İnsan münhasıran kendini düşünen ve
kendi varlığının idamesi yönünde hareket eden birazda egoist bir varlık. Bu
yüzden de bütüne matuf çözümler üretemiyor ve kurtuluş ışığı olup karanlığı
aydınlatamıyor. Böylece teker teker yok olup gidiyor. Vermektense almayı tercih
ediyor ama alıyorum sanıyorken haddizatında veriyor ve münhasıran alma
sevdasında olduğu için alarak azaldığının ama vererek çoğalacağının farkına
varamıyor. Oysa insan, filhakika tüm insanlarla bütünleşik bir varlığa maliktir
ve insanlığın kurtuluşu bu bütünleşik durumunun fevkine varmasıyla ve bütün
için çabalayıp, bütünle paylaşımlarda bulunmasıyla kabil-i mümkün olacaktır.
Kuşkusuz insan, kendi mevcudiyetini muhafaza etmek ve muhafaza ettiği
mevcudiyetinin idamesini de sağlamak ister ama birleşik ve bütünleşik olduğu
insanlıktan bağımsız olarak bunu gerçekleştirmesi nasıl kabil olabilir ki?
Belki de insanlığın en kadim, en ince ve detaylarda gizlenmiş bir sorunudur bu.
Tabi sorunu algılayıp, anlayabilmek bir çabayı iktiza eder. Kim bilir, belki
insan olarak varolmak gibi bir derdimiz de olmayabilir! Ki, gayet tabidir bu;
zira kimileri köleliği ruhlarında sindirmişlerdir, kimileri de ruhlarıyla
köleliğe başkaldırmışlardır, öyleyse köleliği sindirenlerden böyle bir varoluş
çabasını yani köleliğe başkaldıranların göstermiş oldukları çabayı beklemek
beyhudedir, hatta o ruha zulümdür. İnsan, ihtiyaç duyandır ve isteyendir. Bu
şekilde varolabilir zira. Çünkü o, ontolojik olarak ihtiyaçtan ve istemekten
arî değildir. O, varolmak için var etmek zorundadır, zira varlığı kendi varlığı
dışındaki varlıklara merbuttur. Elbette insana, kendi kendisini var eden bir
varlık olarak bakamayız. Öyle olsaydı ne ihtiyacı olurdu, ne de isterdi. Ama
son nefesine kadar ihtiyaç duyacak ve isteyecektir. Bu durumda insanın
varlığının başka varlıklara muhtaç olduğunun delaletidir ve insanın kendisiyle
birlikte diğer varlıkların da varolmaları için çaba göstermesi gerektiğinin
olmazsa olmaz önkoşuludur. Çünkü kurtuluş birliktedir, yok oluş tekliktedir.
İnsan ne gariptir! Evet, sonludur ama
uçsuz ve dipsiz bir sonsuzluğunda öznesidir. Ya da özünde uçsuz ve dipsiz bir
sonsuzluğu barındırandır. Amma velakin gider sonluluğunun girdaplarında
kaybolur da sonsuzluğunun özgürlüğüne, dolaysıyla bitevi sürdürmek için kavga
verdiği mevcudiyetine ve o mevcudiyetinin özgürce varoluşuna darbe vurur.
Böylece de varolabilecekken yok olmayı tercih eder ve yaptığı tercihle kaderini
tayin eder. İnsan, bugün tamamen maddi doğasının üzerine hasretmektedir
varlığını ama maddi varlığının idamesinin manevi doğasının üzerine varlığını
hasretmesine merbut olduğunu idrak edemez. Oysa insan maddi doğasına kendisini
adadıkça ve bu yönde emek sarf ettikçe yabancılaşmakta ve yalnızlaşmaktadır ve
bu yabancılaşma ve yalnızlaşma insanın yok oluşunu intaç etmektedir. Zira bu
yönde ki çaba kendi kendisini var kılma çabasıdır. Oysaki insan, var ettikçe
var kalır. Çünkü insan, insan tekinin varlığıyla var kalmakta değil, tüm
insanlığın bir bütün halinde varolmasıyla var kalmaktadır. Tüm insanlıkta,
insan teklerinin bütünleşik varolma mücadelesiyle varlığını sürdürmektedir.
Çünkü her bir insan teki hem etkilenen hem de etkileyen bir öze sahiptirler ve
zaten böyle bir öz sayesinde yaşamın sürdürülmesi mümkün olabilmektedir. İnsan,
maddi ve manevi boyutlardan müteşekkil bir yapıya malik olduğu içindir ki ya da
böyle bir yapı üzerinde var kılındığı içindir ki, bütünün parçası olma
özelliğini taşımaktadır, ne kadar da bütün içinde teklik halinde bulunsa da.
Ama bu tekliği onu hiçbir zaman mutlak bağımsız kılmaz, illa ki diğerleriyle
ilintilendirir ve bundan da kurtulması muhaldir. Bu sebeple de, insan bütünden
koparılmak ve yok edilmek istenmektedir. İnsan teki de böyle bir şeye teşnedir
maalesef. Zaten bu yüzden bir türlü kurtulamamaktadır ya!
İnsan, üzerinde bulunduğu ve
kendisiyle tabir caizse bitişik olduğu doğada yer kaplayan, hem hareket eden
hem de bir yönüyle edilgen olan bir gövdeye ve aynı zamanda da düşün ve anlam
gücünü kendisine bahşeden bir ruha malik olan varlıktır. Bu yönüyle de tabir
caizse Tanrı’nın niteliklerini taşıyan bir görüngüdür. Yani haddizatında insan
çok özel bir yapıya, öze, konuma sahiptir ama bu sahipliklerine mukabil
yeryüzünde sefil bir halde yaşamaktadır. Bir kukla, bir robot, bir oyuncak gibi
kullanılan nesne konumundadır. Çünkü ne gövdesel meziyetlerini ne de ruhsal
meziyetlerini bihakkın kullanabilmektedir. Zira o körü körüne inanmayı tercih
etmektedir, neye, niçin, nasıl inandığını ve inanacağını anlama çabası içine
girmeden. Bu da onun düşmesine ve ayaklar altında çiğnenmesine sebep olmaktadır.
Oysa o gerçek mahiyetini idrak etmiş olsaydı, çok farklı bir konumda olurdu ve
insan gibi yaşama yolunu seçerdi, böyle yaptığı içinde kimse onu düşürmeye ve
çiğnemeye cüret edemezdi. İnsan ne kendini tanıyor, ne doğayı biliyor ne de
Tanrı’yı anlıyor. Zifiri bir karanlığın içinde yaşıyor. Hem kendini, hem
dışında ki dünyayı tanıması gereken insan, tanımadan, bilmeden, anlamadan
yaşayıp gidiyor cehaletin karanlığında, sekterliğin kıskacında, korku
dağlarının altında. Münhasıran aldatıyor ve aldanarak yaşıyor, sahip olmak
derdiyle yanıyor ama sahip olmaya çalıştıkça sahip olmak istediği şeylerin
kendisine sahip olduğunu idrak edemiyor. Olgular, kendisinin varlığı için değil
olguları kullanarak kendisini aldatanlarının varlığı için kullanılıyor ama anlama
yetisinden mahrum olduğu için bunu anlayamıyor. Çünkü insan hakikati öğrenmek,
bilmek, tanımak, anlamak istemiyor, bu umurunda bile değil insanın. O rahatının
bozulmaması teminatıyla, kandırılmayı benimsiyor ve bundan haz alıyor.
İhtiyaçları temin edildiği, istedikleri muayyen ölçüde verildiği müddetçe
yatmaya, uyumaya ve köle olmaya razı oluyor.
İnsanı dünyaya sımsıkı bağlayan ve bu
bağlılıkla kendisine kendisini unutturarak yaşatan nedir acaba? Gerçekten merak
ediyor insan. Zira bunun nasıl mümkün olabildiği, böyle bir şeyin kökünde neyin
olabileceği insanın merakını celbediyor. Tamam, elbette muayyen cevaplar
bulunabiliyor ama yine de hayretler içerisinde kalmanı engelleyemiyor bulunan
cevaplar. Çünkü dünyayı kendine cennet yapma imkânı varken, dünyayı kendine
cennet yapanların sahte vaatlerine aldanıyor ve onlar tabir caizse cennette
yaşarlarken kendisi cehennemde yaşıyor ama yine de kımıldamıyor. Hakikati
arayıp, bulup, anlayıp yaşama yolunu seçmek varken, hakikati umursamıyor bile.
Sürünerek varlığını sürdürme yolunu seçiyor, direnerek varolmak gibi yüce bir
yolda yürüyeceğine. Diğerkâm olacağına, egoist olmayı tercih ediyor ve böyle
oldukça da tükenmekten, nihayetinde de tedricen yok olmaktan kurtulamıyor.
Kendisini şerefli olarak halkedilen bir insan gibi görmeyi arzulamıyor da, bir
hayvan gibi konumlandırmayı hatta böyle bir konuma indirgenilmeyi tercih
edebiliyor. Çünkü kendi iradesiyle varolma yolunu seçmiyor, başkalarının
lütuflarıyla kendisine varlık bahşedilmesini ve her türlü ihtiyaçlarının başkalarınca
karşılanmasını arzuluyor, buna mukabil onların kölesi olmayı benimseyebiliyor.
Aklını iptal ediyor, gövdesini kımıldatmıyor, ruhunun farkında bile olmuyor.
Peki, böyle yapan biri, nasıl olupta kendi özgür iradesiyle varolma yolunu
seçebilir ve varolma savaşı verebilir. Çünkü böyle yapabilmesi için insan
olduğunu bilmesi, insan gibi yaşaması ve insanca savaşması iktiza eder. Bunu
yapmadığına göre o zaman bizim çıkarımımız isabet kesbetmektedir. Tüm varlık
âlemi kendisine hizmetkâr olarak halkedilmişken, o kendisini tüm varlık
âleminin hizmetkârı derekesine düşürüyor. Şeylerin egemenliğinde yaşayan ve
şeylerin sunduğu rahatlık ve konfor mukabilinde onlara tapan sefil bir mahlûk
seviyesine indirgiyor. Oysa o, tüm varlıklardan farklı olarak hayatları
etkileyen ve hayatlarca etkilenen biridir. Ama ne acıdır ki, bu yönlerine karşı
yabancı ve cahil bir varlıktır. Aksi takdirde bu bilincin ve farkındalığın bir
izdüşümü olmalıydı kendi hayatı üzerinde.
Nedir bu yaşam dediğimiz şey? Her bir
gün mü, günlerin toplamından oluşan bütün mü, zamanın kendisi mi? İnsanın
özünde mi yoksa dışında mı? Nasıl yaşanır? O mu bize dokunur, biz mi ona
dokunuruz? Dokunulabildiğinde mi yaşam olur? Nasıl dokunur bize ve biz nasıl
dokunuruz ona? Ne olursa yaşamış oluruz, ne olmazsa yaşamış sayılmayız? O mu
bizi yaşar, biz mi onu yaşarız? Yaşayabildiğimiz kadar mı vardır, yaşamadığımız
kadarı da var mıdır? Biz mi ona bir şeyler veririz, o mu bizden bir şeyler alır
ya da bizim verdiklerimizi bize geri mi verir? Bir anda varolup süreç
içerisinde tükenip gitmek midir ve tükenmek midir yaşam? Yoksa belirsizliklerle
başlayıp biten bir şey midir? Yabancısı olduğumuz ya da bize yabancı olan ve
bizi karanlığın ortasına bırakıveren bir şey midir? Bir hiç midir ya da ve
bizim hep yapmaya çalıştığımız ve bir tülü yapamadığımız bir şey midir yahut
bizi de hiçleştirmeye çalışan bir tuzak mıdır? O mu bize anlam katar, biz mi
onu anlamlandırırız? İşte yaşıyoruz dediğimiz bir an mı vardır yoksa
yaşadığımız bir anlık bile zaman yoktur da, biz yaşadığımızı mı sanıyoruz?
Nedir bu yaşamak gerçekten? Canlı olmak yaşamak mıdır ya da yaşamak canlı olmak
mıdır? Bu hayatta az bulunup çok yaşamak mı, bu hayatta çok bulunup az yaşamak
mı ya da böyle bir şey mi vardır, mümkün müdür? Neye göre, kime göre, nasıl,
niçin? Gerçekten yaşamak diye bir şey varsa, var olan o yaşamak nasıl yaşanırsa
gerçekten yaşamak olur? Yaşamın bir ölçüsü mü vardır? Ya da yaşam çalınabilen
bir şey midir? Kim, nasıl çalar? Biz onu nasıl çaldırırız? Niçin çalınır? Geri
alabilir miyiz, nasıl alabiliriz, kimden alacağız? Bir yaşamak varsa, biz nasıl
yaşıyoruz, gerçekten yaşıyor muyuz? Yaşamıyorsak ya da yaşıyorsak, bunu nasıl
bilebiliriz? Kimler yaşamış sayılırlar? Yaşamak sahip olunan bir maddedir de,
ne kadar sahip olursak o kadar mı yaşarız yoksa o maddelerle varolan, anlam
kazanan ve yaşanan bir şey midir? Nasıl yaşanırsa yaşanmış sayılır? Nasıl
yaşanmaz ve yaşanmadığı nasıl bilinir, kim bilir? Birileri bilir mi gerçekten?
O zaman değişik yaşamaklar mı olmaktadır? Ya da birileri bilmektedir de,
bilmeyenlerde mi vardır? Neyle yaşanır, ne olmazsa yaşanmamış sayılır? Yaşamak
şeylerin toplamı mıdır yoksa şeylerin bir anlık varolup yok olmalarıyla görünen
ve kaybolan bir şey midir? Eğer yaşamak bilinebilir, belirlenebilir,
ölçülebilir bir şeyse, yaşayanlar ve yaşamayanlar kimlerdir? Yaşayanlar nasıl
yaşayabilmektedirler, yaşayamayanlar niye yaşayamamaktadırlar? Yaşayabilenlere
kim vermektedir? Yaşayamayanlardan kim çalmaktadır? Yaşamak verilebilir,
alınabilir bir şey midir? Veren ve alan kimdir? Niçin vermektedir, niçin
almaktadır? Yaşamak bir zorunluluk mudur? Yaşamak bize göre değişen bir şey mi
yoksa bizi değiştiren bir şey mi? İyi yaşamak ya da kötü yaşamak diye bir şey
var mıdır? Kime göre, neye göre, nasıl ve niçin? Yaşam yaşatılan ya da
yaşatılmayan bir şey midir? Eğer yaşatılan bir şeyse bu nasıl olmaktadır ve
hissedilip, bilinebilir mi? Yaşamamak nasıl anlaşılır, bu nasıl hissedilip,
bilinebilir ve yaşatmayan kimdir, yaşatmayanı sevebilir miyim ya da herhangi
bir olgu için yaşatılmıyorsam, o olguya gönülden bir bağlılık ve sevgi
duyabilir miyim? Kim suçludur, niçin suçludur, nasıl suçludur, neye göre
suçludur? Yaşayamayan mı suçludur, yaşatmayan mı? Kendilerine göre yaşamayınca
yaşatmamakla tehdit edenlere göre ve onları mı yaşamak yoksa kendine göre ve
kendini mi yaşamak yahut nasıl yaşamak? ...
İnsan ilk doğasına geri dönmeli ve
kendisine iliştirilen her türlü doğayı reddetmeli ve döndüğü ilk doğasından
ileriye yeniden bakmalı. Zira ancak o zaman bir şeylerin farkına varabilir ve
farkına vardığı zaman bir şeyler yapabilir. Çünkü insanın bilinci çalınmıştır
ve bilincine yeniden kavuşamaması için onu bilincine kavuşturacak her şey
yasaklanmıştır ve bilincini öldürecek her şey serbest bırakılmıştır. Böyle
olunca da kulluk toprağı kirlenmiş ve toplum tarlası her türlü kötülükle
dolmuştur. Namussuzlar, sahtekârlar, yalancılar, kötüler, caniler, alçaklar,
egoistler, hedonistler, sömürgenler her yeri işgal etmişlerdir. Ta ki ruh
toprağını ve beyin göklerini dâhil. İşte bu yüzden, paylaşımcı, güzel, huzurlu,
mutlu, adil, ahlaklı, hülasa; insanca yaşam ortadan kalkmıştır. Olgular
mahiyetlerine mütenasip olaylaşmamaya başlamış ve birer sömürü aracı derekesine
düşürülmüşlerdir. Olguların düştüğü yerde insanın da düşmesi mukadder olmuştur.
Birisi bir şeyi ele geçirdiği zaman, onu herkes namına herkes için kullanmayı
düşünmemiş, münhasıran kendisi için kullanmayı düşündüğü için toplumda
paradokslar tezahür etmeye ve kaoslar baş göstermeye başlamıştır. Zira herkes
münhasıran egemen olmaya ve insanlık üzerinde egemenlik kurmaya çalışmıştır.
Kimse, herkes birlikte gülsün, birlikte ağlasın, birlikte çalışsın, birlikte
üretsin, birlikte tüketsin ve huzurlu, mutlu şekilde yaşasın gitsin dememiştir.
Böyle olunca da her şey şirazesinden çıkmış ve artık insanca yaşamın ne anlamı,
ne de imkânı kalmıştır. İnsanlar, birilerinin peşine takılıp sürüklenip
gitmişlerdir. Ve insanca yaşamak nedir, ne değildir asla umursamamışlardır.
Hiçbir kimse de bir daha bu gidişi geri döndürmeyi denememiş ve sessizce tesis
edilen müesses düzeni iyileştirmeye çalışmamıştır. Çünkü herkes sahip olmaya
çalışmış, sahip olmanın bir şekilde yolunu bulmuş, sahip olduğunda da her şeyi
sahiplenmeye yeltenmiştir. Asla herkes mutlu olsun, herkes gülsün, herkes
yaşamdan payını alsın, herkes bir diğerini yaşatmak için yaşasın ve yaşattığı
kadar yaşayacağının bilincine varsın denmemiştir. İnsanlığı yüceltmek ve
yükseltmek derdinde olmamıştır hiçbir kimse. Birileri ürettikleri dini
kullanmışlar, birileri kavmi kimliklerini kullanmışlar, birileri mezheplerinin
ve cemaatlerinin peşlerine takılmışlar, birileri bir kişiyi ilah edinip ona
kulluğa soyunmuşlar, birileri yanlış temellerde tesis edilen mekanizmaları
yüceltmişler ve insanları yücelttikleri bu şeyler uğruna kurban etmişlerdir.
Kendileri yükseldikçe, insan ve insanlık alçalmaktan kurtulamamıştır.
İnsanın bu dünyadaki varlığının anlamı
nedir, insan nasıl insan olur? Acıları çoğaltıp sevinçleri azaltmak mı yoksa
sevinçleri çoğaltıp acıları azaltmak mıdır insanın var olmasının anlamı?
Acıları niye çoğaltır, sevinçleri niye azaltır, niçin yapar bunu, ne adına
yapar? Oysa insan merhamet ettikçe yaşar, acıları hissedip acılara merhem
oldukça yaşar, düşeni kaldırdıkça yaşar, düşenin üzerine kendisi de basarak
değil, az olan acıları çoğaltarak ve çok olan sevinçleri azaltarak değil. İnsan
zalim olmak için gelmemiştir dünya, adaleti egemen kılmak için gelmiştir.
Öyleyse adaletin savaşcısı olanı niçin tecziye etmekten geri durmayız da, tüm
insanlığı güldürecek olan adaleti öldürürüz? Niçin her şeyin çok güzel olması
için tek bir adım atmaktan imtina ederiz? Ve yaşatarak yaşar insan, yaşattıkça
yaşama sevincini duyumsar. Köleleştirdikçe değil özgürleştirdikçe yaşar insan.
Çünkü kölelikte yaşamak yoktur, yaşamak özgürlüktedir ve özgür olan yaşama
anlam ve sevinç katar. Zira insan tekliğinde çokluğu, çokluğunda tekliği gerçek
anlamıyla yaşar. Paylaşarak çoğalma yolunu seçerek yaşar, az olsun benim olsun
diyerek yaşayamaz. Herkes gülsün diye yaşar, herkesi ağlatmak için yaşayamaz.
Ne aldanmak ne de aldatmak için yaşar, bilakis herkes hakikati bilsin ve
hakikate göre insanca bir dünya kursun diye yaşar. Beni yaşatsın diye olguları
istediği gibi anlamlandıramaz, hakikati yalanla örtemez. Kendine tevdi edilen
beytülmalı inhisarına geçirerek yaşayamaz, herkes namına kullanarak yaşar.
Bilakis olguları herkes lehine kullanır ve yalanların karanlığını hakikatin
parıltısıyla aydınlatmak için yaşar. Herkese sahip olmayı düşünerek değil,
herkesin insanca yaşamaya hakkı olduğunu düşünerek yaşar. Kendi dar
penceresinden hayata bakıp hayatı yorumlamak değildir insanın varlığının anlamı
ve böyle de insan olamaz. Evrensel bakış açısına sahip olarak ve nesnel
temellerde hayatı izah ederek yaşar ve böyle bir yaşam neticesinde insan
olmaklığın tadına varır. Sahip olarak değil, sahiplendirerek ve
sahiplendirdikçe sahiplendiğini hissederek yaşar. Her mekanizmayı, insanı
yaşatacak şekilde kurgular ve o yönde işlevsel kılar. İnsandan yaşama sevincini
çalacak ve insana insanlığını unutturacak şekilde kurgulayıp o yönde
işlevsellik kazandıramaz. İnsanların yaşadığını gördükçe sevinç ve mutluluk
hissetmek için yaşar, insanların acı dolu yaşamlarını zevkle izlemek için
yaşayamaz. İnsan sadece insanlık için yaşar, dışsal olgular için yaşayamaz ve
dışsal olguların varlığı için insanı yok ederek yaşayamaz.
Bu dünyada insan dâhil tahrifata ve
tahribata uğramayan hiçbir şey yoktur. İnanmayın aksi yöndeki söylemlere. Ve
inanmayın iri laflara. Ve inanmayın yine arkalarında hakikati gizleyen kallavi
söylemlere, bilinmez kavramlara, kof yorumlara. Bu şekilde kurbanlar oluyor,
köleleşiyor ve sömürülüyorsunuz. Kendinizi yaşatmak için değil, sizden
yaşamınızı çalanlar ve yaşamınızın çalınması için suiistimal edilen şeyler ve
olgular için yaşıyorsunuz. Oysa ilk evvelde yaşaması gereken sizlersiniz, çünkü
her şey sizinle yaşar ve hiçbir şey sizsiz yaşayamaz ve mutlak kutsal olan
insanın ta kendisidir. İnsanlık aldatılmaktadır, yemin ediyorum insanlık
aldatılmaktadır ve yalanlarla uyutulmaktadır. Uyanın ey insançocukları! Bakınız
hakikat size gülümsüyor, sizde yüzünüzü ona dönün ve gülümseyin ona,
aydınlandığınızı ve yaşamın içine çekildiğinizi göreceksiniz. Her şeyin çok
güzel olacağına inanacaksınız tek bir eyleminizle. Çünkü hiçbir şey öz
mahiyetine mütenasip şekilde hayatın içinde yer almamaktadır. Her şey insanın
nasıl sömürülebileceği ve köleleştirilebileceği üzerine kurgulanmıştır. Bu
yüzden hiçbir şeyi görünen yüzüyle ele alıp, hayatı şeylerin ve olguların
görünen yüzüyle yorumlayıp, ona göre karar verip, yaşamsal tercihlerde
bulunamayız. Tarihsel süreç içerisinde kendimiz dâhil, bozmadığımız hiçbir şey
kalmamıştır. Ve bozulan şeyleri inhisarlarımıza almış, kendi kafalarımıza göre
yorumlamış ve kalıplandırmış, yorumladığımız ve kalıplandırdığımız şekilde
insanlığın önüne koymuş ve insanlığı kendimize mahkûm kılmış, ereklerimize
kurban seçmişiz. Nihayetinde de yaşayanlar bizler değil, bizlerden yaşamayı
çalanlar olmuşlar. Öyleyse insanlık uyanmalı ve hayatı ve dahi hiçbir şeyi,
şeylerin ve olguların görünen yüzleriyle ve zamanda yorumlanmış şekilleriyle değerlendirmemelidir.
Asli mahiyetlerine göre ele almalı ve sair tüm şeylere de, şeylerin ve
olguların asli mahiyetleri zaviyesinden bakmalıdır. İşte o zaman hakikati ayan
beyan görecek, dürüstleri ve sahtekârları tefrik edebilecektir. Şeyleri ve
olguları da kendi öz mahiyetlerine yeniden kavuşturacak ve insanlığın
yaşayabilmesinin yolunu sonuna kadar açacaktır ve yaşam, spontane, ayrık
otlarını, sahtekarları, asalakları ayıklayacaktır zaman içinde.
Niçin yaşatmak için ve dolayısıyla
yaşattıkça yaşamak için yaşamayız? Naçizane fikrimce insan münhasıran insanın
yaşaması ve insanlığın evrene egemen olması için yaşar. Niçin münhasıran
Allah’ın davası için yani hakikat için, adalet için, barış için, kardeşlik
için, hürriyet için, hülasa; insanlık için yaşamayız? Niçin olgulardan,
kimliklerden, dinlerden ideolojiler türeten ideolojik kodamanlar için
yaşıyoruz? Niçin toplumsal hassasiyetler için varolduğu iddiasıyla ortaya çıkıp
farklı kulvarlarda cirit atan sivil toplumcu kodamanlar için yaşıyoruz? Niçin
mülk maymunu olmuş kodamanlar için yaşıyoruz? Niçin dini kendi inhisarlarına
alıp küçük yapılar teşekkül ettirmiş olan ama yapılarında gerçek dinden zerre emare
bulunmayan kodamanlar için yaşıyoruz? Ya da niçin herhangi bir şey için ya da
herhangi bir olgu için yaşıyoruz? Tamam, yaşıyoruz diyelim ya ne kazanıyoruz?
Yaşattıkça yaşıyor muyuz? Tamam, bir şeyi yaşatmak hasbi olmalı kazanmak için
olmamalı ama yaşattıkça yaşattığımız şey de bizim yaşamamızı tevlit etmeli
değil mi? Biz yaşamayalım ama yaşatalım ve yaşattığımız şeyler sayesinde zımnen
kodamanları da yaşatalım ama kendimiz yaşamaktan yana nasipsiz kalalım, yok
öyle yağma. Bu dünya herkes için cennet olmalı, birileri için cennet, birileri
için cehennem olmamalı. Hayır yani bunun bir sebebi olmalı ya da yok mu bir
sebebi ve siz sebepsiz yere, bir hiç uğruna mı kendinizi feda ediyorsunuz ve
bunun adı nedir o zaman? Kendimiz ve insanlık için ne zaman yaşayacağız? Siz
yaşadıkça sizin yaşamınızla varolacak olanlar zaten varolurlar, varolması
gerekmeyenlerde spontane ayıklanıp giderler ve böylece siz size kalırsınız.
Olguların gerçekte nasıl varolduğunu bildiğimiz halde o yönde hareket etmeyelim
ama sonra olguların yok olduğu iddiasıyla ortaya atılıp yaşamların feda
edilmesini isteyelim. Olguların yaşaması için yapmamız gerekenleri yaptığımız
zaman zaten onların yaşamalarını ve hayatı yönlendirmelerini sağlarız. Ne
yaptık olguların yaşaması için? Buyurun söyleyin, korkmayın, ki ondan sonra
insanlardan bir şeyler bekleyin. Ama hiçbir şey yapmayalım, menfaatlerimizi kaybedeceğimizi
düşününce hemen olguları yaşatmalıyız diyelim ve herkesinde bunu yemesini
bekleyelim. Yekpare kodamanlar sizlerin yaşamlarınızı çalıyorlar ve sizlere
sahte ve kof şeyler vaat ediyorlar ve sizler hayali şeyler uğruna
yaşamalarınızdan feragat ediyorsunuz ey insançocukları? Benzerleriniz sizleri
hep aldattılar, yine aldatıyorlar ve yine aldatacaklar, hiçbirine inanmayın.
Siz Allah’a inanın ve onun yasalarına tabi olun. Benzerleriniz sizleri
aydınlıktan karanlığa, Allah ise sizleri karanlıktan aydınlığa çıkarır. Ahmak
mısınız siz? Hem yaşatıyorsunuz hem de isyan ediyorsunuz, bu mürailik değilde
nedir? Birileri yaşıyorlar ve sizler bakıyorsunuz. Niçin bir ideolojinin
militanı olacaksınız? Niçin canlı bomba olup kendinizi patlatacaksınız? Niçin
birilerinin müridi olacaksınız? Niçin yani, ne uğruna? Niçin olmayacak şeyler
için kardeşliğimizi çiğniyoruz, birliğimizi, beraberliğimizi tarumar ediyoruz,
kuvvetimizi heba ediyoruz? Oysa aklımız ve vicdanımız var bizim. İnsanlık,
hakikat, adalet, barış, kardeşlik, hürriyet safında bir ve beraber olup bu
olguları aleyhimize kullananlara karşı başkaldırıp isyan edebiliriz ve
istediğimiz güzel dünyayı yaratabiliriz. Münhasıran insanlığın kutsal
saflarında buluşabiliriz ve kutsal yasalar temelinde konsensüs sağlayıp tek
yürek ve tek yumruk olarak kavgamızı verebiliriz ve insanca hakça yaşanacak
dünyamızı kurabiliriz. Her türlü kötüye ve kötülüğe karşı bir ve beraber olarak
set olabilmek çok mu zor? Olamaz mı bu, yapamaz mıyız? Ütopya mı bu? O zaman
ezilmeye, sömürülmeye, mezellet ve meskenet içerisinde kölece yaşamaya devam
ediniz!
İnsançocuğu, ancak ve ancak aklının
ışığıyla hayat yolunda yürüyorsa özgürlüğe kavuşabilir ve hayat yolunda
yürürken olayları vicdanının terazisinde tartıyorsa adaleti hak eder. Binaenaleyh;
insan gibi yaşamanın olmazsa olmaz önkoşuludur ve altyapısıdır akıl ve vicdan.
Bu yüzden insan dendiği zaman aklıma ilk gelen şeyler; akıl ve vicdandır. Şu
varlık âleminde ki en ulvi iki olgudur bunlar ve erdemli yaşamanın da
temelleridirler. Bir insan; aklı ve vicdanı kadar insandır ve akılsızlığı ve
vicdansızlığı kadar insanlıktan uzaktır. Bu yüzden aklınızın ışığını asla ve
kata söndürmeyin, vicdanınızın terazisinin dengesini asla ve kata bozmayın
insançocukları. Çünkü hayatınızın dengesini bozarsınız ve sahip olduğunuz, sizi
siz ve insan yapan tüm kıymetlerinizi kaybedersiniz. Cennete ve cehenneme giden
yolun sonunu da bu iki olgunun nasıl olaylaştığı belirler. İnsançocuğunun,
kendisi dışında ki tüm varlıklardan ayrıldığı noktada burasıdır. Çünkü bilendir
ve bildiğini aklı sayesinde bilendir; merhamet edendir ve merhamet ettiği için
adil olandır ama merhametinin kaynağı da vicdanıdır. Bu hayatta
insançocuklarının beslenmeleri gereken yegâne iki kutsal kaynak vardır; akıl ve
vicdan. Aklınız ve vicdanınız aktifse eğer, şu yeryüzünde sizleri faşist
emperyalizmin ve onun alçakça sömürüsünün nesnesi kılabilecek, adil olmaktan
alıkoyabilecek ve köleleştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Yekpare
insançocuklarının insanlık tarihi boyunca böylesi insanlık dışı muamelelere
maruz kalışlarının yegâne sebebi; akıllarını ve vicdanlarını hayatlarının
yegâne yöneticileri olarak intihap eylemeyişleridir. İnsançocuklarının hakiki
anlamda kendileri olabilmeleri, kendi kaderlerini kendilerinin çizebilmeleri,
cehaletin ve köleliğin zincirlerini kırabilmeleri; akıllarını ve vicdanlarını
aktive etmelerine bağlıdır. Aklının ve vicdanının buyruklarını dinlemeyen ve bu
buyruklar istikametinde hayat yolunda yürümeyen insançocuklarının mukadderatı
karanlığın, cehaletin, esaretin, zilletin tam ortasında yaşamaktır. Tam
bağımsız bir insan olarak varolmak istiyorsak şayet; aklın ve vicdanın kölesi
olmaktan başka çıkar yolumuz yoktur ve ne güzeldir böylesi bir kölelik.
İnsançocukları! Her ne şekilde olursa olsun, her ne sebeple olursa olsun,
şartlar ve koşullar ne olursa olsun ve neyi gerektirirse gerektirsin; aklınızın
ve vicdanınızın gösterdiği istikamette ilerleyin ve aklınıza ve vicdanınıza
karşı asla hain olmayın. Çünkü aklın ve vicdanın ihanetlerinin bedelini asla ve
kata ödeyemezsiniz. Olguların mahiyetlerini bilebilmek için, olayları olguların
mahiyetlerine mütenasip değerlendirebilmek için; müracaat edilecek yegâne yer;
aklınız ve vicdanınız olmalıdır. Aklınız ve vicdanınız aktifse şayet;
göremeyeceğiniz, duyamayacağınız, farkedemeyeceğiniz, sezemeyeceğiniz,
kavrayamayacağınız, yorumlayamayacağınız, anlayamayacağınız,
hissedemeyeceğiniz, bilemeyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Yani dünyanız vehleten
aydınlanıverecektir ve ilanihaye aydınlık içinde yaşayacaksınızdır. İnsanlığın
çektiği tüm acıların, aydınlığını yok eden karanlığın, maruz kaldığı tüm
kötülüklerin, mahkûm olduğu tüm sefaletlerin ve içine düştüğü insansızlık
cehenneminin tek bir sebebi vardır; akılsızlık ve vicdansızlık! Hiç akletmiyor
musunuz!
Voltaire der ki; bu dünyadan, ona
geldiğimiz gibi aptal, onu bulduğumuz gibi kötü ayrılacağız. Keza Necip Fazıl
der ki, akrebin kıskacında yoğurmuşsa bizi kader, aldırma bu dünya böyle gelmiş
böyle gider. Ve hakeza Arthur Schopenhauer der ki; böyle gelmiş böyle gidecek.
Buradan çıkarak beyniniz sorular ve sorgulamalar cehenneminde paramparça
olabilir ve oluyor da ama orasını geçecez, zira fazla derine dalmamak icap
eder, çünkü içinden çıkıp çıkamamak sözkonusu olabilir, beyin garip sorular
sorabilir. Geçelim! Bakıyorum ve düşünüyorum da, toplum olarak hiçbir zaman
sahici bakmıyoruz, düşünmüyoruz ve anlama çabası içinde olmuyoruz. Hissiyatımız
zaten yok. Nasıl mı? Biteviye sığ sularda yüzüyoruz, absürt işlerle iştigal
ediyoruz. Hiçbir zaman olguların hakiki mahiyetleri ve olguların nasıl olaylaştıkları
ve keza nasıl olaylaşmaları gerektiği üzerinde kafa yormuyoruz. Varsa da yoksa
da ucuz ve kısır politik münakaşalar, onu bile beceremiyoruz. Sanki bizim
işimiz politika yapmak ve olguları politikanın kurbanları kılmak. Keşke
yapabilsek onu da. Çünkü politika yapmayı da bilmiyoruz ve beceremiyoruz. Zira
politika olgusunu bilmiyoruz. Yoksa birileri bizi bu cehennemin içine atıverip,
oradan rant mı devşiriyor? Biz yalanlar ve kuru gürültüler beşiğinde uyuyor
muyuz? Çünkü konuşuyoruz, bağırıyoruz, gürültü çıkarıyoruz, hatta birbirimize
düşman oluyoruz ama ortaya çıkardığımız hiçbir güzellik yok, çözebildiğimiz
hiçbir mesele olmuyor, bilakis tüm kötülükler ortalığa yayılıveriyor vehleten.
Münhasıran nefsimizi tatmin ediyoruz. Birilerinin paçavra köşelerindeki
sayıklamalarını, ucuz çıkarımlarını alelusul yutup toplum içinde kusuyoruz ve
bir şey bildik, politika yaptık sanıyoruz kendimizi. Oysa farkında olmadan
tükenip gidiyoruz, her yerimizden aptallık akıyor ama söylenmediği için zekice
bir iş yaptığımızı sanıyoruz. Peki niye yeknesak bir biçimde aynı şeyleri
terennüm edip duruyoruz? Niye olguları konuşmayız? Niye her şeyi ve her olayı
olgular temelinde değerlendirmeyiz ve çözümlemeyiz? Böyle yapınca tehlikeli
mecralara mı sürükleniriz yoksa? Mesela ahlak olgusunu ele almayız niçin? Ahlak
nedir, ne değildir, nasıl ahlaklı olunur, ahlak bireysel midir, toplumsal
mıdır, ahlak nereden neşet etmektedir, ahlak nasıl yozlaşır, bir kişinin bizim
düşüncemizden olması mı iyidir yoksa ahlaklı yaşaması mı, bir insançocuğu
ahlaklı olduğu takdirde farklı düşüncedeyse saygı duyulmalı mıdır, duyulmamalı
mıdır, başka düşüncedense ahlaksız mı olmalıydı ve böyle mi işimize gelirdi,
münhasıran bizim düşüncemizden olan mı ahlaklı olur ancak ama niçin, politika
niçin ahlaksızdır ya da ahlaklı ise nasıl bir ahlaka ve hangi ahlaka sahiptir
ispat edilebilir mi? Ya da adalet nedir, nereden neşet etmektedir, adaletsizlik
nedir ve niçin adaletsiz olunur, adaletten korkulmakta mıdır, adalet ve
politika bağdaşır mı, adaletsizlik politikanın ruhu mudur yoksa politikacılar
mı adil değildirler, insan mı, toplum mu, devlet mi adil olmalıdır yahut hepsi
kendi mekanizmaları içinde mi adaleti sağlamalıdırlar, adaleti sağlamak
gerçekte kimin ödevidir, insan adaletsiz yaşayabilir mi, adalet uygulandığı
takdirde bir şeylerin yaşaması mümkün değilde o yüzden mi adil olunmamaktadır?
Yahut ihanet ve sadakat olguları gerçekte nedir, ihanet nasıl olur, sadakat
nasıl olur, kim haindir, sadık kimdir, bu olguların gerçek mahiyetleri nedir,
hain denilen sadık, sadık denilen hain olabilir mi, ihanetin ve sadakatin
kriteri kime göredir? Biz ucuz, basit ve kısır politik münakaşaların içine
taammüden mi sürükleniyoruz? Yani birileri bizim temel meseleleri
konuşmamızdan, olaylara bakarak olguları tahlil, tetkik ve tahkik etmemizden mi
imtina ediyorlar? Olgular üzerinde
konuşulursa, yekpare insançocukları olarak nasıl olduğumuz mu ortaya çıkar?
Gerçekten çok acayip insanlarız, acayip bir dünyada acayip bir hayat yaşıyoruz.
Gerçeklerden korkuyoruz. Gerçekçi olamıyoruz. Aynadaki gerçeklere bakamıyoruz.
Alelade yaşayıp gidiyoruz. Olguların mahiyetlerini ortaya koyup, olayları bu
minvalde değerlendirmekten ödümüz patlıyor. Olguların gerçek mahiyetleri
aşımıza zehir oluyor, keyfimizi kaçırıyor, fiyakamızı bozuyor. Sonra da
gerçekliğimiz ortaya çıkınca bozuluyoruz.
Oysa gerçek hep aynı kalır ve öldüğü sanılır ama yeniden doğar!
Söylediğimiz gibi, bizler şeyleri
olgulara göre değil, olguları şeylere göre değerlendirdiğimiz için kaybediyoruz
ve insanlık şerefimizi çiğniyoruz, iyi yaşayamıyoruz ve kötülükler içinde
boğuluyoruz. Sonra da hakikati kendi bakış ve görüş açımıza göre naçizane izah
ve izhar etmeye tevessül ettik mi de ithamlar peşi sıra gelmeye başlıyor.
İnsanlar olarak gerçekleri söylemek zorundayız. Bunun neyini ve neresini
anlayamıyoruz vallahi bendeniz de burasını anlayamıyorum. Gerçeği görmek ve
kabullenmek asla kaybettirmez, muhakkak kazandırır ama bunu hiçbir zaman hiçbir
şekilde idrak edemedik, maateessüf. Münhasıran dünya menfaatleri mucibince hareket
ettik, hakikati bile isteye bu uğurda tahrif ve tahrip ettik, üstüne
insanlarında böyle bir şeye inanmasını bekledik. Niçin inanayım ve niçin göz
göre göre kaybetmeye eyvallah edeyim? Kimin hakkı vardır böyle bir şeyi
beklemeye? Benzerlerimden hiçbirine mutlak şekilde inanmak zorunda değilim, ki
hiçbir benzerime de inanmıyorum. Çünkü bendeniz yalandan tiksiniyorum ama
hakikate tapıyorum. Bana yalan söylüyorsan ya da bir cümle söylüyorsan, soru
sorma ve sorgulama hakkını da vermelisin, işte o zaman inanabilirim ama inanmam
iktiza ediyorsa yani hakikat olduğuna emin olursam söylenilen şeyin yoksa niçin
inanayım? Kimse kusura bakmasın, hakikati apaçık bildiğim halde körlüğe bürünüp
yalanlara inanamam. Gerçeği haykırana her zaman kızdık, onu düşman belledik ama
kaybeden biz olduk. Yalan mı? Çünkü dosdoğru olmakla ve hakikati yalanla
karıştırmamakla emrolunduk ama neyle emrolunduğumuzu çok çabuk unuttuk. Ayrıca
şeyler ve olaylar olgu odaklıdır ve olgular üzerinde bir anlam kazanırlar.
Misal; Rab nedir? Anlamına ya da kendi yüklediğimiz anlama göre mi Rab olgusunu
çözümleyip değerlendirecez yoksa Rab olgusu anlam bakımından neyi ifade ediyor
bağlamında mı Rab olgusunu çözümleyip değerlendirecez ve kendimizi ona göre
konumlandıracaz? Elbette ki, Rab olgusu bağımsız olarak neyi ifade ediyorsa
odur, biz ifade ettiğinden başka bir ifadeyle o olguyu tamınlandıramayız ve o
olguya kendi öz anlamından başka bir anlam yükleyemeyiz, münhasıran kendimizi
sorumluluktan kurtarma pahasına. Bizler olgu odaklı yaşayıp, şeyleri, olayları,
hareketleri, düşünceleri, adımları olguların gerçek-öz mahiyetleri temelinde
çözümleyip, değerlendirip ve buradan bir sonuca varıp isabetli karara
ulaşamadığımız için böyle sefil yaşıyoruz. Allah ve İnsanlık aşkına lütfen
söyleyin tam tersi şekilde bir yaşam sürsek bizi aldatabilirler mi,
bölebilirler mi, köleleştirebilirler mi? Faşist emperyalizm insanlığın kanını
emebilir, canını alabilir ve kaynaklarını istediği gibi yağma ve talan edebilir
mi? Biz tersinden tanımlama, konumlama ve yargılama yapıyoruz. Ahlaka göre
insanlar değerlendirilir, insanlara göre ahlakın konumu ve anlamı belirlenemez.
Ahlak olgusunun mahiyeti beliğ bir şekilde ortaya konur ve onun yanında
konumlanırız, daha sonra da karşımızda ki kişinin ahlaklı mı, ahlaksız mı
olduğunu tespit ederiz. El ele, gönül gönüle, kafa kafaya verip, olgular
temelinde şeylere baksak ve şeylerin ortaya nasıl konulduklarını olguların
mahiyetlerine göre değerlendirsek ve ulaştığımız sonucu korkmadan ifade etsek
daha insanca yaşamış olmaz mıyız ve insanca yaşanacak dünyaya doğru bir adım
atmış sayılmaz mıyız? Peki, kendimize bu iyiliği yapmamamızda sebep nedir? Önce
yaşanacak bir dünya sonra yaşamak… Şiir gibi, şarkı gibi, türkü gibi, dopdolu
duygularla, bağımsız düşüncelerle özgürce yaşamak…
Bizler, devasa evreni egemenliği
altına almaya ve yekpare insanlık üzerinde mutlak krallığını ilan etmeye
çalışan faşist emperyalizmin kıskacı altındayız. Ne ince planlarından
haberdarız, ne netameli tezgâhlarından, ne de büyük oyunlarından. Zaten bunları
bir şekilde ihsas edip ifşa etmeye tevessül ettiğinizde yaşama sevincinizi yok
etmek için elinden gelen ne varsa yapmaktan geri kalmıyor. İlk evvelde olguları
tahrip ve tahrif ediyor, ondan sonrası çok kolay şekilde olup bitiyor.
Kardeşliğimizi bozuyor, sömürene yol veriyor, barışı katlediyor, bilimi ve
ilimi yalanı hakikatleştirmek için kullanıyor. Ahlakı bozuyor, adaleti
insanlığın celladı kılıyor, hürriyeti boğuyor ve insanı düşürüp çiğniyor.
Bilinçlerimizi öylesine dumura uğratmış ki, gözlerimize sokulan gerçekleri
yalan sanıyoruz ve düşman oluyoruz. Yapmadığımız zaman ölsek daha iyi
olacağımız bir şeyi, yapmadığımız zaman yeniden yapabileceğimiz zamanı olan
şeye feda ediyoruz. İşte burada derin bir yanılgı, sefil bir algı ve yanlış bir
anlama var. Çünkü bizi kalbimizden vuruyor, duygularımızla oynuyor. Öyle bir
harap etmiş ki ruhumuzu ve beynimizi, yemin ediyorum izahı imkânsız. Handiyse
beyin ölümümüz gerçekleştirilmiş desek yeridir. Faşist emperyalizm, insanlığı
korkuyla yönetip yönlendirdiği için, insanlık beynini çalıştıramıyor, ruhunu
ortaya koyamıyor. Her yere bir şekilde tasallut ettiği ve kılcal damarlara
değin sızdığı için, hiçbir yer hakikati izah ve izhar edemiyor. Ta ki, bir
taraf diğer tarafla ilgili hakikati bile söyleyemiyor, ki birbirlerine muhalif oldukları
halde, ancak söylemelerine izin verildiği kadarıyla iktifa ediyorlar yani
gündelik, popülist sayıklamalar çerçevesinde kalıyor her şey. Kâğıt
paçavraları, yalanın sözcüleri sürekli aldatma ve aldatarak yönlendirme
peşinde, çünkü satan memnun, alan memnun. Haddizatında serdedeceğimiz o kadar
indi mülahazalarımız ve yorumlarımız var ki, söylesen ayrı bir dert, söylemesen
ayrı bir dert ama söylemek ne mümkün. İnsanlık acı çekerek, sürünerek,
yaşamadan ölüp gidiyor. Yazık, günah diyecem ama kendi ellerimizle yapıyoruz ne
yapıyorsak kendimize.
İnsançocuğu; iyice bilin ki, bir değil
bin kez ölmem gerekse de, doğru bildiğimi yapmaktan vazgeçmeyeceğim diyebilmeli
Sokrates gibi. Hak bildiğimiz yolda yalnız kalsakta yürüyebilecek kadar güçlü
olmalıyız diyebilmeli Nurettin Topçu gibi. Geçelim! Biz nefes alıp vermeyi
yaşamak sanıyoruz. Biraz güç, biraz para, biraz mülk, biraz makam, biraz
konfor, tamam bitti, artık başka şeye gerek yok, yaşamak için bundan başka neye
ihtiyacımız olabilir ki!?! Şeref, onur, karakter, kişilik neyimize gerek. İşte
faşist emperyalizmin istediği tam da bu ve istenilen şeyleri çok kolay şekilde
temin ediyor ve böylece istediği gibi hükmediyor. Birkaç cümleyle bağırmamıza
da müsaade ediyor, oh ne güzel! Faşist emperyalizm öyle bir tuzak kuruyor ki
insanlığa, bazen insanı kötülüklere çağırmak ve çekmek için hiçbir şey yapmıyor
ama garip bir şekilde çok korktuğu gerçekle insanın bağını koparmak için iyilik
maskesiyle iyiliğe yönlendiriyormuş gibi yaparak şirinlik pozu verebiliyor.
Böylece insanı iflah etmez bir gaflet çukuruna düşürüyor, insan iyilik
yapıyormuş gibi düşünüyor ama anlaması icap eden meseleleri unutuveriyor,
gerçek düşmanını tanıyamaz duruma düşüyor. Sömürülüyor ama sömürüldüğünün
fevkine varamıyor, çünkü sömürü endirekt yollarla tahakkuk ediyor. Ne hazin bir
hikâyesi, ne acı bir kaderi var şu insançocuğunun! Mazlumun yanında yer
almadığında zalime ortak olduğunun, adaletsizliğe karşıduruş sergilemediğinde
adaletsizlik yapanın yanında yer aldığının farkına bile varamıyor, faraza vardı
desek bu sefer yerinden kımıldamıyor, çünkü öylesine duyarsızlaşmış ve
umarsızlaşmış ki, onu ilgilendiren bir şey olarak görmüyor böylesi şeyleri.
Öyle ya, her şeyi var, olmayan bir şeyi yok, insanca duruş neyine gerek! O
yeterki istediği bolluğa ulaşsın ve bolluk içinde yuvarlanarak, tepinerek
yaşayıp gitsin keyfince. Acı çeken, sefaletin dehlizlerinde yaşayan, rızkını
alabilmek için bile onca cefaya tahammül eden insançocuklarını düşünmek onun
işi midir ki!?! Oysa insan ne kadar daha az şeye sahip olursa o kadar insanca
yaşayabilir, ne kadar çok şeye sahip olmak isterse o kadar sürüleşir ve
köleleşir ama bunu anlamak nasıl kabil olacak?
Biz pusulamızı ve ölçümüzü kaybettik.
İnsanlık haritamızı bozduk. Hayatımız şirazesinden çıktı. Dünyamız karardı.
Yenilgi mukadderatımız oldu. Biz hem bireysel hem de toplumsal bilincimizi
yitirdik, daha doğrusu çaldırdık. Hz. Ömer’i sorgulayan toplumsal bilinç
nerede? An be an sorularla ve sorgulamalarla Allah’ı arayan, her bulduğunu
Allah bilen ama sonra reddeden ve mütemadiyen Allah’ı aramaya devam eden Hz.
İbrahim’in bireysel bilinci nerede? Biz Allah’a iman ediyor muyuz gerçekten?
Biz hangi kimliğe sahibiz ve sahibiz dediğimiz kimliğe ne derece sahibiz? Biz
nerede kaybettik ve neler kaybettik hiç düşünüyor muyuz? Gerçekten
kaybettiklerimizi tahattur eyleyip hiç yüreğimizi hüznün bastığı oluyor mu?
Böyle kaliteli, şuurlu, bilinçli, dirayetli, basiretli toplumlar ve bireyler
var mı? Böylesi bireylere ve toplumlara boyun eğdirmek kolay mıdır? Böylesi
bireyleri ve toplumları istendik yönde yönlendirmek kabil midir? Böylesi
bireyleri ve toplumları faşist emperyalizmin açık ya da gizli köleleştirmesi
kabil olabilir mi? Gerçekten buradaki öz düşünceyi, derinlikli ve kararlı
varoluş iradesini hissedebiliyor muyuz? Kimse kusura bakmasın ama hiç
sanmıyorum. Çünkü çok şey kaybettik tarihsel süreç içerisinde ve ne acıdır ki
kaybetmekten çok memnunuz. Çünkü kimsenin işine gelmeyen bir durumdur böyle bir
durum. Bahusus faşist emperyalizm böylesi bir yaşamdan, böylesi varoluşlardan
asla hazzetmez, binaenaleyh böylesi yaşamlardan vazgeçirmek için fasılasız bir
mücadele içindedir ve bu mücadelesine müzahir olanları dünya nimetlerine boğar
ve bireyleri ve toplumları yine kendi elleriyle kendilerine yaptırdığı eylemler
sayesinde zincirler. Çünkü bireylerin ve toplumların kolay yönlendirilebilir
olmalarını ister. Zira ancak böyle bireyler ve toplumlar sayesinde mutlak
krallığını ilan edebilir. Neler kaybettiğimizi sıralasak devasa bir dağ olur,
anlayabiliyor muyuz? Kaçımız, çok ağır gelse de, kendi yüzümüze tükürecek
olsakta nefsimizi hesaba çekebilecek cesarete sahibiz? Peki, şikâyetlerimiz de
bir bilinç, samimiyet, dürüstlük var mıdır, hangi saikle varolabilir, gerçekten
vardır desek bile ne kadar samimiyetsiz olduğumuz faş olmaz mı? Zira
şikâyetimiz de samimiyet varsa, ortaya onurlu eylemler çıkması icap etmez mi
ama nerede? Böyle bireyler ve toplumlar için hangi yenilgi olabilir? Ama
böylesi bireyleri ve toplumları ister miyiz? Dünya sevgimiz ve dünya
nimetlerine meftunluğumuz, bizleri maalesef böyle toplumları ve bireyleri istemekten
geri bırakır. Bu kadar benciliz yani! Vallahi, billahi, tallahi biz
insançocukları çok sahtekârız. İğreti bir yaşamımız var, içeriksiz,
samimiyetsiz, yalan dolu, dürüstlüğün olmadığı bir yaşam. İyilik isteyen ama
kötülük yapan, hakikate tapan ama yalansız yaşayamayan, sürekli değer diyen ama
fasılasız değerleri çürüten insançocuklarıyız. Güzel bir dünya istemeyiz ama
istiyormuş gibi görünmeyi severiz. Yazık insanlığımıza!
İnsançocukları, önce her türlü
fazlalıklarından soyunup arınıp toplum dışına atacaklar kendilerini yani bir
nevi toplumdan uzaklaşacaklar, kopacaklar. Zihinlerini ve kalplerini de
boşaltacaklar, dünyaya nasıl gelmişlerse geldikleri gibi olacaklar. Yani hiçbir
önyargı, önkabul, önkoşullu bakış ve görüş, hiçbir önbilgi olmayacak. Koşullandırılmışlıktan,
kesin inançlılıktan kurtulacaklar. Sonra da yapayalnız olarak bir dağa
çıkacaklar ve toplum tarlasına o dağdan bakacaklar, mutlak bağımsız bir akılla
ve mutlak temiz bir vicdanla. Herkese eşit düzeyde bakacaklar. Zaten böyle
yaptığında, karşısında ki herkes bir ve aynı olacak senin yanında. Hiçbir
kimseden duygusal ve düşünsel olarak etkilenmeyecekler. Aklı ve vicdanı kıstas
bilecekler. Ama yanlarına olguları da alacaklar; kirletilmemiş,
değiştirilmemiş, dönüştürülmemiş, bozulmamış halleriyle. Çünkü sorularını o
olgulara göre soracaklar, sorgulamaları o olgulara göre olacak ve o olgulara
göre bakacaklar her şeye, herkese. Bundan sonra da şeyleri, kişileri, olayları,
hareketleri, eylemleri, tavırları, duruşları, kimlikleri, kişilikleri,
karakterleri o tertemiz olgulara göre yeniden müşahede edecekler ve çözümleyip
değerlendirecekler. Nihayet en isabetli, en doğru kararı verecekler yekpare
şeyler hakkında. Tabir caizse yeniden doğup yeniden büyüyecekler. İşte o zaman
bakalım görelim nolacak? O insan bu insan mı olacak? İnsan nasıl bir boyut
kazanacak? Varlık nasıl bir boyut kazanacak? Hayat ve dünya nasıl bir boyut
kazanacak? Geçelim! Bir insan diyor ki; şu insan şöyle. Tamam, sana göre şöyle
olabilir ama bana göre değil. İlla senin bakış açınla bakıp senin gördüğün gibi
görmek zorunda değilim ki? Madem şöyle o zaman böyle yapılması lazım değil mi?
Evet, aynen böyle yapılması gerekiyor ama yapılmıyor. O zaman söylediğine niçin
inanayım? Ya beni aldatmak için, beni kullanmak için böyle söylüyorsan? Ki, benden daha akıllı mısın ki aklı vermeye
yelteniyorsun? O zaman ispat et bunu. Senden daha akılsız olabilirim ama
söylediklerini ispata çağıracak kadar aklım da yok değil. Öyleyse ispatı nedir
bunun yani daha akıllı olduğunun ve söylediklerinin doğruluğunun? Tamam, ispat
edemezsin ama ya ben tersini ispat edersem nolacak? O zaman sana inanamam ki?
İnanmak zorunda mıyım yoksa? Niye? Ve başka insanlara senin pencerenden
bakamam. Hayır, niye bakayım ki? Benim öyle bir ödevim, öyle bir davam yok ki.
Benim insanları kötülemek, suçlamak, ötelemek gibi bir ödevim yok, bilakis
iyileştirmek, iyiliğe yönlendirmek, onlara en güzel dille konuşmak, onları
hakikate çağırmak gibi bir ödevim var. Niye bana verilmiş ödevimi yapmayıp
görevime ihanet edeyim? Bir benzerim yüzünden karanlığa mahkûm olayım niçin?
Kimseyi, kimseyle tanımadım, bilmedim ve tanımayacağım bilmeyeceğim. Kendi
aklım ve vicdanım var benim. Kimsenin de, bendenizi başkasıyla tanımasını,
bilmesini istemem. Herkes buyursun sorsun, cevabını alsın ve aklıyla,
vicdanıyla tanısın.