Sayın Cumhurbaşkanım! Bizler niye hakikatlerden korkarız?
Mesela; Peygamberler hakikatlerden korkmuşlar mıdır? Ya da dünyaya yönelik bazı
isteklerinizi gerçekleştirmek için bazı hakikatleri söylemeyebilirsiniz diye
buyurulmuş mudur Peygamberlere? Size bildirilen her hakikati her yerde söylemeyin
denmiş midir? İşte insanların nefisleri var, belki söyleyeceğiniz hakikatler
nefislerine ağır gelebilir ve tebliğinize karşı mesafeli durabilirler, bu
yüzden hakikati biraz tahrif ederek, budayarak, esneterek ya da içine biraz da
batıldan katarak anlatabilirsiniz denmiş midir? Ya da ne bileyim, yalan bir şeyi
hakikat diye sunabilirsiniz istediklerinizi kabul ettirmek için diye söylenmiş
midir? İşte hakikati apaçık olarak söylerseniz, ne istekleriniz gerçekleşir, ne
de kuvvetinizi, şöhretinizi, servetinizi, mevkiinizi koruyabilirsiniz, bu
yüzden hakikati olduğu haliyle apaçık şekilde sunmayın denmiş midir? Hatta
Peygamberler, tek bir an dahi bile servet, şöhret, kuvvet ve mevkii peşinde
olmuşlar mıdır ve bu yüzden de hakikati tahrif ve tahrip etme gereği ortaya
çıkmış mıdır? ( Bakara Suresi 42. ve 256. Ayetlere bakılabilir) Ama bizler
hakikatlerden korkuyoruz, hakikatleri tahrif ve tahrip etmekte, yalanı hakikat
diye sunmakta çok mahiriz insançocukları olarak. Ve hatta tahrif ve tahrip
ettiğimiz bir hakikat yüzünden onlarca can yanacak ve onlarca kulun hakkı
yenecek olsa da bunu yapmaktan imtina etmeyecek kadar kör bir vicdana sahip
olan insançocuklarıyız. Bu nasıl kabil olabilmektedir? Ama tüm Peygamberleri
biliriz, kendi Peygamberimiz olan Hz. Muhammed’in hayatını handiyse tüm
detaylarıyla ezberlemişizdir, adını bilmediğimiz sahabe yok ama hakikatten
korkarız. Burada gerçekten derin bir paradoks yok mudur? Ve böyle yaşamaya öyle
alışmışız ki, artık hakikatin bu olduğuna inanıyoruz. Ne Muhammedî olan var ne
de tek bir sahabeyi örnek alan, hadi Muhammedi olan yok, peki niye bir Ömer,
Ali, Ebubekir, Osman gibi olan yok mesela? Kuşkusuz karakter olarak motmot
aynısı demiyoruz ve anlayan da anlıyor ya da aklı olan anlıyor. Bizler bu büyük
insanların münhasıran isimlerini ezberlemekle mi mükellefiz? Ya da Peygamberin
ve bu büyük insanların ne yaptıklarını ezberleyip, şurada burada anlatmakla mı
yükümlüyüz? Bu yüzden de hakikatle yüzleşmekten çok korkuyoruz. Çünkü
insançocukları olarak bizlerin dünyası yalan üzerine bina edilmiş. Evet,
kesinlikle hakikatlerden korkuyoruz, zira kuvvetlerimizin, şöhretlerimizin,
servetlerimizin, mevkilerimizin bekası hakikatleri örtüp yalanlarla yaşamamıza
bağlı. Bir vicdan bunu nasıl tolere edebilmektedir anlamıyorum. Ya o vicdan
körleşmiş, katılaşmış, çürümüş ve ölmüştür ya da aksi kabil değildir. Çünkü
temiz bir vicdan böyle bir şeyi tolere edemez. Misal, dünyaya bakıp şöyle bir
çıkarım yapsak ve yapılan çıkarımın hakikatle ne derece ilintisi olduğunu
tahlil etsek olur mu? Dinin, paradan beslendiği bir dünyada din nereye hizmet
eder? Yani din adamları, din tandanslı yapılar eğer parayla var oluyorlarsa,
varolmak adına varoluş kaynaklarını sürekli canlı tutmaları gerekir değil mi? Şöyle
dünyayı doğal bir gözleme tabi tutuyorum da, para dini besliyormuş ve bu yüzden
de din paraya hizmet etmek zorunda kalıyormuş gibime geliyor. Peki, din
dediğimiz olgu hakikatte niçin vardır? Niçin gönderilmiştir? Parayı beslemek ve
parayla varolmak için mi gönderilmiştir ve bunun için mi vardır? Belki de
hakikatlerden korkmamızın arka planında bu vardır, olamaz mı acaba? Öyle ya,
paranın kurduğu, döndürdüğü, yönettiği, işlettiği kirli, kanlı, karanlık çarkı;
var olmasının yegâne sebebi hakikat olan dinin bozacak olması biz
insançocuklarını ürkütmektedir. Bu yüzden de işte din budur diyemiyoruz,
alıştığımız ve alışkanlıklarımıza göre tasavvur ettiğimiz ve kendisiyle
çarkımızı döndürüp, çıkarlarımızı koruduğumuz, yaşattığımız yani kafamızda
kurgulayıp ürettiğimiz, kalbimize onaylattığımız ve yaşamımıza aktardığımız
dinle yaşayıp gidiyoruz. Gerçek dine göre bizler gerçekten dindar mıyız acaba,
böyle bir şeyi düşündük mü hiç? Binaenaleyh, hakikati olduğu haliyle apaçık olarak
ortaya koymaktan korkuyoruz. Ki, çark dönsün ve madem çark dönecek, öyleyse
bizimde çıkarlarımız korunsun, hakikati söylemek ya da söylenen hakikate eyvallah
etmek bize mi düştü? Ama bizler Allah’a
iman ediyoruz, Peygamberin izini sürüyoruz, Sahabeleri örnek alıyoruz, Kur’an’ı
okuyoruz!!! İnsanın, acaba iman edilen Allah hangi Allah, izi sürülen Peygamber
hangi Peygamber, örnek alınan Sahabe hangi Sahabe, okunan Kur’an hangi Kur’an
diye sorası geliyor. Çükü böyle bir durumda insan çok şeyi sorguluyor ve acayip
sorular sorası geliyor.
Sayın Cumhurbaşkanım! İnsanlar niçin, önce sağlam insanlar,
sonra sağlam dindarlar olmadan, şucu, bucu, ocu olurlar? Acaba sağlam insan
olmak, sağlam dindar olmak kaybettirdiği ve şucu, bucu, ocu olmak kazandırdığı
için olabilir mi? Zira insanlar gerçek insan ve gerçek dindar oldukları zaman
sürüden kopuyorlar, hiçbir şeye kolay inanmıyorlar, dolayısıyla aldanmıyorlar
ve doğal olarak kazanamıyorlar, ki öyle olunca böyle olmak zaten normal olandır
ama şucu, bucu, ocu oldukları zaman çok kolay sürüleşebiliyorlar, her şeye çok
çabuk inanabiliyorlar ve zorlanmadan aldatılabiliyorlar, dolayısıyla çok kolay
kazanabiliyorlar, ki öyle olunca böyle olmakta çok normaldir. Mesela; insanlara
hitaben, inandığınız din, gerçek din değil deseniz ne derler, ne yaparlar acaba?
Naçizane fikrimce böyle söyleyene; dinden korkan biri derler gibime geliyor.
Çünkü Peygamberlere de böyle söylenmişti. Peygamberler hakikatle geldiklerinde
ve adaleti emrettiklerinde, yalancı, sapıtmış, bize dinimizden dönmemizi
söylüyor demişlerdi. Yaşadıklarını din olarak benimsemişlerdi, zira dine,
yaşadıkları ne varsa onaylatmışlardı. Öyleyse yaşamlarını alt üst eden ve
yanlışlayan hiçbir şey hakikat olamazdı, dolayısıyla öyle bir şeyi din olarak
ittihaz edemezlerdi. Çünkü gerçek din tüm düzenlerini bozuyordu, kurdukları
sömürü çarkını paramparça ediyordu, herkesi Allah indinde müsavi görüyordu,
yaşadıkları hayatı hiçbir şekilde meşru görmüyordu ama inandıkları din,
düzenlerini koruyordu, kurdukları çarkın kolayca dönmesi için ne gerekiyorsa
ona yol veriyordu, oluşturdukları kast sistemini onaylıyordu, yaşadıkları hayata
yol veriyordu, sömürü düzenlerini meşrulaştırıyordu, düzenlerine karşı
çıkanların dirençlerini kırıyordu ve onları düzenleriyle uyumlu hale
getiriyordu. Yani tabir caizse gerçek din unutulmuş ve din afyon olmuştu yani
uyuşturucu niyetine kullanılıyordu. Burada böyle söylerken gerçek dine ihanet
mi etmiş oluruz? Yoksa türlü kılıflarla sömürü düzenini insanlara onaylatan ve
din adı altında insanlara tolere ettirilmeye çalışılan dine hayır mı demiş
oluruz, tabiatıyla dine ihanetin önüne mi geçmiş oluruz? Yani namussuzca
anlayarak hakikati itiraf edeni boğmaya mı çalışırız yoksa namusluca düşünerek,
anlayarak, hissederek, acaba söylenilen şeyin hakikat yönü var mıdır diyerek
sorgulama mı yaparız? Eğer şerefli isek ve vicdanımız canlı ise, ikinci yolu
tercih ederiz. Mesela gerçek din; mülkün münhasıran kompradorlar arasında elden
ele dolaşıp duran bir şey olmamasını emreder (Haşr Suresi 7. Ayete
bakılabilir). Peki, niye dünya düzleminde olan şey bunun tam tersidir ve bu
terslik meşrulaşmıştır? Öyle değil midir? Kati surette ifade ediyorum ki ve
asla yalanlanamaz ki, hakikat budur. Çünkü servet dediğimiz şey mütemadiyen
birkaç kişi arasında dolaşıp duran bir şeydir. Servet kompradorların
inhisarındadır ve insanlara da yanlış bir iman bırakılmaktadır. Tabir caizse
dünya mülkünü kompradorlar monopollerine geçirmişler, diğerlerine de kutsalları
bırakmışlardır. Tabi o kutsallara, kurulan düzene onay verdiği kadar geçit
vardır, bilakis o da geri alınacaktır. Şimdi biz, bu hakikati örtelim mi,
tahrif ve tahrip ederek dönüştürelim ve öyle mi sunalım? Hayır, öyle olmaz,
olamaz, olmayacak. Hakikat ne ise odur, o olmalıdır, o olacaktır. Ta ki hakikat
ezilse de, çiğnense de, örtülse de hakikatliğinden hiçbir şey kaybetmeyecektir,
sonsuza kadar yankılanacaktır yerlerde ve göklerde. Keza; gerçek din, bir
insana, haksız yere acı çektirmeyi onaylar mı? Gerçek dindar buna yol verir mi?
Gerçek dindar, haksızlık karşısında susar mı? Çıkarını korumak uğruna
haksızlığa eyvallah eder mi? Bu soruları sormayayım mı? Kötü mü olurum sorarsam?
Susarsam kötü olmam mı? Hayır, hakikat susmayacak, hakikatin susması hakikate
aykırıdır çünkü! Hakikatle, ölçüyle, adaletle gelen bir Peygamberin ümmetiyiz
biz!
Sayın Cumhurbaşkanım! Din anlatmak, niye basitten ve hiçbir
şey ifade etmeyen şeyleri tekrar edip durmak olarak görülür, algılanır ve öyle
de yapılır? Bin söz söylenir ama içinde insanları sarsacak tek bir söz olmaz,
bu nasıl becerilebilmektedir? Niçin böyle yapılır? Hakikati aramak ve bulunan
hakikati haykırmak niçin tehlikeli bulunur ve tecziye edilir? Gerçek din böyle
bir şeyi onaylar mı? Gerçekten merak ediyorum. Mesela; sömürünün ne olduğu
niçin anlatılmaz dinle ilintilendirilerek? Keza; adaletin ne olduğu, nasıl adil
olunacağı, adaletsizliğin ne olduğu, kul hakkının ne olduğu, haramın ne olduğu,
helalin ne olduğu niye çok aykırı şekilde haykırılmaz da, teğet geçilir ya da
anlatılsa bile hiçbir şey ifade etmeyecek şekilde anlatılır yani insanları
uyandıracak şekilde değilde uyutacak şekilde anlatılır? Ahlak niye sığ ve basit
bir şekilde izah edilir de, daha dip derinliklerine inilerek anlatılmaz? İnsanın
nasıl olupta hür olacağı, kendi aklını kullanacağı, kendi iradesiyle hareket
edeceği sarahaten izah edilmez? Korkulup, çekinilmekte midir böyle
yapmaktan? Neyden çekinilir, korkulur?
Niye çekinilir, korkulur? Hakeza; insanların, hakkı ve hakikati sonsuz bir
güçle ve olduğu gibi haykırmaları niçin tavsiye edilmez? İnsanların özgürce
düşünmelerinden, konuşmalarından, hissetmelerinden ve bu istikamette hareket
etmelerinden niçin imtina edilir? Gerçek insan ve gerçek dindar, haktan ve
hakikatten korkar mı? Haksızlık karşısında susar mı? Böyle yaparsa ne olur?
Böyle yaptığında ne olacağını bilmez mi? Biliyorsa böyle yapmasının sebebi var
mıdır ve nedir ve nasıl yapabilmektedir bunu? Ve hakeza; insanların karşısına
çıkıp, işte şöyle şöyle yaşarsanız dinin gerçekliğine mütenasip yaşamış
olursunuz, şöyle şöyle yaşarsanız da din sizin için bir afyon olmuş olur diye
söylenmez ve bu detaylandırılarak izah edilmez? Bizler galiba gerçek dinden korkuyoruz? Zira
gerçek din, bizim neyimizi onaylar acaba? Hakikaten, gerçek dini ortaya
koyduğumuzda, karşısına koyupta onaylatabileceğimiz bir hareketimiz, eylemimiz,
amelimiz var mıdır? Gerçek din, bize niçin; yeniden iman etmemizi tavsiye
etmektedir? Bizler imanlı görünen imansızlar mıyız acaba, olabilir mi gerçekten
böyle bir şey? Hakikaten, din, hem dilimizden hiç düşmeyecek hem de eylemimiz
de hiç olmayacak, bu nasıl izah edilebilir, bunun izahı kabil midir, izahını
yapabilecek tek bir kişi var mıdır? Eğer gerçek bu ise, biz neyiz, kimiz? Biz,
kim olduğumuzu, ne olduğumuzu biliyor muyuz gerçekten? Biz, yaşadığımız dini
anlatacak olsak nasıl anlatırız ve anlatacaklarımız karşısında bize söylenecek
şeylere cevap verebilir miyiz? Zira anlattıklarımızı, yaşadıklarımız teyit
etmiyorsa, desteklemiyorsa, kim inanır bize? (Yanılmıyorsam Saff Suresi 2. Ayete
bakılabilir) Bilmiyorum ama bunlar garip şeyler!
Sayın Cumhurbaşkanım! İnsançocuklarını tabir caizse birazda
alışkanlıkları yaratıyor. Hayata nasıl alıştıysak öylece gidiyoruz ve zaman
içinde alışkanlıklarımız, kişiliğimiz, karakterimiz ve kaderimiz oluyorlar.
Alışkanlık derken neyi kastediyorum? Elbette ki, insançocuğu bir toplumda
yaşamaktadır ve içinde yaşadığı toplumun eseridir bir anlamda. Yani toplumun
alışageldiği bir hayat, olgulara ve olaylara yönelik bir bakış açısı vardır.
İşte insançocuğu da bir insanteki olarak, içinde yaşadığı toplumun genel zihni yapısının,
psikolojisinin ve sosyolojisinin küçük bir prototipidir. İçinde yaşadığı toplum
neyi nasıl öğretmişse o şekilde öğrenmiştir. Binaenaleyh nice şeyi de yanlış
öğrenmiştir bu meyanda. Toplum geriden ileriye yönelip giderken onlarca şeyle
karşılaşmaktadır, nice badireler atlatmaktadır, nice kavgalar vermektedir,
toplumda gizli ya da açık sınıflar oluşmakta ve sınıflar arası çatışmalar
yaşanmaktadır, nice çelişkilerle karşılaşmaktadır, bu süreç içerisinde toplum
karşılaştığı her türlü şeye karşı bir öz savunma yöntemi geliştirmekte ve bu
meyanda da bazı alışkanlıklar edinmektedir. Nice şeyleri nesillere doğru olarak
aktarırken, nice şeyleri de yanlış olarak aktarmaktadır ve her bir insan tekide
bu alışkanlıklar doğrultusunda bir bakış açısı geliştirmektedir kendince,
hayata karşı. İşte bu sebeple bildiğimiz nice şeyler yanlıştır. Öğrendiğimiz
nice olgular, düşünceler bildiğimiz gibi değildir. Tabi bu durumda
alışkanlıkların etkisi olduğu gibi, toplumda ki egemenlerin de etkisi vardır.
Çünkü onlarında asırlar boyunca kurguladıkları ve kurdukları bir düzen vardır.
Bunun farkında olalım ya da olmayalım fark etmez. Bu egemenler de, kendi
düzenlerine uygun olan ne ise ve kendi düzenlerini sürdürecek insan nasıl insan
olacaksa buna göre hareket etmişler ve istedikleri şeyi gerçekleştirme yoluna
gitmişlerdir. Böyle olunca da
insançocukları nice şeylerin ve olguların gerçek yüzlerini, arka planlarını
öğrenememişler, öğretildiği gibi öğrenmişlerdir ve hayata da öğrendikleri
açıdan bakmışlardır. Onlara ne gösterilmişse onu görmüşler, gösterilmeyeni
görmeye yönelikte hiçbir çaba göstermemişlerdir. Alışkanlıkları, onları
gördükleri şeye inanmaya ikna etmiştir. Görünmeyen yüzü görmeye çalışmak,
zımnen ihanet olarak algılatılmıştır yani bu toplum bir nevi bir algı
operasyonuna maruz kalmıştır her zaman. Bu durum da toplumun bitevi
sömürülmesinin yolunu sonuna kadar açmıştır. Toplum hiçbir olguyu doğru
anlayamamış, hiçbir olayı da doğru okuyamamıştır bu yüzden. Çünkü onu ağır
zincirlere bağlamış ve tutsak kılmış alışkanlıkları vardır ve o alışkanlıkları
terk ettiği zaman sanki yok olup gidecekmiş gibi tasavvur etmektedir. Hülasa;
insançocukları olarak kayıtsız ve şartsız, şeksiz ve şüphesiz, isticalen bir zihniyet
devrimine muhtacız. Zihnimize vurulmuş prangaları parçalamalı, toplumun
dayattığı alışkanlıkları sorgulamalı, kendi öz savunma yöntemlerimizi
geliştirmeli, dayatılan yanlışlara hayır diyebilmeli ve her şeye ama her şeye
yeniden bakabilmeli ve dünyayı, hayatı, insanı, tabiatı, kendimizi yeniden
okuyabilmeliyiz. Bilakis, ağır ağır çürümekten ve yok olup gitmekten asla ve
kata kurtulamayız.
Sayın Cumhurbaşkanım! Bendeniz naçizane bir insanım malum ve
bir zihin dünyam var ve bu zihin dünyamda çok şeyi anlamlandıramıyorum,
anlayamıyorum. Hakikatte özgür doğan ve özgür olarak varlığını sürdürmesi
iktiza eden zihin dünyam prangalara vurulmuş ve toplumun dayatmalarına karşı
savunmasız bırakılmıştır. Aksi takdirde bedeli ağır olarak ödetilmektedir,
çendan mutlak yalnızlığa mahkûm edilerek,
tüm insani haklar gasp edilerek ve yaşamsal gereksinimler tenkis
edilerek bu bedel ödetilmektedir. Oysa aklımı istediğim gibi kullanma
hürriyetim vardır ya da olmalıdır ve düşüncelerimi özgürce beyan edebilmem icap
eder. Bu bana yaratılış armağanıdır ve
bu armağanı gasp etmek kimin haddinedir, haddine midir? Kötü mü yapıyorum
bunları söylemekle. Altı üstü düşünsel bir çıkarımda bulunuyorum. Kafam var,
beynim var, aklım var, düşünüyorum ve düşüncemi dışarıya aktarıyorum. Şerefsizlik
ve namussuzluk yapmıyorum. Tek bir cana kastetmiyorum, devlete ihanet
etmiyorum. Köle ve uşak olmadığım için, münhasıran fıtri hakkımı istimal
ediyorum naçizane. Ki, özgürce düşünmek ve düşündüğünü izhar ve izah etmek
nasıl ihanet olarak telakki edilebilir? Yoksa istenilen gibi mi kullanmam
isteniyor bu yetileri mi? Ki, bendeniz böyle bir şeyi yapamam ve benliğimde
benimseyemem asla. Benimseyenlere bir şey diyemem ama bendeniz de benimseyemem.
Zira bu kendi öz benliğime yaptığım bir ihanet olur ve bendenizi alçaklığa
mahkûm eder. Misal; her şeyi ama her şeyi ve dahi ne varsa varolan her şeyi tüm
çıplaklığı ile ve mutlak doğallıkla sorgulayamıyorum. Ama sorgulamak istiyorum.
Çünkü hakikati bilmek istiyorum ve hakikat diye sunulan yalanların kurbanı
olmak istemiyorum, bu yolda kurban olanların haklarını savunuyorum. Olayları
kendi beynimle, aklımla mutlak özgürlük içerisinde okuyamıyorum, okusam da
okuduklarımı anlatamıyorum ama okumak ve anlatmak istiyorum. Niçin böyledir acaba?
Böyle yaptığınız zaman bir taraf değil her taraf bir savunma refleksi
gösteriyor. Gerçekten bunun arka planında ne vardır anlamaya çalışıyorum. Acaba
asırlık müesses düzenin egemenlerinin zımni bir baskılamasının sonucu olabilir
mi bu? Çürüyen kültürlerinin kokuşmuşluğunu örtmek için yapıyor olabilirler mi?
Zira her egemen zümre önce bir kültür ihdas eder ve o kültüre göre insanlar
yetiştirir ve yetişdirikleri insanlarla kurdukları müesses düzenin varlığının
idamesini sağlarlar. Çünkü yerleşik müesses düzenden münhasıran egemen zümre
istifade etmektedir tüm boyutlarıyla ve bu yüzden de düzen sürekli el değiştirse
bile egemenler her devirde var olduklarından yani zevahirde ki değişimden
etkilenmediklerinden ve her devirde çark kendileri için döndüğünden mutlak
doğallıkla, mutlak açık şekilde sorgulamanın önüne geçiyorlar olabilirler mi? Zira
düzen çöktüğü zaman egemenler çöken düzenin yığınları altında kalmaktan
kurtulamayacaklardır. Binaenaleyh, bir şekilde saf gerçeklerin toplumun önüne
serilmesinden ürküyorlar mıdır acaba? Naçizane fikrimce böyle olduğunu tahayyül
ve tasavvur ediyorum. Zihnimde milyonlarda düşünce oynaşıyor ama kahrolmasın ki
kelimelere nasıl dökeceğimi bilmiyorum. Çok soyut sezgiler olarak kalıyorlar,
somut olarak az biraz tebeyyün ediverseler muhakkak kelimeye bürünecekler ama
olmuyor, duyumsama olarak kalıyorlar. Velakin her şeye rağmen başka bir sebep
göremiyorum. Öyleyse insantekleri olarak her birimiz saf hakikatlerin peşinde
olmalıyız ve inadına hakikatleri öğrenmek için direnmeliyiz. Bilakis, zevahirde
insan olarak görünsek bile batında asla insan olarak var olamayız!
Sayın Cumhurbaşkanım! Bilirim ki, Allah’a perestiş etmek,
tüm benliklere isyanı tevlit eder. Çendan tüm benliklerden fışkıran, hayatı
karanlığa mahkûm eden ve insançocuklarını yalanların tutsağı kılan eylemlere
isyanı tevlit eder. Binaenaleyh, bendeniz isyankâr bir insanım ve bu
isyankârlığım bitevi hakikati haykırmama yol açmaktadır. Ki, isyankârlığım
temelsiz de değildir, hakikate istinat etmektedir. Çünkü yalanlar insanı
düşürmüş ve insanın boynuna alçaklık kemendini geçirmiştir. İnsanlar
susmaktadırlar, zira kaybedecek ama kaybetmekten korkacak o kadar çok şey
biriktirmişlerdir ki, bu durum onları suskunluğa mahkûm etmektedir. Ya da
konformist yaşamdan alınan haz buna handikap teşkil etmektedir. En bariz bir
hakikati bile savunmaktan acizdirler. Ama kendilerini öyle kallavi sıfatlarla tanımlayabilmektedirler
ki, bundan zerre hicap bile duymamaktadırlar. Hakikaten o kadar calib-i dikkat
bir haldir ki, insanlar bitevi meydanlara çıkmaktadırlar, ekranlarda boy
göstermektedirler, köşelerde kadılık yapmaktadırlar ve fasılasız
konuşmaktadırlar, velakin gel gelelim; hadi, hadi, hadi lütfen şu gerçeği de
haykır diye seslenmektesinizdir sessiz dünyanın tam ortasından o konuştuğunu
sandığınız kişiye matuf olarak iç sesinizle ama hayır, asla ve kata o gerçek
bir türlü dile gelmemektedir, gelmeyecektir. Bu niçindir sorgulamaktasınızdır.
Oysa siz bunu muayyen nedenlerle yapamıyor olabilirsiniz ama onların
yapmalarının önünde hiçbir handikapta bulunmamaktadır, peki, niçin
yapmamaktadırlar? Çıkarlar kolay kazanılmamaktadır ve kolay kaybedilemez değil
mi? O, münhasıran secdede eğilmesi gereken başlar kim bilir kaç bin defa eğilip
kalkmaktadır değil mi kaybedilmesinden korkulan çıkarlar için. İnsanız işte!!!
Keşke bir kalp ve bir kafamız olduğu için insan sayılabilseydik!!! Misal; her
ağzını açan haksızlık karşısında susmanın tabir caizse insanı dilsiz şeytana
döndüreceğinden dem vurmaktadır ama ne gariptir ki, haksızlık karşısında hep
susulmaktadır, hakikat asla ve kata yüreklerden ve beyinlerden dillere akıp
gelip kulluk toprağına dökülmemektedir. Peki, bu ne demektir? Burada ekstra bir
riyakârlık yok mudur? Hz. Hüseyin ne demişti bilir miyiz acaba? Eğer ki, bugün
zulme başkaldırmazsam, yarın zulme başkaldıracak tek bir insan bulunmaz dememiş
miydi? Peki, bizler bu dünyada kimleri örnekler olarak ittihaz etmekteyiz,
örnek ittihaz ettiklerimizi örnek etmekte ne kadar samimiyiz, sahiciyiz,
ciddiyiz acaba? Bizler her şeyden ama her şeyden evvel, insan olmayı muhakkak
ama muhakkak başarabilmeliyiz. İnsan olmadan, olabileceğimiz hiçbir şey
vallahi, billahi, tallahi yoktur. Masallara da karnımız toktur. Çünkü uyumaya
ihtiyacımız yoktur. Bizim ihtiyacımız olan yegâne şey; uyanmaktır!
Sayın Cumhurbaşkanım! Cehennemi yaşamak zorunda değilim bu
dünyada. Hiçbir ama hiçbir kimsenin bendenize daha dünyadayken cehennemi
yaşatmaya hakkı da, haddi de yoktur. Eğer mümkünse cennete tedvir eylemem
gerekir dünyayı. Bu dünya, bu dünyanın misafiri olan insanların değildir ki,
insanlar, benzerlerine daha doğarken verilmiş hakları gasp edebilsinler. Ki,
hangi hakla, hadle ve yasayla bu kabil-i mümkün olabilir ve makul görülebilir? Hangi
soylu vicdan buna itiraz etmez? Allah, bendenize mutlak kaderci olmayı değil,
akletmeyi ve dünyada ki hayatımdan sorumlu olacağımı bilmemi buyurmuştur.
Öyleyse papazların bakış açılarıyla dünyaya, hayata, varlığa bakamam ve başıma
ne gelirse kaderimdir deyip öylece yatamam. Dinimi de afyon gibi kullanıp her
şeye göz kapayıp, kulak tıkayıp, vicdanımı körleştirip, gövdemi
kötürümleştiremem ve uyuşamam. İnsan olarak sorumluyum ve sorumluluğumun
muktezası neyse onu yapmaktan imtina etmem, edemem. Çünkü hayat benim hayatım
ve hayatımdan mesul olacak ve hesaba çekilecek ve dahi üstelik yapayalnız hesaba
çekilecek olan benim. Binaenaleyh, bu dünya düzenini onaylayamam, bu düzenin
kurbanı olamam. Böyle gelmiş böyle gider diyemem. Yapmam gereken bir şey varsa
sonuna kadar yaparım, yapmak için savaşırım. Bendeniz insanca yaşamak istiyorum
ve bendenizi insanca yaşatacak bir düzen istiyorum. Yaratılırken verilen
haklarımın metazori alınmadığı, beynimin tutsak kılınmadığı, ruhumun azaplara
gark olmadığı, vicdanımın susturulmadığı bir düzen istiyorum. Bu yüzden de
egemenlerin düzenlerine isyan ediyor, başkaldırıyorum. Bendeniz her türlü
sömürüye hayır diyorum, ister maddi, ister manevi fark etmez. Terimin, yaşımın,
kanımın, emeğimin sömürülmesine eyvallah edemem, razı gelemem. Hiçbir şey
yapamasam da, dilim susturulsa da, gövdem zincirlense de, gönlüm buna asla ve
kata ilanihaye razı gelmeyecektir. Ve gönlümden göklere yükselen dualarım
olacaktır ve o dualarımın, birgün yeryüzüne nasıl ineceğini hiçbir kimse kestiremeyecektir.
Bu dünya egemenlerin dünyası değildir, bu dünya ve bu mülk Allah’ındır. Öyleyse
bu mülkte hiçbir kimse, ben istediğimi istediğim kadar alırım, kalanların
üzerinde de egemenliğimi ilan eder, istediğime istediğim kadar veririm diyemez.
Herkes haddini ve hududunu bilmelidir, bilecektir, bilmek zorundadır,
bilememekte inat ederse kuşkusuz elbet bildirilecektir. Allah’tan başka sahibi
olmayanlarız. Rızkımızı veren O’dur. Yaratan, yaşatan ve öldürecek olan ve
elbette hesaba çekecek olan ‘dur. Öyleyse kulluğumuz kullara değil O’nadır. Bunu
herkes böyle bilmelidir, bilecektir. Bu şeksiz şüphesiz, inkârı imkânsız mutlak
bir hakikattir. Hakikate karşı da boynumuz kıldan incedir. Çünkü biz dille
değil, gönülle iman ettik.
Sayın Cumhurbaşkanım! Monoblok dünyada, küresel düzlemde,
modern çağın inançlı ya da inançsız papazları, sessizliğin kalbinden, insanların
kulaklarına bağırmaktadırlar; sus ve razı ol! Fatalizmin kurbanı kılmak
istemektedirler insançocuklarını. Boyun eğilmesini istemektedirler yerleşik
düzenlere. Yerleşik düzenlere isyanın Tanrı’nın büyük düzenine isyan anlamına
geleceğini fısıldamaktadırlar. Bunun Tanrı’nın buyruğu olduğunu
söylemektedirler. Bu dünyanın acı dünyası olduğunu, lezzetlerin öbür dünyada
tadılacağını söylemektedirler. Ama bir yanda da bu dünya da ne kadar lezzet
varsa tatmaktan imtina etmemektedirler. Cennetten tapu satmaya
yeltenmektedirler. Oysa gerçek dinin buyruğu bunun tam tersidir. Öyleyse modern
çağın papazlarının, sömürücülerin diliyle etrafa salladıkları buyruklara tabi
olmak, susup oturmak ve razı olmak zorunda değilim ve söylenileni yapmayacağım.
And olsun ki yapmayacağım! Ve Allah’a yemin ederim ki, soylu isyanımdan hiçbir
şey vazgeçiremeyecek bendenizi. Bendeniz, akıtılmış terleri, dökülmüş kanları,
boşaltılmış yaşları, sarfedilmiş emekleri görmezden gelemem ve çalınmasına göz
kapayamam. Hiçbir insançocuğunun hakkını, başka bir insan çocuğu hiçbir yolla
ve sebeple gasp edemez, etmemelidir, buna hakkı ve haddi yoktur. Bunu
yapmadığım zamanda dayatılmış dine isyan etmiş olacağım, bendenize görevlerimi
bildiren ve hakikatle, ahlakla, adaletle gelen dine isyan etmiş olmayacağım. Bu
düzen Allah’ın takdiri değildir ve onaylamayacağım. Bendeniz, dinin
afyonlaştırılmasına karşıyım ve bu dünyanın elimden alınıp, cennetten yer
satılmasına eyvallah etmiyorum. Satılan cenneti kabul etmiyorum, kendi
eylemlerimin mukabilinde armağan olarak takdim edilecek cennete razıyım
bendeniz, başka cennet istemiyorum. Tam tersine bana vaad edilen mirasa sahip
çıkıp yeryüzünün önderliğine aday olacağım. Bunun içinde behemehâl savaşmaktan
bir adım bile geri atmayacağım. Hayır, mülkün tekelleşmesine, temerküz etmesine
eyvallah etmeyeceğim. Hareket etmek imkânım olmasa da, özgürce hareket etmek
imkânı bırakılmasa da sözümle savaşacağım, gerekirse eylemden de feragat
etmeyeceğim. Hakikati haykırmaktan asla bıkıp usanmayacağım. Bu vicdan asla
susmayacak, susturulamayacak. Ta ki, zafer; ezilenlerin, sömürülenlerin, mağdur
edilenlerin, güçsüz düşürülenlerin, tezyif ve tahkir edilenlerin oluncaya değin
yani insan galip gelip insanlık kazanıncaya değin. Hakikati tahrif ve tahrip
etmiyorum, yalan konuşmuyorum, nefsi ve sübjektif çıkarımda bulunmuyorum, cana
kıymıyorum, öyleyse herkes yerini, haddini ve hududunu bilsin ve otursunlar
oturdukları yerde. Bilakis onlar sussunlar ve razı olsunlar. Çünkü onlar
haksızlar. Öyleyse niçin haklı olanlar susup oturacaklar ve razı olacaklar?
Adalet bu değildir!