Bildiğim kadarıyla Epiktotes olmalı; köle, düşüncesini söyleyemez der. Geçelim! Eğer olgular öz mahiyetlerinden saptırılmışsa ve farklı anlamlar hamledilmişse olgulara ve o olgular kazandıkları yeni boyutlarıyla insani ve toplumsal bilinci dumura uğratmışsa, nihayetinde cehaleti, gafleti, zilleti, dalaleti, hıyaneti ve köleliği tevlit ederler. Bu durumda, toplumsal insicamı nakzeder ve olayların şirazesinden çıkmasına sebep olur. Çünkü ortaya kavram kargaşası çıkar ve herkes kendi bilgisi kadar kavramlara anlam yükler, yüklediği anlama göre eylem ortaya koymaya çalışır, bu da ortak aklı ifsad eder, nihayetinde de toplumsal bir kaos baş gösterir. Tıpkı bir dinin bin din olduğu gibi. Mesela; köleliği biz tahrip ve tahrif ederek ve üstelikte hakikat yönünü örterek zamana uydurmuş ve zaman boyutunda kesbetmiş anlamıyla insanlığı köleleştirmişsek ve farklı bir şekilde tanımlamışsak, burada köleliği kaldırmış olmayız, münhasıran kelime oyunu yapmış ve insanların farkındalıklarını katlederek onları aldatmış oluruz. Mahiyette değişen bir şey olmaz ama kalıp değişmiştir. Birisi çok kaba olduğu için itici gelir ve iğreti durur, diğeri ise ince olduğu için cezbedici olur ve gayette şık durur. Ve biz kaba olanı reddederken ve köle olmayız, köle değiliz derken, haddizatında ince olanı kabul ettiğimiz, fakat bu meyanda köleliği reddettiğimiz için köle olmadığımız algısına kapılırız ve kölelikten kurtulmuş sayarız kendimizi. Oysa böyle bir şey kabil değildir. İnsanın zihninin, kalbinin, uyanıklığının ve bilincinin insicamının bozulması ve içeriğinin boşaltılması, algı yanılmasına neden olur, bu da anlama bozukluğunu tevlit eder. Nihayet insan yoldan çıkar ve sapar, böylece de kendisine sunulan her şeyi sorgusuz, sualsiz tolere eder, çünkü o bir köledir. İnsanın en büyük zaaflarından ve acziyetlerinden birisi de, kendisi için planlanan yaşamın farkında olamamasıdır, dolayısıyla kendisi olamaması ve kendi yaşamını yaşayamamasıdır. İşte burada zamana uygun kölelik tüm çıplaklığı ile tezahür eder ama anlayamadığımız ve olayın bilincinde olmadığımız için durumun farkında olmayız. Olguları öz mahiyetlerine göre algıladığımız, anladığımız an özgürlüğe doğru en büyük ve sağlam adımı atmış oluruz ve kurtuluş için sahici eylemler ortaya koyarız ve işte o zaman insan, dünya, hayat çok güzel olacak!
Türkiye de, hatta belli bir ölçüde dünyada, en büyük suç, hakikati söyleme suçudur, itiraf ediniz der Sezai Karakoç ve gerçekten efsane bir söz söyler ve saf hakikati ortaya koyar en canlı, kanlı haliyle. Eğer yanlış söylemişse doğrusu ne ve buyurun yüreğiniz yetiyorsa hakikati söyleyin en saf haliyle bu dünyada. Geçelim! Bu dünyayı öyle zalim, öyle acımasız ve öyle gizli bir el yönetiyor ve yönlendiriyor ki, kendi düzeniyle Tanrı’nın düzenine meydan okuyor ve nasıl oluyorsa oluyor tesis ettiği düzenin idamesini sağlıyor. Kozmosun egemen olduğunu sandığımız dünyada öyle kaotik bir durum var ki farkında bile olmuyoruz, çünkü böyle olması isteniyor. O kadar cahilleştirilmiş, alıklaştırılmış, bönleştirilmiş ve mankurtlaştırılmışız ki, hiçbir şeyin farkına varamıyoruz, gözümüzün önündekini göremiyoruz, kulağımıza gelen sesi algılayamıyoruz, karşımızda ölen canlıyı hissedemiyoruz, hiçbir şeyi ihsas edemiyoruz. İstediği gibi yönetiyor ve yönlendiriyor dünyayı ve insanlığı, bu gizli el. Tek bir pencereden tüm insanlığı izliyor ve korkutuyor. Kimseyi korumadığı kadar kendisini ve kendi varlığına omuz verenleri koruyor. Her şeyi, herkesi, her mekanizmayı kendi emrinde çalıştırıyor ama onun varlığı için çalışanlar bunun farkında bile değil, farkında olanlarda birkaç kemik uğruna susuyorlar, çünkü yapılacak şeyleri yapmanın konforlarını bozacağını, huzurlarını kaçıracağını ve hatta canlarına mal olacağını çok iyi biliyorlar ve bu sebeple böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorlar. Politikacıları bu el tutuyor, aktörleri bu el tutuyor, akademisyenleri bu el tutuyor, sanatçıları bu el tutuyor, ideolojileri bu el tutuyor, terörizmi bu el tutuyor, aydınları, gazetecileri, yazarları bu el tutuyor, hatta mafyanın çarkları bu elin düzeni için dönüyor. Kimlikleri parlatıp söndüren, dini tahrif ve tahrip edip bir dinden bin din çıkaran ve insanlığı tuğyana ve sapkınlığa yönlendiren bu eldir. Devletleri bu el yönetiyor. Milletleri savaştırıp barıştıran, silahları paylaştıran, bankaları kapitalle dolduran, coğrafyaları değiştiren bu eldir. Kimlikleri ve dinleri ranta çeviren bu eldir. İnsanları kimlikleriyle, inanç şekilleriyle yargılayarak faşizmi körüklüyor, birliği, bütünlüğü bozuyor, birbirine düşman ediyor ve buradan yine kendisine varlık kazanıyor. Terle, kanla, yaşla, emekle elde edilen kazançlar bu elin havuzuna akıyor. Ve insanlar bir robot gibi yaşıyorlar ama yaşadıklarını sanıyorlar, üç kuruş için canları çıkarcasına çalışıyorlar ama kazandıkları hiçbir şey olmuyor. Yorgun düşüp yatıyorlar, dinlenmiş gibi hissedip kalkıyorlar ve işe gidiyorlar, böylece yeknesak bir hayat yaşıyorlar yaşayamadan. Bu yüzden hakikat çok kötü, yalan çok iyi sunuluyor, savunuluyor ve bunu yapanlar ne yaptıklarını çok iyi bilerek yapıyorlar. Hakikatin savunusu hakikate düşman, yalanın savunusu yalana dost kazandırıyor. Bu elin düzeninin muazzam şekilde işleyen çarkları yüzünden okudukça cahilleşiyoruz, çalıştıkça fakirleşiyoruz, medenileştiğimizi düşünüyoruz barbarlaştıkça ve öldürüyoruz barış türküleri terennüm ederken. İnsanları öyle sistemli, planlı ve disiplinli olarak cahilleştiriyor ki istediği gibi ürettiği yalanlara inandırabiliyor, istediği gibi sürüleştirip güdebiliyor. İnsanlık elbette bu kumpastan nasıl kurtulacağını bilemiyor ve gerçekten çok karmaşık bir durum olduğu içinde bir çıkış yolu bulamıyor. Fakat bu da yine insanların cehaletinden kaynaklanıyor. Çünkü okumuyorlar, düşünmüyorlar, hissetmiyorlar, anlamıyorlar. Ezilenlere, sömürülenlere, haklıyken haksız olanlara, suçsuz olduğu halde cezalandırılanlara şahit oluyoruz her diam ve hepsi bu el yüzünden. Dinini namusluca yaşayanlar, emrolunduğu gibi dosdoğru olanlar, kimliklerini en ideal şekilde temsil edenler hep kaybediyorlar, kazandıklarına hiçbir zaman şahit olunmamıştır, çünkü düzenin köşelerini tutan bu eldir. Eğer hedefine ulaşırsa, alçaklık ve namussuzluk alkışlanıyor ama şayet olurda başarısız olursa ve hedefi tutturamazsa acımasızca tecziye ediliyor; malı en güzel şekilde götüren, rantı en iyi yiyen taltif ediliyor, bunu yapamayan ise acımasızca acılardan acılara sürgün ediliyor. İşte bu temellerde varlığının idamesini temin ediyor bu vahşi, acımasız, zalim ve gizli el. Barış türküsünü terennüm ettiriyor ama şiddeti kılıfına uyduruyor, sevmeyi öğütlüyor ama sevdiğini tüketerek ve yok ederek hayatta kalmanı dikte ediyor zımnen. Yoksulları beslemeyi söylüyor ama her türlü nimetle lebalep zengin topraklar üzerinde niye yoksulluğun olduğunu sordurmuyor. Bizim, açları doyuran, çıplakları giydiren, suçlu ile suçsuzu ayıran, yetim hakkı yiyeni yakan, kul hakkına tasallut edeni kutsal yasaları ile yargılayan, zalim ile mazlumu bildiren, çarkları namuslu insanların lehine döndüren, hakikati parlatıp yalanı söndüren, cehaleti yok edip aydınlığı getiren, bidati öldürüp aklı dirilten, insanlığı kendine getiren ve insanlığı değiştirerek bu değişimle büyük insanlık devrimini tetikleyerek insanlığın dünyayı değiştirmesine öncülük eden dine ve o dinin adaletine ihtiyacımız vardır. Bizim kof laflara, kuru masallara, boş cerbezelere, sahte nutuklara ihtiyacımız yoktur; bizim samimi, dürüst, namuslu ve ahlak temelinde istikametini bulan, adaletle güçlenen ve insanlığın solgun ve acı akan yüzünün tebessümüyle neticelenen eyleme ihtiyacımız vardır. Bizim; insanın, hayatın, dünyanın ve her şeyin çok güzel olmasına ihtiyacımız vardır ilk evvelde.
Haddizatında biz insanı çözsek ama gerçekten çözsek çok şeyi de çözeceğiz ve çok şey çözüldüğü için hayatımızı da kurtarmış olacağız. Çünkü çözülen insanla, zincirleme olarak her şey spontane çözülecektir. Zira diğerlerini tanımlamamız ve tanımlamalarımıza göre kendimizi konumlandırmamız buna bağlı. Ve insan olarak varoluşumuz ve varlığımızın idamesini gerçekleştirmeye tevessül edişimiz de tanımlamalarımıza ve konumlanmamıza göre olacaktır. Nihayetinde de, esaretin kalesini yıkmış ve özgürlük ve bağımsızlık bayrağını burçlara yükseltmiş bir savaşçı olabileceğiz ve artık hiçbir sömürünün basit bir nesnesi olmayacağız. Olgular bizi sürüleştirmek ve sömürmek için kullanılamayacak. Kölelikten kurtulup ilk varoluşla varolduğumuz gibi insan olacağız. Her türlü kof lakırdıya inanan şakalar olarak hayatın içinde bitmeyeceğiz ve komik duruma düşmeyeceğiz. Ki, sair insanları geçelim, yine insan olan kendimizi çözsek kâfi. İnsan, basit ama devasa bir muamma. Gerçekten kaotik ve çelişik bir varlık, her duyumsayışınızda, her düşünüşünüzde, her müşahedenizde ürperiyor ve şok oluyorsunuz. Göklerden ayrı ama yere bitişik. Sonluluğu içinde sonsuzluğu barındırıyor. Her şeyiyle şok eden, acayip, garip bir şey. Belirlenik yasalara tabi olan ya da yasaları belirlenmiş ve değişmesi kabil olmayan doğayla bütünleşik gibi. Gibi değil haddizatında tam da öyle. Çünkü yerden bağımsızlaşması muhal. Belki insan olarak varolmasının bir nedenidir bu. Zira her şeyini kendisi yapması gerekiyor ya, kendi emeğiyle bir şeyler yapacak ve öylece varlığını idame ettirecek ya, bu sebeple doğayla temasta bulunması icap ediyor. Çünkü üretmek zorunda, ki tüketebilsin. Doğayla temasa geçebilsin, ki üretebilsin. Üretebilsin, ki ürettiğini tüketerek varolabilsin. Zira o; doğaya salınmış biri değil, göklerde uçan kuşta değil, kendi iradesi dışında varoluş koşulları belirlenmiş ve belirlenmiş o koşulara göre varolan bitki de değil. Tamam belirlenmiş yasalara bağlı ama varoluşunun idamesi spontane değil, kendi iradesine bağlı. İnsanın kafasını karıştıran belki de bu belirlenimlik durumu. Çünkü insan, doğanın yasalarının belirlenik olduğunu idrak edemese de, anlayamasa da, çendan farkında ve algılayabiliyor gibi.