Ölümsüz hakikatin ölümlü insana nidası; -Vel-asr
innel insane lefi husr. İllellezine amenü ve amilüs salihatü ve teve savbül
hakkı ve teve savbüs sabr-
And olsun ki, insan zarardadır ve sürekli
zarardadır!
İnsan ne konuşmayla ne de yazmayla bitecek bir
varlıktır ama elbette bitecek bir varlıktır. Konuşuldukça ve yazıldıkça çoğalan
bir varlıktır. Defaatle yazdık ve ilanihaye yazacağız insan üzerine ve dahi hep
yazdılar, bademada yazacaklar. Çünkü o bir gayya kuyusu misali bir türlü sonu
gelmeyen ama sonlu bir varlıktır. Nasıl ki dünyayı halkeden, döndüren, çekip
çeviren hakikatte Allah ise de, reelde o dünyaya anlam katan, dünyanın
kendisiyle anlam bulduğu ve kendisi için varolduğu yani dünya düzleminde özne
konumunda olan varlık insandır ve dünya insanın etrafında dönmektedir. Ama ne
gariptir ki, insanı kendi etrafında döndüren dünyadır. İnsan, kendisinin
farkında olmayan bir zavallıdır. İnsan kompleks bir öze sahiptir ve çelişki üzerine
halkolunmuştur. Ki, kozmosun kaosa dönüşmesinin arka planında da bu durum
gizlidir. Allah, insanı öyle bir halketmiştir ki, insanlığı bir bütün olarak
hiçbir kimse peşinden sürükleyememektedir. İnsanın bu durumu en büyük planları
alt üst etmektedir ve etmeye de devam edecektir. İnsan, ancak güçle
dizginlenebilmektedir ama o güçte bir yere kadar dayanabilmektedir. Ta ki,
gücün getirisi bittiği ana dek ya da insanlığın gözlerini açıp gördüğü ana dek.
Binaenaleyh, komplolar, cinayetler, sömürüler, mezalimler, ceberrutluklar,
kumpaslar, mugalatalar ve terörizmler tezahür etmektedir. Çünkü insanın ancak
tedhişle yola gelebileceği düşünülmektedir. İnsan nefis sahibidir ve nefsin
tuzaklarına çok kolay düşebilmektedir. Çünkü bir yönüyle rezil ve pislik bir
mahlûktur o. Leş peşinde koşabilmekte, şeytanın oyuncağı olabilmekte ve şeytani
eylemler planlayabilmektedir. Aklı olduğunu bildiği halde o aklı kullanmaktan
imtina edecek kadar ahmaktır, alıktır, böndür. Dizginlenemeyen arzuların,
bitmeyen isteklerin, süfli zevk ve eğlencelerin meftunudur. Dünya ise bu tür
şeylerle lebaleptir ve işte bu yüzdendir ki, insan denilen mahlûku leşinin
peşinden koşturmakta, kendi etrafında döndürmektedir. İnsan denilen varlık
bitevi ziyandadır ama ziyanda olduğunu fark edecek zekâya malik değildir. İnsan
denilen canlı görünümlü uyurgezer mahlûk, dünya leşinin peşinden koşmayı
bıraktığı ve sahiplenmeyi umursamadığı zaman gerçek özgürlüğüne kavuşacak ve
sonuç verici eylemlerde bulunabilecektir. Kazanmak ve biriktirmek gibi bir
hırsı olmadığı için kaybetmek gibi bir derdi de olmayacaktır. Ama o tutsaklığı
ve suskunluğu tercih edecek kadar sekter ve dar kafalıdır. Eyleme sırt çevirip,
cerbezeyle gününü kurtarmayı tercih edecek kadar cahildir, nankördür, zalimdir.
Politikanın kurtarıcılığına inanmakta ve dünya leşine sahip olmakla adamlık
kesbedeceğini zannetmektedir. Oysa batışı daima bu ikisi yüzünden olmuştur ve
öyle de olacaktır. Zira dünyadaki tüm haksızlıkların membaı politika denilen
şeytan ve bir leşten farksız olan dünyadır. İnsan hiçbir şeye güvenmemelidir, münhasıran
Allah’a ve içinde ki sınırsız güce güvenmelidir. Bunu anladığı vakit, vakti gelmiş
olacaktır zaten kurtuluşunun. İnsan,
nehir olup akmalıdır ve sürekli temizlenmelidir, temizlemelidir, bilakis
bataklık olup kendi kendini karanlığın ve pisliğin dibine gömmemelidir. Kirlenmeyi
değil arınmayı tercih etmelidir.
Ne dünyaymış be! Nasılda sımsıkı sarılmışız ve
kucaklamaya çalışıyoruz. Pisliğe şehvetle uzanan ellerimizin kirleneceğinden
haberimiz yok. Ruhumuzdan bahsetmeye bile gerek yok. Çünkü onun güzelliğe
ulaşan tüm yollarını kapıyoruz, dünyanın kapılarını açmaya çalıştıkça. Ruhumuz
bir şiirden tat almak, bir şarkıyı dibine kadar duyumsamak, yıldızların
dansıyla sarhoş olmak, gözlerimiz aya baktıkça görülenin kendisinde makes
bulmasıyla sonsuzluğa erişmek ister, peki onun bu yüksek zevkleri yaşamasına
fırsat tanıdık mı hiç? Dünya varoldukça ve biz dünyayla varoldukça ruhumuzun
nasılda acı çekerek battığından haberimiz yok. Çünkü ruhumuzun sessiz
çığlıklarını işitecek ne cesaretimiz var ne de sağlam kalmış bir işitme
organımız. Bir dostla hiçbir şeyi umursamadan, rezil hiçbir şeye tapınç içinde
olmadan aydınlık ve duygulu dakikaları geçirmenin ne olduğunu hissedebilir
miyiz acaba? Hissedebilseydik, umarsızca soluksuz muhabbetlere dalmaz mıydık?
Ama ne hissedebildik ne de muhabbetlerin dibine vurup tadını çıkarabildik.
Çünkü aklımız bizden çıkacak olanlara takılıydı. Oysa bırakıversek,
vazgeçiversek, umursamasak, dünya dediğimiz şey kendiliğinden zaten gelecek
bize. Faraza gelmesin, neyi kaybederiz ki? Ki, gelmediği gün olmadı neyi
kazandık ki? Gelmeyecek diye çok korkuyoruz, bu yüzden de biriktirdikçe
biriktiriyoruz, biriktirdiklerimiz uğruna güzel olan her şeyi azaltma pahasına.
Onun uğruna dostluğu harcıyoruz, sevgiyi harcıyoruz, vefayı harcıyoruz. Politika
şeytanının oyuncağı olmuşuz. Çünkü dünyaya ulaşmanın yegâne yolu olarak ona kul
olmayı görmüşüz. Her şeyi onunla kolayca halletme yoluna koyulmuşuz.
Kaybetmekten, kaybederek kazanmaktan hazzetmiyoruz. Hiç kaybetmeyelim, hep
kazanalım istiyoruz. Nasıl olursa olsun kazanmak uğruna kendimizi, yaşamımızı,
sevinçlerimizi, dostlarımızı, duygularımızı ve düşüncelerimizi feda ettiğimizin
farkında bile değiliz. Kolaya alışmışız, sürüklenip gidiyoruz. Ne sevmeyi
becerebiliyoruz, ne paylaşmayı, ne de fedakârlığı. Ne dostluk uğruna vazgeçişlerde
bulunabiliyoruz ne de bir dosta sımsıkı sarılabiliyoruz, sarıldığımız gibi
dünyaya. Hep biz kazanalım istiyoruz, herkes kazansın diye kavgaya girmekten
korkuyoruz. Bir dost için hiçbir fedakârlıkta bulunmazken, politika şeytanı
uğruna bulunmadığımız fedakârlık kalmıyor. Ne duyguları olanca yoğunluğu ile yaşamayı
becerebiliyoruz, ne de yoğunlaşabiliyoruz derin düşüncelere. Sanki kuyruğundan
tuttuğumuz dünyayı yakalayabilecekmişiz ve bir daha kaçırmayacakmışız gibiyiz.
Zora gelemiyoruz be gülüm! Kolaycılıkta bizi sefaletten sefalete sürüklüyor.
Çünkü biliyorlar zora gelemediğimizi, bu yüzden kolayı sunuyorlar bize daima.
Aslında bir bilebilsek, ah bir bilebilsek o kolayın ne de büyük zindanları ve o
zindanlarda ne de ağır tutsaklıkları sakladığını. Belki de çoktan zorun
kucağında bulurduk kendimizi ve bozardık bize bizden habersiz kurulan oyunları.
Dünyanın cazibesine aldanıyoruz. Ah bir bilebilsek paylaşmanın ne de büyük bir
değer olduğunu, paylaştıkça nasılda çoğaldığımızı ve çoğaldıkça bizden nasılda
korkacaklarını bir bilebilsek. Biz yaşamıyoruz be gülüm! Biz, sahip oldukça
varolduğunu sanan, leşin peşinde koşturmayı yaşamak sanan, o leşe sahip olunca
adam olacağını düşünen, o leşi kaybetmemek uğruna yaşamın en güzel dakikalarını
kaybetmeyi göze alabilen zavallı, sefil, perişan yaratıklarız. Keşke
bağlanmamanın, kazanmak uğruna kaybetmeyi göze almamanın, kazandıklarımızı en
güzel dakikalardan haz almak yolunda harcamanın ne büyük bir şey olduğunu idrak
edebilseydik!
Bağlılık rahatlık sunar ama aptallaştırır,
sünepeleştirir, özgürlük ise yalnızlaştırır ama huzur ve cesaret verir. İşte bu
yüzden dünya ve politika, insanı aptallaştırırken; dünyadan ve politikadan
arınmak, insanı özgürleştirir, yalnızlığın koynuna atar ve ruhu diriltir,
gövdeyi çelikleştirir. Bu meyanda belirtmek iktiza eder ki; politikadan ve
dünyadan kurtulmak kavgayı bırakmak anlamına gelmez, bilakis gerçek kavgaya ilk
adımı atmak ve gerçek kurtuluşa giden yolu bulmak olur. Çünkü dünyadan ve
politikadan arınan insan aptallıktan kurtulur, zekası canlanır ve şeyleri daha
berrak görür. Çünkü o zaman her şeye kendi evinden bakar. Baktığı zaman
göremeyen bu şekilde görür hale gelir. Duyduğu zaman anlayamayan bu yolla
anlamaya başlar. Bilmediği nice şeylere nasılda körü körüne düşman olduğunu
anlar. Dünyanın ve politikanın içinde olan insan ne kendisi olabilir, ne kendi
gözleriyle bakabilir, ne kendi aklıyla düşünebilir, ne de kendi kararlarını
alıp, tercihlerini yapabilir. Çünkü o zaten kendi evinde yaşamayan, kendi evine
yabancılaşmış biridir. O kendinde hep başkalarını yaşar, kendini yaşamaktan ise
ödü patlar ama kendinin yaşadığını sanır ve buna inanır da. Korkma be gülüm,
korkuyu korkut! Cesaret et özgürlüğe ve yalnızlığa! Azcık uzakta yaşam var,
uzatsan ellerini dokunacaksın. Kafanı ve kalbini koru ki, koruyacaksın kafanın
ve kalbinin yönettiği her şeyini. O zaman anlayacaksın yaşamanın ne demek
olduğunu. Boynunu uzatma giyotine gönüllü olarak be gülüm! Bilmediği şeylere
düşmanlık düşürüyor insanı. Düşersen çiğnerler ve çiğniyorlar. Bilmediği şey,
bilmediği nice şeyleri getirecek insana belki de ama bilmemek ne de acı. Nasılda
öldürüyorlar bizleri değil mi? Ağır ağır öldürüyorlar, önce aklımızı
çalıyorlar, sonra duygularımızı yuvasında çürümeye bırakıyorlar ve sonra da
gövdemizi kıpırdayamaz durumda bırakıp işimizi bitiriyorlar. Biz kimseye
benzememek, bağlanmamak için çırpınıp dururken tek kanadı kırılmış bir kuş
gibi, onlar sağlam kalan katlarımızı da kırıp, kendilerine benzetmek ve bağlamak
istiyorlar. Bizi dünya leşinin peşinden koşan bir it, politikanın yörüngesinde
yönünü bulmaya çalışan bir köle kılmak istiyorlar. Bize gram gram vermek ama
bizi tonla almak istiyorlar. Bizi kurtuluşun yolundan döndürüp, tutsaklığın
içine çekmek istiyorlar. İnsanları zordan korkutup kolaycılığa alıştıranlardan,
insanların dünyalarını yıkanlardan, insanların ruhlarını kurutup öldürenlerden,
insanları hiçbir şey anlamayan yaratıklara ve nihayet birer ölü canlara
dönüştürenlerden, insanları ateşe su olmaktan alıkoyanlardan nefret ediyorum. Dünya
için insana kıyanlardan tiksiniyorum. İnsanı politikaya kurban edenlerden
iğreniyorum.
İnsan cahil! Ansızın geldiği gibi ansızın
gideceğini bilmez. Bilmediği içinde nankörlükte ve zalimlikte sınır tanımaz.
Çünkü insan, evreni hiç temaşa etmez, temaşa etmediği içinde tefekküre dalmaz,
olup bitenlerden ibret almaz. Bu yüzden de doğruluk her zaman kaybettirir ve
kaybettirmektedir dünya bağlamında. Burası çok derin bir mevzudur ve insanı
tehlikeli sorular sormaya yöneltmektedir, binaenaleyh geçmek iktiza eder.
Geçelim! İnsan bu sebeplerdendir ki, politika şeytanının tezgâhına gelmekte,
dünya leşinin peşinden ayrılamamaktadır. Zira doğru olarak, dünyaya ulaşılmaz.
Ancak yanlışlarla dünyaya kavuşulmaktadır burada. Bu yüzden de insan sürekli
yanlış yapmaya ve kolaya sığınmaya teşnedir. Zoru sevmez insan, kolaya sığınır.
Zor, zor gelir insana. Dünya zevahirde güzelliklerle doludur, zevkle,
eğlenceyle doludur. İktidarı vardır dünyanın, makamı, parası, kadını, yiyeceği,
içeceği, giyeceği vardır. Ne ararsan vardır yani. Yokluk insandadır, dünyada
değil! Ve bu varolanlar üzerinde bir hükümranlık kavgası sürüp gitmektedir. En
yüksek düzeyde malik olmak isterler varolanlara ve bunlara malik olurken zımnen
insanlığa malik olmak isterler. Çünkü dünya muhtelif nimetlerle lebalepse de,
bu nimetlere insandan geçerek ya da insan emeğini sömürerek yani yine insandan
geçerek ulaşılabilinmektedir. Vicdanın kutsal yasası adaleti ve ahlakı emreder
amma velakin ahlak ve adalet, dünyaya egemen olmakla çatışır. Öyleyse, vicdanın
kutsal yasalarını çiğnemeden istendik yönde hareket etmek ve dünya leşine
erişmek muhaldir. İşte tam da burada politika şeytanı arz-ı endam eylemektedir,
bu erişmeyi kolaylaştırmak ve yürünen yolu mubah kılmak için. Şeytanda bu
sebeple isyan etmemiş miydi ve vicdanın kutsal yasalarını çiğnememiş miydi?
Kimileri düpedüz başkaldırarak bir savaş başlatır bu yolda, kimileri de
münafıkça savaşır. Adalete ve ahlaka gerçekten iman edenler ve iman ettikleri
gibi amel edenler yani yollarında onurluca yürüyenler ise tam ortada dururlar.
Çünkü vicdanın kutsal yasalarının emridir bu. Ne ileri giderler, ne de geride
dururlar, yolda dosdoğru yürürler. Bilakis, insan denilen kırılgan varlık
paramparça olur ve dağılır gider. İnsanın kadim hatasıdır bu yani bütünlüğe
mugayir hareket edip parçalanarak küçülmek, küçülerek sömürünün nesnesi olmak,
yaratılış yasalarına ihanet etmek ve sürekli bir sapkınlık üzerinde olmak.
Politika şeytanı insanı paramparça ederek ve dünya leşinin başına toplayarak
hakikatte insanı rezil ve sefil bir yaşama mahkûm etmektedir. Ne gariptir ki,
bu gerçek olanca berraklığı ile ortada durup dururken, insan yine de ahmakça
politika şeytanın kurtarıcılığına inanmaktadır. Dünya leşine daha çok malik
olmakla da, ideallerine varışını kolaylaştıracağını düşlemektedir. İnsan
kendisiyle baş başa kalabilmeli ve hatalarıyla, günahlarıyla yüzleşebilmelidir,
bunu yapmadıkça pislik içinde yaşamaya mahkûmdur. Çünkü hakikati asla
göremeyecek, kendisine gösterilene inanacak, yapması gereken şeyi asla
bilemeyecek ve hep kurban olacaktır.