Sokrates ne diyordu öğrencilerine? Doğruyu
söylersem politika yapabileceğimi mi sanıyorsunuz? Haddizatında soruya karşılık
soru soruyordu. Tabi çok derin ve ince bir soruydu bu ve dil lâl oluyordu.
Politika şeytanı yalandan beslenir dedik ve keza yalanla yaşar. Yalan, bu
şeytanın varoluş kodudur. Politika şeytanının doğruyla işi olmaz, doğru işi de
olmaz, zira doğruluk onun celladıdır. Binaenaleyh, dünyada yenilmesi gereken
ilk şey; politika şeytanıdır. Bu şeytan filhakika Kabil’le vücut bulmuştur
ruy-i zeminde diyebiliriz ya da böyle bir çıkarımda bulunabiliriz, ne kadar
isabetlidir bilemeyiz. Ama mezkur vakıayı dip derinliğine değin tetkik ve
tahlil ettiğimiz zaman bu çıkarıma ulaşmak muhtemeldir. İnsanlık, bu şeytanla
başa çıkamadığı ve bu şeytanı insanlık toprağından söküp atamadığı müddetçe
sefaletin şarkısını terennüm etmeye mahkumdur. Dünyayı da bir leş olmaktan
çıkarıp tüm insanlığın ortak tarlasına dönüştürmedikçe, bu şeytanın peşinde
perişan olmaya, soyulmaya, çırılçıplak koyulmaya müstahaktır. Bu şeytan
insanlığa ait ne kadar ortak değer varsa inhisarına almıştır yani insanlığı
kör, sağır, dilsiz, hissiz, beyinsiz kılmıştır, hülasa; kamilen
mankurtlaştırmıştır. Keza gerçek kurtuluş yolunu da kaybetmek kaderidir. Zira
insanlık, gerçek kurtuluş yolunu bu şeytanın aldatmacaları yüzünden
bulamamaktadır ya da gerçek kurtuluşun yolunu bilmektedir ama bilmiyormuş gibi
yapmak işine gelmektedir. Fakat bildiğini de sanmıyorum. Zira politika şeytanı,
insanlığın bilincini öldürmüş, insançocuklarını ölü canlara dönüştürmüştür. Kin,
nefret, hased, fitne, fesat, yalan, dolan, haram, tefecilik, faiz, adavet, gasp,
düzenbazlık, sahtekarlık, savaş, hırs, aldatmak, yoldan çıkarmak, sömürmek,
sömürtmek, yoksul düşürüp muhtaç etmek ve bağımlılaştırmak bu şeytanın maharetlerindendir.
Bizse bu şeytandan kurtuluş bekleyen, bu şeytana umut bağlayan, kendini bu
şeytana adayan, kaderini bu şeytanın süfli arzu ve heveslerine bırakan zavallılarız.
Yalan mı? Çıksın birisi desin ki, bunların hepsi sayıklamadır, palavradır,
yalandır. Yüreği yetiyorsa çıksın desin bunu. Ha der mi? Der. Demek bedavadır
ve bir de diyorsa, mutlaka yiyordur da ondandır demesi. Bilakis, şerefini,
mutlak sermayesi bilen biri diyemez. Politika, fahişeliğin diğer adıdır der
Aristo. Yalan mı? Hakikati bilmeyen ahmak değiliz. Düşünce serdederiz ve karşı
düşünce bekleriz, namussuzca vuruş değil. hayır, bir düşünce serdediyoruz ve
analiz yapıyoruz, yanlışsa boynumuz kıldan incedir, çıkılır ve hayır söylediğin
gibi değil, gerçekte şöyledir denir ve bizde karşılıklı teatiler neticesinde
hakikat nedir ortaya çıkmasına zemin hazırlarız. Çünkü bizde insanız, bir
kalbimiz, bir kafamız var ve kalbimizde duygularımız, kafamızda düşüncelerimiz
var ve bunlar ortaya konmak için var, ortaya konmayacaksa niye var ve yük değil
midir bulunduğu yere o duygular ve düşünceler? Filhakika bu analizin
derinliklerinde bile politika şeytanı varlığını hissettirmektedir. Dikkat et,
her şeyi söylemekte özgür değilsin diye fısıldamaktadır sessizce. Takarsanız
susarsınız, takmazsanız insanlık onurunuza sahip çıkar ve hakikati ortaya
koyarsınız. Büyük ve onurlu insanlık için tek yol vardır; kalpte ve kafada
devrim yapmak ve yalanın hükümranlığına yani politika şeytanının gizli
hükümranlığına nihayet verip, hakikatin hükümranlığını yani insanlığın açık hükümranlığını
hakim kılmaktır.
Politika şeytanının kurtarıcılığına inanmamak ve
dünya leşine talip olmamak insanlık hakkım ve hürriyetim midir? Kuşkusuz
öyledir. Ne inanmak, ne de talip olmak zorundayım. Şeytanın canı cehenneme, leş
peşine düşerekte illetleşemem. Çünkü vicdanımla yaşarım bendeniz ve vicdanımdan
başka hiçbir şey bilmem, anlamam, tanımam, vicdanımdan başka hiçbir şeye de
inanmam. Vicdanımı unutursam da bir dakika bile yaşayamam. Politika şeytanına
inanmak ve dünya leşine talip olmak gibi bir zorunluluğum olduğunu
varsaymıyorum. Zira böyle bir şeye ömrüm boyunca edindiğim tecrübelerden sonra
ulaştım. Kim bir şey diyebilir ki ve bir şey demek kimin haddine ki? Sana ne,
ona ne, buna ne, şuna ne? Hayat benim, kader benim, karar benim! Öyleyse böyle
inanmak ve inandığımı haykırmak hakkımdır ve hakkım olan haykırmayı gasp
ettirmem. Ettirmem, çünkü şerefsizlik yapmıyorum, ihanet etmiyorum. Ki, ihanet
nedir ki? İhanet ne zaman sadır olur ki? İhanetin kıstası nedir ki? Hangi
ihanet, kime göre ihanet? Bendenizle ihaneti konuşmaya cüret edecek tek bir
kafa göremem şu ruy-i zeminde. Münhasıran fikri hürriyetimi istimal ediyorum. Ki,
mutlak netlikte ifade etmediğime şükredilsin. Eğer buna engel olmaya yeltenip,
bir de ardından hakikatten bahsetmeye tevessül edilirse, işte orada basarım
küfrü, çünkü soytarılığı ve kahpeliği asla sevmem. Çünkü bu bilince yatarak,
uyuyarak, oynayarak erişmedim. Yüzbinlerce sayfayı gözlerim şişerek,
ciğerlerimi yakarak, gövdemi eriterek, kafamı patlatarak, düşünerek, gözleyerek,
hissederek ve daha da önemlisi hakikati bizatihi kaynağından öğrenerek eriştim.
Haddizatında hakikatte mağlup kendini galip sanır, işte bunun gibi politika
şeytanı da kendini galip görmekte ve insanlığı mağlup olmuşluk psikolojisine
sokmaktadır ve bu yoldan insanlığı umutsuzluğa gark eylemektedir. Zira
yaşamasının başka türlü mümkünü yoktur. Gerçek diye bildiklerimi izhar etmeyi
bir insanlık ödevi telakki ediyorum. Çünkü büyük ve kutsal bir vaade inanıyorum
ve o vaadin peşindeyim. Öyleyse o vaade
layık olabilmeliyim ki, o vaadi hak edebileyim. İnsanlık onurumu yerlerde
süründürerek yaşayamam. Çünkü alışmamışım öyle yaşamaya. Ne tek bir insanın
onurunu çiğnerim, ne de onurumu çiğnetirim tek bir insana, ki ne onurunu
çiğneten insandır ne de insandır, tek bir insanın onurunu onursuzca çiğnemeye
yeltenen. Bendeniz bu dünyaya şeytanca yaşamaya, leş peşinde koşmaya gelmedim.
Boş geldim, boş gideceğim. Ne bir şey getirdim gelirken, ne de bir şey
götürmeye güç yetirebilirim giderken. Öyleyse getirmediğim ve götüremeyeceğim
şeyin peşinden niçin koşayım ve niçin onurumu çiğneteyim? Niye geldiğimi de çok
iyi biliyorum ve nasıl gitmem icap ediyorsa öyle de gitmeliyim. Şeref sahibi
bir insanın diyeceği tek bir şey var mı?
Söyler misiniz bana, cesaretiniz varsa söylemeye?
Şu çürümüş ve kokuşmuş düzen, şu ahlaklı düşünen ama ahlaksızlığın çukurunda
debelenen insan görünümlü varlık, şu katledilmiş doğa, cehenneme dönmüş şu
yeryüzü, kirletilmiş deniz, çatlamış toprak, şu acımasızca işkence edilen
zavallı hayvanlar, şu aç gezen garipler, şerefsizce ve namussuzca katledilen şu
aciz kadınlar, şu kemiği derisinin üstüne çıkmış mustazaflar, bilinci çalınmış
ve cehaletin karanlığına bırakılmış ve yoksullaştırılarak zincirlenmiş ve
üstüne üstlük kula kul edilmiş şu zavallı insanlık, güçsüz düşürülmüş ve hakkı
gasp edilmiş şu gariban, hakları vahşice talan edilen şu yetimler, vandalca
yağmalanan kaynaklar, utanmazca sömürülen kutsal emekler, teraküm etmekten
başka hiçbir şey bilmeyen şu ruhsuz komprador pezevenkler kimin eseridir kimin?
Kim söylemeye cüret edebilir cevabını bu sorunun? Hepsi politika şeytanının
eseridir ve dünya leşine tapıncın neticesidir. Gerçeği haykırana değil,
haykırılan gerçeğe bizatihi ve sarahaten muhatap olan kendimize kızalım. Haddimizi
bilelim ve insan olalım biraz, utanalım insan olmaklığımızdan, ne kadar
kaldıysa utancımız insanlığımızdan. Ölürken insan olmak ne işe yarar? Çünkü o
anda tüm gövdemizi tarifsiz bir korku sarar. Ki, korkumuz olmasa imanımız da
olmazdı zaten ve korkudan doğan iman ne kadar imandır? Hayvan değiliz biz!
Merhametimiz vardır, sevgimiz vardır, hislerimiz vardır, düşlerimiz vardır,
ödevimiz vardır bizim ve bizim onurumuz vardır; hiçbir zaman, hiçbir yerde,
hiçbir şekilde, hiçbir kimseye çiğnetmeyeceğimiz. Biz insan doğduk, insan olduk
ve insanca ölmeliyiz ve hesabımızı insanlık onuruna sahip çıkmış biri olarak
vermeliyiz. Her şeyin yaşanıp ve unutulup gideceğini sanıyoruz galiba? Böylece
hesapsız kitapsız yaşıyoruz. Oysa mutlaka bir hesap vakti vardır ve and olsun o
gün gelecektir! O gün öyle bir hesap sorulacaktır ki, insanlık varoluşundan
bugüne değin öyle bir hesaplaşmayla karşılaşmış olamayacaktır. Öyleyse yanmadan
yanalım ki, küllerimizden doğuşumuz muhteşem olsun!