Şimdi; bu dünya Allah’ın
değil mi? Bi dünya var. Var değil mi? Görüyoruz, algılıyoruz, hissediyoruz,
düşünüyoruz, üzerinde yaşıyoruz. Gökyüzü ve yeryüzü diye tavsif ettiğimiz
şeyler arasında. Vücut bulmuş, sayısız mevcudiyete malik fenomenlerin kapladığı
bir yer bu dünya. Garip bir yer ve garip bir şey! Var yani, var edilmiş ve her
var edilenin bir var edeni vardır. Her eserin bir müessiri elbette ki vardır.
Hiçbir sonuç yoktur ki, sebepten bağımsız olsun. Ve adına dünya dediğimiz
şeyinde bir var edeni var ve o var eden; Allah’tır. Aklımızı en dibine değin
zorlasakta başka done yok yani sorgulama yapacağımız yer kalmadı. Hayır, daha
ne kadar derine inebilir ve nasıl anlamlı soru sorabiliriz ve sorgulamamız ne
kadar akıllıca olur?
Esasta dünyayı halkeden ve
halkettiği mülkün altyapısının sahibi olan Allah değil mi? Öyle yani. Öyle
değilse ne? Şimdi bu dünya olmasaydı mülk diye bir şey de olmazdı. Olur muydu?
Bir an doğayı yok farzedin, bir an kendinizi yok farzedin. Edebiliyor musunuz?
Edemezsiniz, çünkü böyle bir farzediş muhaldir, absürttür. Tıpkı bunun gibi
mülkü de dünyadan bağımsız düşünmek muhaldir, absürttür. Çünkü mülkün
altyapısı, mahiyeti mucibince dünyadır yani doğa denilen devasa tarladır. Tüm
mülk, doğa denilen devasa tarladan tezahür etmiyor mu? Aynen öyle. Ama bir de
gökten düşenle. Haddizatında gökte, kendisine verileni geri vermektedir bir
başka bakışla. Burada her şeyin bir geri dönüşüme tabi olduğu tezahür ediyor
sanki en diplerde spontane olarak. Çünkü yer göğe verirse, gök doğaya verirse,
doğada bize vermektedir. Elbette ki, insan tavassutu ile ve bir emek
neticesinde. Ter, yaş, kan akıtarak tabiatıyla. Doğa denilen tarlanın vermesi
için, insan tarafından işlenmesi iktiza eder. Mülk dediğimiz şeyin tüm
tezahürleri, doğa üzerinde ve doğa denilen devasa tarladan elde edilmiyor mu?
Her türlü mülk, taşınan ya da taşınmayan, doğa denilen devasa tarla üzerinde
var ya da yok değil mi? Öyleyse mülk denilen olgunun kaynağı Allah’a aittir.
Demek ki mülkiyet sahibi Allah’tır. Elbette ki; Allah, sahibi olduğu mülkü
kullanacak değildir, kullanması için insanın emrine vermiştir denilebilir ve
kuşkusuz haklıda olunur ama burada ince bir detay vardır ve bizim için
mevzubahis olanda o detaydır. Yani mülkten istifadenin, mülkün maliki olan
Allah’ın farkında olunarak kabil olacağıdır. Burada da aklın varacağı son nokta
burası. Temeli hallettik. Geçelim!
Şimdi bu doğa denilen tarla
bizlerin emrimize sunulmuş mu? Yani insandan başka kim bu doğa tarlasını
işleyebilir? Herkes gücü nispetinde çalışacak, çalıştığı kadar kazanacak,
kazandığınca da yaşamını idame ettirecek öyle mi? Öyle yani. Öyle yani de,
herkesin de özgürce çalışacağı, işleyebileceği ve kazanacağı ve dahi sarf
ettiği emeğin karşılığında hak ettiğini alacağı bir durum olursa mümkün olur
bu. Dini, mülkü, erki inhisarlarına alanlarca handikap teşkil edilmemesi iktiza
eder. Yani Adalet! Yani mülkün sahibi olan Allah’ın adaletine tabi olmak
neticesinde tezahür edecek hakikat. Mülkten, adalet temelinde istifade etmek.
Ki, erkin sahibi de Allah değil miydi? Ki, mülkün erki ele geçirmesi, erkinde
adaleti kendi lehine işletmesine yol açmaktadır. Mutlak mülkiyetçiliğin olumsuz
tezahürleri! Yani çalınan mülkün ürettiği sefaletler, kölelikler, pislikler. Peki,
doğa denilen tarlayı birileri parsellerlerse ne olur? Oradan güç kesbederlerse
ve buradan da kesbettikleri güçle yeniden doğa tarlasını parsel parsel
inhisarlarına alırlarsa nolur? İşte hemen bir iki cümle öncesinde ifade
ettiğimiz şey olur ve olmaktadır maateessüf. Ya da şöyle diyelim, mülk; mutlak
telakki edilince ve mutlak telakki neticesinde tekelleşince, tekelleşen mülk;
politikayı, maneviyat sahasını yani dini, silahı ve yasayı ele geçirince ne
olur, nasıl olur? Politika da, din de, silahta, yasa da tekellerin lehine işler
ve öyle de zaten. İşte en dipte dünya denilen tarlada tebeyyün eden
sıkıntıların kıvılcımlandığı nirengi noktası burasıdır. Mülkiyetin tezahür
ettiği anda bu sorunlarda spontane tezahür etmişlerdir.
Filhakika tıpkı mülkün
olduğu gibi, erkinde, dininde sahibi Allah’tır. Amma velakin Kabil’in soyu
mülkü inhisarlarına alınca, erki de, dini de ve yan alanları da inhisarlarına
almışlardır ve her olguyu kendi lehlerine olaylaştırmışlardır. Hayata etki eden
yasaları kendi arzularına göre tanzim etmişler, bunun neticesinde kendi
istekleri istikametinde hayatı da dizayn etmişlerdir. Silahta bunların
mülklerinin muhafızı olarak algılanmıştır adeta. Allah’tan kopan her şey,
insanı yurdundan koparmakta ve hakkından mahrum etmektedir. Yani mülkte, dinde,
erkte çalınmıştır ve nefsi arzulara göre kurgulanmıştır. Dinde, mülkte, erkte
ele geçirilmiştir tekellerce ve Allah ve kölelik, yönetilmek zayıflara
bırakılmıştır. Tıpkı Victor Hügo’nun dediği gibi; ‘’zenginler, fakirlere
Tanrı’dan başka bir şey bırakmadılar.’’ Haddizatında bu mevzuda bu olgulara da
yani erke ve dine de temas etmek iktiza eder teferruatlı olarak ama bu şimdilik
pek kabil-i mümkün olmayacak gibidir. Zira hem zaman, hem yer ve hem de yazının
uzaması gibi sorunlar tevlit edecektir o zaman.
Yani burada erk ile mülk
dönüşümlü olarak birbirlerini beslemektedirler gibi bir çıkarsama yapılabilmektedir.
Böyle bir çıkarsama yapılabilmekteyse bunun yapılabilmesine yol açan bir de
done vardır illaki. Diğerleri nerede çalışacaklar, nasıl kazanacaklar?
Mülkiyeti monopollerine geçirenler, filhakika köleliğinde yolunu açmış
olmaktadırlar zımnen. Yani mülkiyet uğruna diğerlerinin yaşama alanlarını
daraltmaktadırlar. Bu da demektir ki, diğerleri sömürülmeye mahkûmdur. Kölelik
mevhum olarak mübalağalı gelebilir direkt ifade edildiğinde ama hiçte
mübalağalı gelmesin çünkü hakikat budur. Kölelikten ne anladığınıza, köleliği
nasıl anladığınıza ve köleliği nasıl tavsif ettiğinize bağlıdır bu çıkarsama.
Çünkü ele geçirilen mülk ile insanlar üzerinde bir hegemonya tesis edilmektedir
dört bir yandan ve insanlar adeta köleleştirilmektedirler. İnsanlar handiyse helal
çerçevesinde kalarak bile hak ettiklerine mülaki olamamaktadırlar. Çünkü tüm
yollar mülkün tekelleştiği ellerce kapatılmıştır. Doğa tarlası ele geçirilince,
insanlar, çalışacakları, üretecekleri ve kazanacakları kaynaklardan mahrum
kalmaktadırlar. Bu durum da, kaynakları ele geçirenlerin müstekbirleşmelerine,
insanlık üzerinde kendilerini efendi olarak tanımlamalarına ve bu rolle, hayatı
sil baştan yeniden dizayn etmeye ve insanların kaderlerini belirlemeye cüret
etmelerine yol açmaktadır. Haddizatında, kölelik, zımni değil aşikârdır ama
toplum bilincine göre zımnidir.
Şimdi her şey doğa denilen tarladansa ve doğa
tarlasının maliki Allah ise, bu tarladan herkes istediği gibi mi almalıdır,
alabilir yoksa herkes hak ettiğini mi almalıdır, alabilir? Elbette herkes istediği kadar alamaz, almamalıdır,
çünkü bu varoluşun yasalarına mugayirdir, münafidir. Mülkiyetin gücünün
gölgesinde yasa yapıcıların yasalarına göre böyle bir şeyin normal olması
hakikati değiştiremez. Bir taraf güçlü olduğu için istediği kadar kendine pay
alabilir, diğer taraf güçsüz olduğu için, güçlü olanın verdiğine razı olmalıdır
diye bir yasa var mıdır varoluşun kökeninde? Böyle bir şey muhal ender
muhaldir.
Şimdi, kompradorlar; emekleriyle, terleriyle,
yaşlarıyla, kanlarıyla mı servet edinmektedirler yoksa güçlerini kullanarak
çaldıkları yoksulların haklarıyla mı? Burada garip ve derin bir
tenakuz var sanki. Şimdi gücü ele geçirdiğiniz zaman direkt olarak sermayeye
giden yollarda spontane açılmaktadır. Tabi öncelikle sermaye tarafından erk ele
geçirilmektedir. Ele geçirilen erk ile sermayeye giden yollar açılmaktadır.
Yani dönüşüm mevzuu! Yasalar da sermayenin yedeğinde yürümektedir. Ekonomi
masası da adeta bir kumar masası konumuna geçiş yapmaktadır. Yoksullar
istedikleri kadar emek ve efor sarf etsinler, yaş ve ter akıtsınlar fark
etmemektedir. Tabiymiş gibi görülen süreçlerle yolları kesilmekte ve zımnen
haklarına el konulmaktadır.
Servetin nasıl edinildiği sorusu çok önemlidir,
çünkü sorunun nasıl çözüleceğinin yolunu gösterecektir. Çok
ince, derin, teferruatlı olarak düşünmek iktiza ediyor tam da burayı!!! Doğa
çok zengin ve herkes için bir sofra ama doğanın kanunlarını çiğneyerek ve
doğayı katlederek her şeyi inhisarlarına geçiren kompradorlar doğayı da, insanı
da fakirleştirmektedirler, fakirleşmek köleleşmeyi intaç etmektedir. Cipler
alınmakta, jetler alınmakta, yatlar alınmakta, şatolar alınmakta, israf
derecesinde tüketilmekte ama açlıktan ölenler umursanmamaktadır. Akıttığı
terin, yaşın, kanın ve sarf ettiği emeğin karşılığını alamayanlar dikkate bile
alınmamaktadır. Yahut canı çıkasıya değin çalışıp yorulma mukabilinde hak
ettiğini alamayanlar önemsenmemektedir, görülmemektedir. Dünyada hiç olmayacak
şekilde, hiç olmayacak yerlere akıtılan paralarla, belki de açlık yok
edilebilir, ölenlere yaşamak sevinci tattırılabilirdi ve hak edenlere hakları
olduğu gibi sunulabilirdi. Kimin umurunda? Umurlarında olmayanların
umurlarında oldurulmalıdır amma!!! Tabi zekâmıza, bilincimize, ahmak olup
olmadığımıza bağlıdır bu durum.
EKSTRA:
‘’’’Göğün altında niçin yoksulluk var? Rabbe
ait olana –bizim- dediğimiz için.’’’’
Muhammed İkbal
‘’’’En tepede sömürülerek, çalınarak biriktirilmiş para. Altında çalınmış iktidar-güç-erk. Altında tahrif edilmiş,
çalınmış din. Altında gasp edilmiş, ele geçirilmiş ateş. Altında yiyip içip
kusan salyalı itler. Altında yani en altta; ter, kan, yaş akıtan, emek sarf
eden, canı çıkasıya ve yıkılasıya çalışan, hakkını asla alamayan, üstündekilere
hizmet eden ezilenler ve sömürülenler.’’’’
Bendeniz
‘’’’Uyumamak demek, soru
sormak demektir. Zaten cevabı bulsa insan, uyuyabilecek.’’’’
Franz Kafka
‘’’’Suskunlukla geçiştirilmiş tüm hakikatler
zehirlenir.’’’’
Nietzsche