AÇIK MEKTUP...23...

Özgür DENİZ - 01.08.2018

Sayın Cumhurbaşkanım! Bizler niye hakikatlerden korkarız? Mesela; Peygamberler hakikatlerden korkmuşlar mıdır? Ya da dünyaya yönelik bazı isteklerinizi gerçekleştirmek için bazı hakikatleri söylemeyebilirsiniz diye buyurulmuş mudur Peygamberlere? Size bildirilen her hakikati her yerde söylemeyin denmiş midir? İşte insanların nefisleri var, belki söyleyeceğiniz hakikatler nefislerine ağır gelebilir ve tebliğinize karşı mesafeli durabilirler, bu yüzden hakikati biraz tahrif ederek, budayarak, esneterek ya da içine biraz da batıldan katarak anlatabilirsiniz denmiş midir? Ya da ne bileyim, yalan bir şeyi hakikat diye sunabilirsiniz istediklerinizi kabul ettirmek için diye söylenmiş midir? İşte hakikati apaçık olarak söylerseniz, ne istekleriniz gerçekleşir, ne de kuvvetinizi, şöhretinizi, servetinizi, mevkiinizi koruyabilirsiniz, bu yüzden hakikati olduğu haliyle apaçık şekilde sunmayın denmiş midir? Hatta Peygamberler, tek bir an dahi bile servet, şöhret, kuvvet ve mevkii peşinde olmuşlar mıdır ve bu yüzden de hakikati tahrif ve tahrip etme gereği ortaya çıkmış mıdır? ( Bakara Suresi 42. ve 256. Ayetlere bakılabilir) Ama bizler hakikatlerden korkuyoruz, hakikatleri tahrif ve tahrip etmekte, yalanı hakikat diye sunmakta çok mahiriz insançocukları olarak. Ve hatta tahrif ve tahrip ettiğimiz bir hakikat yüzünden onlarca can yanacak ve onlarca kulun hakkı yenecek olsa da bunu yapmaktan imtina etmeyecek kadar kör bir vicdana sahip olan insançocuklarıyız. Bu nasıl kabil olabilmektedir? Ama tüm Peygamberleri biliriz, kendi Peygamberimiz olan Hz. Muhammed’in hayatını handiyse tüm detaylarıyla ezberlemişizdir, adını bilmediğimiz sahabe yok ama hakikatten korkarız. Burada gerçekten derin bir paradoks yok mudur? Ve böyle yaşamaya öyle alışmışız ki, artık hakikatin bu olduğuna inanıyoruz. Ne Muhammedî olan var ne de tek bir sahabeyi örnek alan, hadi Muhammedi olan yok, peki niye bir Ömer, Ali, Ebubekir, Osman gibi olan yok mesela? Kuşkusuz karakter olarak motmot aynısı demiyoruz ve anlayan da anlıyor ya da aklı olan anlıyor. Bizler bu büyük insanların münhasıran isimlerini ezberlemekle mi mükellefiz? Ya da Peygamberin ve bu büyük insanların ne yaptıklarını ezberleyip, şurada burada anlatmakla mı yükümlüyüz? Bu yüzden de hakikatle yüzleşmekten çok korkuyoruz. Çünkü insançocukları olarak bizlerin dünyası yalan üzerine bina edilmiş. Evet, kesinlikle hakikatlerden korkuyoruz, zira kuvvetlerimizin, şöhretlerimizin, servetlerimizin, mevkilerimizin bekası hakikatleri örtüp yalanlarla yaşamamıza bağlı. Bir vicdan bunu nasıl tolere edebilmektedir anlamıyorum. Ya o vicdan körleşmiş, katılaşmış, çürümüş ve ölmüştür ya da aksi kabil değildir. Çünkü temiz bir vicdan böyle bir şeyi tolere edemez. Misal, dünyaya bakıp şöyle bir çıkarım yapsak ve yapılan çıkarımın hakikatle ne derece ilintisi olduğunu tahlil etsek olur mu? Dinin, paradan beslendiği bir dünyada din nereye hizmet eder? Yani din adamları, din tandanslı yapılar eğer parayla var oluyorlarsa, varolmak adına varoluş kaynaklarını sürekli canlı tutmaları gerekir değil mi? Şöyle dünyayı doğal bir gözleme tabi tutuyorum da, para dini besliyormuş ve bu yüzden de din paraya hizmet etmek zorunda kalıyormuş gibime geliyor. Peki, din dediğimiz olgu hakikatte niçin vardır? Niçin gönderilmiştir? Parayı beslemek ve parayla varolmak için mi gönderilmiştir ve bunun için mi vardır? Belki de hakikatlerden korkmamızın arka planında bu vardır, olamaz mı acaba? Öyle ya, paranın kurduğu, döndürdüğü, yönettiği, işlettiği kirli, kanlı, karanlık çarkı; var olmasının yegâne sebebi hakikat olan dinin bozacak olması biz insançocuklarını ürkütmektedir. Bu yüzden de işte din budur diyemiyoruz, alıştığımız ve alışkanlıklarımıza göre tasavvur ettiğimiz ve kendisiyle çarkımızı döndürüp, çıkarlarımızı koruduğumuz, yaşattığımız yani kafamızda kurgulayıp ürettiğimiz, kalbimize onaylattığımız ve yaşamımıza aktardığımız dinle yaşayıp gidiyoruz. Gerçek dine göre bizler gerçekten dindar mıyız acaba, böyle bir şeyi düşündük mü hiç? Binaenaleyh, hakikati olduğu haliyle apaçık olarak ortaya koymaktan korkuyoruz. Ki, çark dönsün ve madem çark dönecek, öyleyse bizimde çıkarlarımız korunsun, hakikati söylemek ya da söylenen hakikate eyvallah etmek bize mi düştü?  Ama bizler Allah’a iman ediyoruz, Peygamberin izini sürüyoruz, Sahabeleri örnek alıyoruz, Kur’an’ı okuyoruz!!! İnsanın, acaba iman edilen Allah hangi Allah, izi sürülen Peygamber hangi Peygamber, örnek alınan Sahabe hangi Sahabe, okunan Kur’an hangi Kur’an diye sorası geliyor. Çükü böyle bir durumda insan çok şeyi sorguluyor ve acayip sorular sorası geliyor.  

 

Sayın Cumhurbaşkanım! İnsanlar niçin, önce sağlam insanlar, sonra sağlam dindarlar olmadan, şucu, bucu, ocu olurlar? Acaba sağlam insan olmak, sağlam dindar olmak kaybettirdiği ve şucu, bucu, ocu olmak kazandırdığı için olabilir mi? Zira insanlar gerçek insan ve gerçek dindar oldukları zaman sürüden kopuyorlar, hiçbir şeye kolay inanmıyorlar, dolayısıyla aldanmıyorlar ve doğal olarak kazanamıyorlar, ki öyle olunca böyle olmak zaten normal olandır ama şucu, bucu, ocu oldukları zaman çok kolay sürüleşebiliyorlar, her şeye çok çabuk inanabiliyorlar ve zorlanmadan aldatılabiliyorlar, dolayısıyla çok kolay kazanabiliyorlar, ki öyle olunca böyle olmakta çok normaldir. Mesela; insanlara hitaben, inandığınız din, gerçek din değil deseniz ne derler, ne yaparlar acaba? Naçizane fikrimce böyle söyleyene; dinden korkan biri derler gibime geliyor. Çünkü Peygamberlere de böyle söylenmişti. Peygamberler hakikatle geldiklerinde ve adaleti emrettiklerinde, yalancı, sapıtmış, bize dinimizden dönmemizi söylüyor demişlerdi. Yaşadıklarını din olarak benimsemişlerdi, zira dine, yaşadıkları ne varsa onaylatmışlardı. Öyleyse yaşamlarını alt üst eden ve yanlışlayan hiçbir şey hakikat olamazdı, dolayısıyla öyle bir şeyi din olarak ittihaz edemezlerdi. Çünkü gerçek din tüm düzenlerini bozuyordu, kurdukları sömürü çarkını paramparça ediyordu, herkesi Allah indinde müsavi görüyordu, yaşadıkları hayatı hiçbir şekilde meşru görmüyordu ama inandıkları din, düzenlerini koruyordu, kurdukları çarkın kolayca dönmesi için ne gerekiyorsa ona yol veriyordu, oluşturdukları kast sistemini onaylıyordu, yaşadıkları hayata yol veriyordu, sömürü düzenlerini meşrulaştırıyordu, düzenlerine karşı çıkanların dirençlerini kırıyordu ve onları düzenleriyle uyumlu hale getiriyordu. Yani tabir caizse gerçek din unutulmuş ve din afyon olmuştu yani uyuşturucu niyetine kullanılıyordu. Burada böyle söylerken gerçek dine ihanet mi etmiş oluruz? Yoksa türlü kılıflarla sömürü düzenini insanlara onaylatan ve din adı altında insanlara tolere ettirilmeye çalışılan dine hayır mı demiş oluruz, tabiatıyla dine ihanetin önüne mi geçmiş oluruz? Yani namussuzca anlayarak hakikati itiraf edeni boğmaya mı çalışırız yoksa namusluca düşünerek, anlayarak, hissederek, acaba söylenilen şeyin hakikat yönü var mıdır diyerek sorgulama mı yaparız? Eğer şerefli isek ve vicdanımız canlı ise, ikinci yolu tercih ederiz. Mesela gerçek din; mülkün münhasıran kompradorlar arasında elden ele dolaşıp duran bir şey olmamasını emreder (Haşr Suresi 7. Ayete bakılabilir). Peki, niye dünya düzleminde olan şey bunun tam tersidir ve bu terslik meşrulaşmıştır? Öyle değil midir? Kati surette ifade ediyorum ki ve asla yalanlanamaz ki, hakikat budur. Çünkü servet dediğimiz şey mütemadiyen birkaç kişi arasında dolaşıp duran bir şeydir. Servet kompradorların inhisarındadır ve insanlara da yanlış bir iman bırakılmaktadır. Tabir caizse dünya mülkünü kompradorlar monopollerine geçirmişler, diğerlerine de kutsalları bırakmışlardır. Tabi o kutsallara, kurulan düzene onay verdiği kadar geçit vardır, bilakis o da geri alınacaktır. Şimdi biz, bu hakikati örtelim mi, tahrif ve tahrip ederek dönüştürelim ve öyle mi sunalım? Hayır, öyle olmaz, olamaz, olmayacak. Hakikat ne ise odur, o olmalıdır, o olacaktır. Ta ki hakikat ezilse de, çiğnense de, örtülse de hakikatliğinden hiçbir şey kaybetmeyecektir, sonsuza kadar yankılanacaktır yerlerde ve göklerde. Keza; gerçek din, bir insana, haksız yere acı çektirmeyi onaylar mı? Gerçek dindar buna yol verir mi? Gerçek dindar, haksızlık karşısında susar mı? Çıkarını korumak uğruna haksızlığa eyvallah eder mi? Bu soruları sormayayım mı? Kötü mü olurum sorarsam? Susarsam kötü olmam mı? Hayır, hakikat susmayacak, hakikatin susması hakikate aykırıdır çünkü! Hakikatle, ölçüyle, adaletle gelen bir Peygamberin ümmetiyiz biz!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Din anlatmak, niye basitten ve hiçbir şey ifade etmeyen şeyleri tekrar edip durmak olarak görülür, algılanır ve öyle de yapılır? Bin söz söylenir ama içinde insanları sarsacak tek bir söz olmaz, bu nasıl becerilebilmektedir? Niçin böyle yapılır? Hakikati aramak ve bulunan hakikati haykırmak niçin tehlikeli bulunur ve tecziye edilir? Gerçek din böyle bir şeyi onaylar mı? Gerçekten merak ediyorum. Mesela; sömürünün ne olduğu niçin anlatılmaz dinle ilintilendirilerek? Keza; adaletin ne olduğu, nasıl adil olunacağı, adaletsizliğin ne olduğu, kul hakkının ne olduğu, haramın ne olduğu, helalin ne olduğu niye çok aykırı şekilde haykırılmaz da, teğet geçilir ya da anlatılsa bile hiçbir şey ifade etmeyecek şekilde anlatılır yani insanları uyandıracak şekilde değilde uyutacak şekilde anlatılır? Ahlak niye sığ ve basit bir şekilde izah edilir de, daha dip derinliklerine inilerek anlatılmaz? İnsanın nasıl olupta hür olacağı, kendi aklını kullanacağı, kendi iradesiyle hareket edeceği sarahaten izah edilmez? Korkulup, çekinilmekte midir böyle yapmaktan?  Neyden çekinilir, korkulur? Niye çekinilir, korkulur? Hakeza; insanların, hakkı ve hakikati sonsuz bir güçle ve olduğu gibi haykırmaları niçin tavsiye edilmez? İnsanların özgürce düşünmelerinden, konuşmalarından, hissetmelerinden ve bu istikamette hareket etmelerinden niçin imtina edilir? Gerçek insan ve gerçek dindar, haktan ve hakikatten korkar mı? Haksızlık karşısında susar mı? Böyle yaparsa ne olur? Böyle yaptığında ne olacağını bilmez mi? Biliyorsa böyle yapmasının sebebi var mıdır ve nedir ve nasıl yapabilmektedir bunu? Ve hakeza; insanların karşısına çıkıp, işte şöyle şöyle yaşarsanız dinin gerçekliğine mütenasip yaşamış olursunuz, şöyle şöyle yaşarsanız da din sizin için bir afyon olmuş olur diye söylenmez ve bu detaylandırılarak izah edilmez?  Bizler galiba gerçek dinden korkuyoruz? Zira gerçek din, bizim neyimizi onaylar acaba? Hakikaten, gerçek dini ortaya koyduğumuzda, karşısına koyupta onaylatabileceğimiz bir hareketimiz, eylemimiz, amelimiz var mıdır? Gerçek din, bize niçin; yeniden iman etmemizi tavsiye etmektedir? Bizler imanlı görünen imansızlar mıyız acaba, olabilir mi gerçekten böyle bir şey? Hakikaten, din, hem dilimizden hiç düşmeyecek hem de eylemimiz de hiç olmayacak, bu nasıl izah edilebilir, bunun izahı kabil midir, izahını yapabilecek tek bir kişi var mıdır? Eğer gerçek bu ise, biz neyiz, kimiz? Biz, kim olduğumuzu, ne olduğumuzu biliyor muyuz gerçekten? Biz, yaşadığımız dini anlatacak olsak nasıl anlatırız ve anlatacaklarımız karşısında bize söylenecek şeylere cevap verebilir miyiz? Zira anlattıklarımızı, yaşadıklarımız teyit etmiyorsa, desteklemiyorsa, kim inanır bize? (Yanılmıyorsam Saff Suresi 2. Ayete bakılabilir) Bilmiyorum ama bunlar garip şeyler!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! İnsançocuklarını tabir caizse birazda alışkanlıkları yaratıyor. Hayata nasıl alıştıysak öylece gidiyoruz ve zaman içinde alışkanlıklarımız, kişiliğimiz, karakterimiz ve kaderimiz oluyorlar. Alışkanlık derken neyi kastediyorum? Elbette ki, insançocuğu bir toplumda yaşamaktadır ve içinde yaşadığı toplumun eseridir bir anlamda. Yani toplumun alışageldiği bir hayat, olgulara ve olaylara yönelik bir bakış açısı vardır. İşte insançocuğu da bir insanteki olarak, içinde yaşadığı toplumun genel zihni yapısının, psikolojisinin ve sosyolojisinin küçük bir prototipidir. İçinde yaşadığı toplum neyi nasıl öğretmişse o şekilde öğrenmiştir. Binaenaleyh nice şeyi de yanlış öğrenmiştir bu meyanda. Toplum geriden ileriye yönelip giderken onlarca şeyle karşılaşmaktadır, nice badireler atlatmaktadır, nice kavgalar vermektedir, toplumda gizli ya da açık sınıflar oluşmakta ve sınıflar arası çatışmalar yaşanmaktadır, nice çelişkilerle karşılaşmaktadır, bu süreç içerisinde toplum karşılaştığı her türlü şeye karşı bir öz savunma yöntemi geliştirmekte ve bu meyanda da bazı alışkanlıklar edinmektedir. Nice şeyleri nesillere doğru olarak aktarırken, nice şeyleri de yanlış olarak aktarmaktadır ve her bir insan tekide bu alışkanlıklar doğrultusunda bir bakış açısı geliştirmektedir kendince, hayata karşı. İşte bu sebeple bildiğimiz nice şeyler yanlıştır. Öğrendiğimiz nice olgular, düşünceler bildiğimiz gibi değildir. Tabi bu durumda alışkanlıkların etkisi olduğu gibi, toplumda ki egemenlerin de etkisi vardır. Çünkü onlarında asırlar boyunca kurguladıkları ve kurdukları bir düzen vardır. Bunun farkında olalım ya da olmayalım fark etmez. Bu egemenler de, kendi düzenlerine uygun olan ne ise ve kendi düzenlerini sürdürecek insan nasıl insan olacaksa buna göre hareket etmişler ve istedikleri şeyi gerçekleştirme yoluna gitmişlerdir.  Böyle olunca da insançocukları nice şeylerin ve olguların gerçek yüzlerini, arka planlarını öğrenememişler, öğretildiği gibi öğrenmişlerdir ve hayata da öğrendikleri açıdan bakmışlardır. Onlara ne gösterilmişse onu görmüşler, gösterilmeyeni görmeye yönelikte hiçbir çaba göstermemişlerdir. Alışkanlıkları, onları gördükleri şeye inanmaya ikna etmiştir. Görünmeyen yüzü görmeye çalışmak, zımnen ihanet olarak algılatılmıştır yani bu toplum bir nevi bir algı operasyonuna maruz kalmıştır her zaman. Bu durum da toplumun bitevi sömürülmesinin yolunu sonuna kadar açmıştır. Toplum hiçbir olguyu doğru anlayamamış, hiçbir olayı da doğru okuyamamıştır bu yüzden. Çünkü onu ağır zincirlere bağlamış ve tutsak kılmış alışkanlıkları vardır ve o alışkanlıkları terk ettiği zaman sanki yok olup gidecekmiş gibi tasavvur etmektedir. Hülasa; insançocukları olarak kayıtsız ve şartsız, şeksiz ve şüphesiz, isticalen bir zihniyet devrimine muhtacız. Zihnimize vurulmuş prangaları parçalamalı, toplumun dayattığı alışkanlıkları sorgulamalı, kendi öz savunma yöntemlerimizi geliştirmeli, dayatılan yanlışlara hayır diyebilmeli ve her şeye ama her şeye yeniden bakabilmeli ve dünyayı, hayatı, insanı, tabiatı, kendimizi yeniden okuyabilmeliyiz. Bilakis, ağır ağır çürümekten ve yok olup gitmekten asla ve kata kurtulamayız.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bendeniz naçizane bir insanım malum ve bir zihin dünyam var ve bu zihin dünyamda çok şeyi anlamlandıramıyorum, anlayamıyorum. Hakikatte özgür doğan ve özgür olarak varlığını sürdürmesi iktiza eden zihin dünyam prangalara vurulmuş ve toplumun dayatmalarına karşı savunmasız bırakılmıştır. Aksi takdirde bedeli ağır olarak ödetilmektedir, çendan mutlak yalnızlığa mahkûm edilerek,  tüm insani haklar gasp edilerek ve yaşamsal gereksinimler tenkis edilerek bu bedel ödetilmektedir. Oysa aklımı istediğim gibi kullanma hürriyetim vardır ya da olmalıdır ve düşüncelerimi özgürce beyan edebilmem icap eder.  Bu bana yaratılış armağanıdır ve bu armağanı gasp etmek kimin haddinedir, haddine midir? Kötü mü yapıyorum bunları söylemekle. Altı üstü düşünsel bir çıkarımda bulunuyorum. Kafam var, beynim var, aklım var, düşünüyorum ve düşüncemi dışarıya aktarıyorum. Şerefsizlik ve namussuzluk yapmıyorum. Tek bir cana kastetmiyorum, devlete ihanet etmiyorum. Köle ve uşak olmadığım için, münhasıran fıtri hakkımı istimal ediyorum naçizane. Ki, özgürce düşünmek ve düşündüğünü izhar ve izah etmek nasıl ihanet olarak telakki edilebilir? Yoksa istenilen gibi mi kullanmam isteniyor bu yetileri mi? Ki, bendeniz böyle bir şeyi yapamam ve benliğimde benimseyemem asla. Benimseyenlere bir şey diyemem ama bendeniz de benimseyemem. Zira bu kendi öz benliğime yaptığım bir ihanet olur ve bendenizi alçaklığa mahkûm eder. Misal; her şeyi ama her şeyi ve dahi ne varsa varolan her şeyi tüm çıplaklığı ile ve mutlak doğallıkla sorgulayamıyorum. Ama sorgulamak istiyorum. Çünkü hakikati bilmek istiyorum ve hakikat diye sunulan yalanların kurbanı olmak istemiyorum, bu yolda kurban olanların haklarını savunuyorum. Olayları kendi beynimle, aklımla mutlak özgürlük içerisinde okuyamıyorum, okusam da okuduklarımı anlatamıyorum ama okumak ve anlatmak istiyorum. Niçin böyledir acaba? Böyle yaptığınız zaman bir taraf değil her taraf bir savunma refleksi gösteriyor. Gerçekten bunun arka planında ne vardır anlamaya çalışıyorum. Acaba asırlık müesses düzenin egemenlerinin zımni bir baskılamasının sonucu olabilir mi bu? Çürüyen kültürlerinin kokuşmuşluğunu örtmek için yapıyor olabilirler mi? Zira her egemen zümre önce bir kültür ihdas eder ve o kültüre göre insanlar yetiştirir ve yetişdirikleri insanlarla kurdukları müesses düzenin varlığının idamesini sağlarlar. Çünkü yerleşik müesses düzenden münhasıran egemen zümre istifade etmektedir tüm boyutlarıyla ve bu yüzden de düzen sürekli el değiştirse bile egemenler her devirde var olduklarından yani zevahirde ki değişimden etkilenmediklerinden ve her devirde çark kendileri için döndüğünden mutlak doğallıkla, mutlak açık şekilde sorgulamanın önüne geçiyorlar olabilirler mi? Zira düzen çöktüğü zaman egemenler çöken düzenin yığınları altında kalmaktan kurtulamayacaklardır. Binaenaleyh, bir şekilde saf gerçeklerin toplumun önüne serilmesinden ürküyorlar mıdır acaba? Naçizane fikrimce böyle olduğunu tahayyül ve tasavvur ediyorum. Zihnimde milyonlarda düşünce oynaşıyor ama kahrolmasın ki kelimelere nasıl dökeceğimi bilmiyorum. Çok soyut sezgiler olarak kalıyorlar, somut olarak az biraz tebeyyün ediverseler muhakkak kelimeye bürünecekler ama olmuyor, duyumsama olarak kalıyorlar. Velakin her şeye rağmen başka bir sebep göremiyorum. Öyleyse insantekleri olarak her birimiz saf hakikatlerin peşinde olmalıyız ve inadına hakikatleri öğrenmek için direnmeliyiz. Bilakis, zevahirde insan olarak görünsek bile batında asla insan olarak var olamayız!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bilirim ki, Allah’a perestiş etmek, tüm benliklere isyanı tevlit eder. Çendan tüm benliklerden fışkıran, hayatı karanlığa mahkûm eden ve insançocuklarını yalanların tutsağı kılan eylemlere isyanı tevlit eder. Binaenaleyh, bendeniz isyankâr bir insanım ve bu isyankârlığım bitevi hakikati haykırmama yol açmaktadır. Ki, isyankârlığım temelsiz de değildir, hakikate istinat etmektedir. Çünkü yalanlar insanı düşürmüş ve insanın boynuna alçaklık kemendini geçirmiştir. İnsanlar susmaktadırlar, zira kaybedecek ama kaybetmekten korkacak o kadar çok şey biriktirmişlerdir ki, bu durum onları suskunluğa mahkûm etmektedir. Ya da konformist yaşamdan alınan haz buna handikap teşkil etmektedir. En bariz bir hakikati bile savunmaktan acizdirler. Ama kendilerini öyle kallavi sıfatlarla tanımlayabilmektedirler ki, bundan zerre hicap bile duymamaktadırlar. Hakikaten o kadar calib-i dikkat bir haldir ki, insanlar bitevi meydanlara çıkmaktadırlar, ekranlarda boy göstermektedirler, köşelerde kadılık yapmaktadırlar ve fasılasız konuşmaktadırlar, velakin gel gelelim; hadi, hadi, hadi lütfen şu gerçeği de haykır diye seslenmektesinizdir sessiz dünyanın tam ortasından o konuştuğunu sandığınız kişiye matuf olarak iç sesinizle ama hayır, asla ve kata o gerçek bir türlü dile gelmemektedir, gelmeyecektir. Bu niçindir sorgulamaktasınızdır. Oysa siz bunu muayyen nedenlerle yapamıyor olabilirsiniz ama onların yapmalarının önünde hiçbir handikapta bulunmamaktadır, peki, niçin yapmamaktadırlar? Çıkarlar kolay kazanılmamaktadır ve kolay kaybedilemez değil mi? O, münhasıran secdede eğilmesi gereken başlar kim bilir kaç bin defa eğilip kalkmaktadır değil mi kaybedilmesinden korkulan çıkarlar için. İnsanız işte!!! Keşke bir kalp ve bir kafamız olduğu için insan sayılabilseydik!!! Misal; her ağzını açan haksızlık karşısında susmanın tabir caizse insanı dilsiz şeytana döndüreceğinden dem vurmaktadır ama ne gariptir ki, haksızlık karşısında hep susulmaktadır, hakikat asla ve kata yüreklerden ve beyinlerden dillere akıp gelip kulluk toprağına dökülmemektedir. Peki, bu ne demektir? Burada ekstra bir riyakârlık yok mudur? Hz. Hüseyin ne demişti bilir miyiz acaba? Eğer ki, bugün zulme başkaldırmazsam, yarın zulme başkaldıracak tek bir insan bulunmaz dememiş miydi? Peki, bizler bu dünyada kimleri örnekler olarak ittihaz etmekteyiz, örnek ittihaz ettiklerimizi örnek etmekte ne kadar samimiyiz, sahiciyiz, ciddiyiz acaba? Bizler her şeyden ama her şeyden evvel, insan olmayı muhakkak ama muhakkak başarabilmeliyiz. İnsan olmadan, olabileceğimiz hiçbir şey vallahi, billahi, tallahi yoktur. Masallara da karnımız toktur. Çünkü uyumaya ihtiyacımız yoktur. Bizim ihtiyacımız olan yegâne şey; uyanmaktır!

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Cehennemi yaşamak zorunda değilim bu dünyada. Hiçbir ama hiçbir kimsenin bendenize daha dünyadayken cehennemi yaşatmaya hakkı da, haddi de yoktur. Eğer mümkünse cennete tedvir eylemem gerekir dünyayı. Bu dünya, bu dünyanın misafiri olan insanların değildir ki, insanlar, benzerlerine daha doğarken verilmiş hakları gasp edebilsinler. Ki, hangi hakla, hadle ve yasayla bu kabil-i mümkün olabilir ve makul görülebilir? Hangi soylu vicdan buna itiraz etmez? Allah, bendenize mutlak kaderci olmayı değil, akletmeyi ve dünyada ki hayatımdan sorumlu olacağımı bilmemi buyurmuştur. Öyleyse papazların bakış açılarıyla dünyaya, hayata, varlığa bakamam ve başıma ne gelirse kaderimdir deyip öylece yatamam. Dinimi de afyon gibi kullanıp her şeye göz kapayıp, kulak tıkayıp, vicdanımı körleştirip, gövdemi kötürümleştiremem ve uyuşamam. İnsan olarak sorumluyum ve sorumluluğumun muktezası neyse onu yapmaktan imtina etmem, edemem. Çünkü hayat benim hayatım ve hayatımdan mesul olacak ve hesaba çekilecek ve dahi üstelik yapayalnız hesaba çekilecek olan benim. Binaenaleyh, bu dünya düzenini onaylayamam, bu düzenin kurbanı olamam. Böyle gelmiş böyle gider diyemem. Yapmam gereken bir şey varsa sonuna kadar yaparım, yapmak için savaşırım. Bendeniz insanca yaşamak istiyorum ve bendenizi insanca yaşatacak bir düzen istiyorum. Yaratılırken verilen haklarımın metazori alınmadığı, beynimin tutsak kılınmadığı, ruhumun azaplara gark olmadığı, vicdanımın susturulmadığı bir düzen istiyorum. Bu yüzden de egemenlerin düzenlerine isyan ediyor, başkaldırıyorum. Bendeniz her türlü sömürüye hayır diyorum, ister maddi, ister manevi fark etmez. Terimin, yaşımın, kanımın, emeğimin sömürülmesine eyvallah edemem, razı gelemem. Hiçbir şey yapamasam da, dilim susturulsa da, gövdem zincirlense de, gönlüm buna asla ve kata ilanihaye razı gelmeyecektir. Ve gönlümden göklere yükselen dualarım olacaktır ve o dualarımın, birgün yeryüzüne nasıl ineceğini hiçbir kimse kestiremeyecektir. Bu dünya egemenlerin dünyası değildir, bu dünya ve bu mülk Allah’ındır. Öyleyse bu mülkte hiçbir kimse, ben istediğimi istediğim kadar alırım, kalanların üzerinde de egemenliğimi ilan eder, istediğime istediğim kadar veririm diyemez. Herkes haddini ve hududunu bilmelidir, bilecektir, bilmek zorundadır, bilememekte inat ederse kuşkusuz elbet bildirilecektir. Allah’tan başka sahibi olmayanlarız. Rızkımızı veren O’dur. Yaratan, yaşatan ve öldürecek olan ve elbette hesaba çekecek olan ‘dur. Öyleyse kulluğumuz kullara değil O’nadır. Bunu herkes böyle bilmelidir, bilecektir. Bu şeksiz şüphesiz, inkârı imkânsız mutlak bir hakikattir. Hakikate karşı da boynumuz kıldan incedir. Çünkü biz dille değil, gönülle iman ettik.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Monoblok dünyada, küresel düzlemde, modern çağın inançlı ya da inançsız papazları, sessizliğin kalbinden, insanların kulaklarına bağırmaktadırlar; sus ve razı ol! Fatalizmin kurbanı kılmak istemektedirler insançocuklarını. Boyun eğilmesini istemektedirler yerleşik düzenlere. Yerleşik düzenlere isyanın Tanrı’nın büyük düzenine isyan anlamına geleceğini fısıldamaktadırlar. Bunun Tanrı’nın buyruğu olduğunu söylemektedirler. Bu dünyanın acı dünyası olduğunu, lezzetlerin öbür dünyada tadılacağını söylemektedirler. Ama bir yanda da bu dünya da ne kadar lezzet varsa tatmaktan imtina etmemektedirler. Cennetten tapu satmaya yeltenmektedirler. Oysa gerçek dinin buyruğu bunun tam tersidir. Öyleyse modern çağın papazlarının, sömürücülerin diliyle etrafa salladıkları buyruklara tabi olmak, susup oturmak ve razı olmak zorunda değilim ve söylenileni yapmayacağım. And olsun ki yapmayacağım! Ve Allah’a yemin ederim ki, soylu isyanımdan hiçbir şey vazgeçiremeyecek bendenizi. Bendeniz, akıtılmış terleri, dökülmüş kanları, boşaltılmış yaşları, sarfedilmiş emekleri görmezden gelemem ve çalınmasına göz kapayamam. Hiçbir insançocuğunun hakkını, başka bir insan çocuğu hiçbir yolla ve sebeple gasp edemez, etmemelidir, buna hakkı ve haddi yoktur. Bunu yapmadığım zamanda dayatılmış dine isyan etmiş olacağım, bendenize görevlerimi bildiren ve hakikatle, ahlakla, adaletle gelen dine isyan etmiş olmayacağım. Bu düzen Allah’ın takdiri değildir ve onaylamayacağım. Bendeniz, dinin afyonlaştırılmasına karşıyım ve bu dünyanın elimden alınıp, cennetten yer satılmasına eyvallah etmiyorum. Satılan cenneti kabul etmiyorum, kendi eylemlerimin mukabilinde armağan olarak takdim edilecek cennete razıyım bendeniz, başka cennet istemiyorum. Tam tersine bana vaad edilen mirasa sahip çıkıp yeryüzünün önderliğine aday olacağım. Bunun içinde behemehâl savaşmaktan bir adım bile geri atmayacağım. Hayır, mülkün tekelleşmesine, temerküz etmesine eyvallah etmeyeceğim. Hareket etmek imkânım olmasa da, özgürce hareket etmek imkânı bırakılmasa da sözümle savaşacağım, gerekirse eylemden de feragat etmeyeceğim. Hakikati haykırmaktan asla bıkıp usanmayacağım. Bu vicdan asla susmayacak, susturulamayacak. Ta ki, zafer; ezilenlerin, sömürülenlerin, mağdur edilenlerin, güçsüz düşürülenlerin, tezyif ve tahkir edilenlerin oluncaya değin yani insan galip gelip insanlık kazanıncaya değin. Hakikati tahrif ve tahrip etmiyorum, yalan konuşmuyorum, nefsi ve sübjektif çıkarımda bulunmuyorum, cana kıymıyorum, öyleyse herkes yerini, haddini ve hududunu bilsin ve otursunlar oturdukları yerde. Bilakis onlar sussunlar ve razı olsunlar. Çünkü onlar haksızlar. Öyleyse niçin haklı olanlar susup oturacaklar ve razı olacaklar? Adalet bu değildir!

Tarih: 01.08.2018 Okunma: 783

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?