç mevhumda öğretmiştir her birine. Diller farklı, renkler farklı, yüzler farklıdır. Her birinin birileri vardır. Birini ele geçirdiği zaman birinin birilerini de kontrol etmeyi başaracaktır. Yavrularına ayrı yerlerde olsalar da birlik olunması gereken zamanlarda birbirilerini bulmaları gerektiği ve nasıl bulacakları öğretilmiştir. Aynı zamanda birbirlerine karşı kavga verebilecekleri de söylenmiştir, bu düşmanı tuzağa çekmek içindir. Düşmanın kollarının yana düşmesi için parçalanması gerekmektedir, bu yüzden de düşmanın çocuklarını ele geçirmelidir. Bu sebeple şeytan, düşmanı olan insanı her zaman ele geçirmek için kavga vermiştir, elan da vermektedir, badema da verecektir. Çünkü şeytan, müsaade edilendir! Şeytan renklerine büründüğü insançocuklarının saflarına sızar ve sızdığı her safın rengini alır. Bulunduğu saflardan, bulunduğu diğer saflara ateş eder mütemadiyen. O saflarda bulunan insançocukları bunu kolay kolay idrak edemezler. Zannederler ki ateş eden bizdendir ve düşmanımıza ateş etmektedir. Ateş edilende sanır ki, ateş eden bizdendir. Oysa bu büyük tezgâhtır, safları iyice tefrik etmek için ve büyük safı çökertmek için. Hakikate uzak olan insançocukları bunu bir türlü fehmedemezler. Saflara sızan şeytanın çocukları büyük şeytanın müzaheretiyle kendi safına güç eklemek ister, bulunduğu safta güçlü olmak ve safını yönlendirme yetkisine sahip olabilmek için. Aynı zamanda da bulunduğu safı bir taraftan da güçsüz düşürmek ister. Güç kendisinin gizli egemen olduğu saflar arasında dolansın dursun diye. Bulunduğu her safı tahrif ve tahrip eder. Yol işaretlerini kaybettirir, sızdığı safın. Hakikatten kopartır. Çünkü yerini ebedi garantilemek ister. Şeytan eski yeni kavgası çıkartır. Sürekli güç dönüşümü sağlar, insanın alıklığı sebep oluyor buna. Görüngüler değişiyor münhasıran, öz değil. Yani her durumda baki kalan şeytanın imparatorluğu oluyor. İşte son verilmesi gereken durum budur, insan tarafından. Ama insan, insan mı? Her dönüşümde, şeytanın imparatorluğunun sarsıldığı sanılıyor. Bu algıyı da çok derinden oluşturuyor. Bazen kendisini taşlatıyor. Fakat yürekten taşlayamadık hiç, şeytanı. Her döngü de oluyor bu. En arka da duran büyük şeytan, bu durumda çocuklarının kendilerini kontrol etmelerini, açık etmemelerini ve ortalığı dağıtmamalarını istiyor. Çünkü her döngü çarkını döndürmeye devam edecektir ama deşifre olursa çarka çomak sokulacaktır. Bu da menfaatlere darbedir. İnsançocuklarının sömürüsünün nihayet bulmasıdır. Her safını, o safa düşman üreterek varlık sahnesinde rol almasını sağlıyor. Bu tuzağı herkes yiyor. Hakikatin tuzağına düşen olmayınca, yalan nice alıkları kendi tuzağına düşüyor. Gelenle gelecek olan, gelen gelmeden pay ediliyor. Yeniden alınasıya kadar, yeniden gelecek olanla. Gelen gelir, giden gider, değişen nedir? Altın aynı kalır. Aynı kollara takılır her döngüde. Çünkü böyle gelmiş. İnsan uyuduğu ve sustuğu müddetçe de böyle gidecek. Yüz değişir öz değişmez. Sanırız ki, yüz değişince öz de değişmiştir. İlk adım kararsızlık içerir. Gittikçe de olağan hal alır ve karar doğmaz. Sanılır ki, şeytanın döven çocuğu yeniktir. Aldanır insan! Alışkanlık bazen yok oldu sanırız, oysa o içimize sinmiştir ve çıkmaz ama biz çıkıp gitti diye düşünürüz. Biz bizle dövüşmeyiz aslında, bizi bizle dövüştüren bizim içimize sızmış şeytanın çocuklarıdır. Öz değişmeyince bedenin değişmesi neyi ifade eder? Beden değişir ve bedenin hareketleri değişir sadece. Ama egemen olan yine aynı bedendir. Oysa ruhun değişmesi iktiza eder. Biz içimizden şeytanı atıp biz bize kalmadıkça, biz asla bizim için var olamayız. Şeytanı içimizden atalım, saflarımız temizlenecektir ve her şey sahici olacaktır. İşte o zaman döngüler bile anlam kesbedecek ve sahici olacaktır. Mahrumiyet galibiyete dönüştüğü zaman tüm mahrumiyetler unutulur ve tedricen acılar gömülünce, öz terkedilir olur. Şeytan hep perde ardında iş görür. Perde örter. Perdeyi indir de gör sen. Bu oyun eldeki kaybolmaya yüz tutasıya kadar sürer. İnsan tam uyanacakken yeni oyun sahne alır. Yani insanın uyanmasına hiçbir zaman imkân tanınmaz. İnsanda hakikate sırtını dönünce uyanması mümkün olmaz. Giden gider, gelen bunu bilir ve hep beklemektedir zaten. İşaret beklenir hep! Şeytan sızdığı tüm safların yanında bir de ateşli çocuklar tutar. Zira müesses nizamların döngüsü diye bir şey kabil olmazdı. Çünkü onların ateşlenmesiyle kaos olur. Kaosla da kozmos sona erer. Şeytan kozmosu ve vahdeti asla sevmez. Bu yüzden de kaos ve tefrika peşindedir mütemadiyen. Her sızdığı safı hem kendi içinde hem de karşı saflarla iyice ayrıştırmak için kavga verir zımnen. Şeytanı saflarımızdan atalım ve saflarımızı sıklaştıralım! İşte o zaman gerçek zafer bizimdir. Suçlu şeytan değil insandır!

 

Tarih: 27.03.2017 Okunma: 731

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?