BÜYÜK YANILGI VE KARANLIĞIN KUYUSU...19...

Özgür DENİZ - 14.06.2019

İnsan münhasıran kendini düşünen ve kendi varlığının idamesi yönünde hareket eden birazda egoist bir varlık. Bu yüzden de bütüne matuf çözümler üretemiyor ve kurtuluş ışığı olup karanlığı aydınlatamıyor. Böylece teker teker yok olup gidiyor. Vermektense almayı tercih ediyor ama alıyorum sanıyorken haddizatında veriyor ve münhasıran alma sevdasında olduğu için alarak azaldığının ama vererek çoğalacağının farkına varamıyor. Oysa insan, filhakika tüm insanlarla bütünleşik bir varlığa maliktir ve insanlığın kurtuluşu bu bütünleşik durumunun fevkine varmasıyla ve bütün için çabalayıp, bütünle paylaşımlarda bulunmasıyla kabil-i mümkün olacaktır. Kuşkusuz insan, kendi mevcudiyetini muhafaza etmek ve muhafaza ettiği mevcudiyetinin idamesini de sağlamak ister ama birleşik ve bütünleşik olduğu insanlıktan bağımsız olarak bunu gerçekleştirmesi nasıl kabil olabilir ki? Belki de insanlığın en kadim, en ince ve detaylarda gizlenmiş bir sorunudur bu. Tabi sorunu algılayıp, anlayabilmek bir çabayı iktiza eder. Kim bilir, belki insan olarak varolmak gibi bir derdimiz de olmayabilir! Ki, gayet tabidir bu; zira kimileri köleliği ruhlarında sindirmişlerdir, kimileri de ruhlarıyla köleliğe başkaldırmışlardır, öyleyse köleliği sindirenlerden böyle bir varoluş çabasını yani köleliğe başkaldıranların göstermiş oldukları çabayı beklemek beyhudedir, hatta o ruha zulümdür. İnsan, ihtiyaç duyandır ve isteyendir. Bu şekilde varolabilir zira. Çünkü o, ontolojik olarak ihtiyaçtan ve istemekten arî değildir. O, varolmak için var etmek zorundadır, zira varlığı kendi varlığı dışındaki varlıklara merbuttur. Elbette insana, kendi kendisini var eden bir varlık olarak bakamayız. Öyle olsaydı ne ihtiyacı olurdu, ne de isterdi. Ama son nefesine kadar ihtiyaç duyacak ve isteyecektir. Bu durumda insanın varlığının başka varlıklara muhtaç olduğunun delaletidir ve insanın kendisiyle birlikte diğer varlıkların da varolmaları için çaba göstermesi gerektiğinin olmazsa olmaz önkoşuludur. Çünkü kurtuluş birliktedir, yok oluş tekliktedir.

 

İnsan ne gariptir! Evet, sonludur ama uçsuz ve dipsiz bir sonsuzluğunda öznesidir. Ya da özünde uçsuz ve dipsiz bir sonsuzluğu barındırandır. Amma velakin gider sonluluğunun girdaplarında kaybolur da sonsuzluğunun özgürlüğüne, dolaysıyla bitevi sürdürmek için kavga verdiği mevcudiyetine ve o mevcudiyetinin özgürce varoluşuna darbe vurur. Böylece de varolabilecekken yok olmayı tercih eder ve yaptığı tercihle kaderini tayin eder. İnsan, bugün tamamen maddi doğasının üzerine hasretmektedir varlığını ama maddi varlığının idamesinin manevi doğasının üzerine varlığını hasretmesine merbut olduğunu idrak edemez. Oysa insan maddi doğasına kendisini adadıkça ve bu yönde emek sarf ettikçe yabancılaşmakta ve yalnızlaşmaktadır ve bu yabancılaşma ve yalnızlaşma insanın yok oluşunu intaç etmektedir. Zira bu yönde ki çaba kendi kendisini var kılma çabasıdır. Oysaki insan, var ettikçe var kalır. Çünkü insan, insan tekinin varlığıyla var kalmakta değil, tüm insanlığın bir bütün halinde varolmasıyla var kalmaktadır. Tüm insanlıkta, insan teklerinin bütünleşik varolma mücadelesiyle varlığını sürdürmektedir. Çünkü her bir insan teki hem etkilenen hem de etkileyen bir öze sahiptirler ve zaten böyle bir öz sayesinde yaşamın sürdürülmesi mümkün olabilmektedir. İnsan, maddi ve manevi boyutlardan müteşekkil bir yapıya malik olduğu içindir ki ya da böyle bir yapı üzerinde var kılındığı içindir ki, bütünün parçası olma özelliğini taşımaktadır, ne kadar da bütün içinde teklik halinde bulunsa da. Ama bu tekliği onu hiçbir zaman mutlak bağımsız kılmaz, illa ki diğerleriyle ilintilendirir ve bundan da kurtulması muhaldir. Bu sebeple de, insan bütünden koparılmak ve yok edilmek istenmektedir. İnsan teki de böyle bir şeye teşnedir maalesef. Zaten bu yüzden bir türlü kurtulamamaktadır ya!

 

İnsan, üzerinde bulunduğu ve kendisiyle tabir caizse bitişik olduğu doğada yer kaplayan, hem hareket eden hem de bir yönüyle edilgen olan bir gövdeye ve aynı zamanda da düşün ve anlam gücünü kendisine bahşeden bir ruha malik olan varlıktır. Bu yönüyle de tabir caizse Tanrı’nın niteliklerini taşıyan bir görüngüdür. Yani haddizatında insan çok özel bir yapıya, öze, konuma sahiptir ama bu sahipliklerine mukabil yeryüzünde sefil bir halde yaşamaktadır. Bir kukla, bir robot, bir oyuncak gibi kullanılan nesne konumundadır. Çünkü ne gövdesel meziyetlerini ne de ruhsal meziyetlerini bihakkın kullanabilmektedir. Zira o körü körüne inanmayı tercih etmektedir, neye, niçin, nasıl inandığını ve inanacağını anlama çabası içine girmeden. Bu da onun düşmesine ve ayaklar altında çiğnenmesine sebep olmaktadır. Oysa o gerçek mahiyetini idrak etmiş olsaydı, çok farklı bir konumda olurdu ve insan gibi yaşama yolunu seçerdi, böyle yaptığı içinde kimse onu düşürmeye ve çiğnemeye cüret edemezdi. İnsan ne kendini tanıyor, ne doğayı biliyor ne de Tanrı’yı anlıyor. Zifiri bir karanlığın içinde yaşıyor. Hem kendini, hem dışında ki dünyayı tanıması gereken insan, tanımadan, bilmeden, anlamadan yaşayıp gidiyor cehaletin karanlığında, sekterliğin kıskacında, korku dağlarının altında. Münhasıran aldatıyor ve aldanarak yaşıyor, sahip olmak derdiyle yanıyor ama sahip olmaya çalıştıkça sahip olmak istediği şeylerin kendisine sahip olduğunu idrak edemiyor. Olgular, kendisinin varlığı için değil olguları kullanarak kendisini aldatanlarının varlığı için kullanılıyor ama anlama yetisinden mahrum olduğu için bunu anlayamıyor. Çünkü insan hakikati öğrenmek, bilmek, tanımak, anlamak istemiyor, bu umurunda bile değil insanın. O rahatının bozulmaması teminatıyla, kandırılmayı benimsiyor ve bundan haz alıyor. İhtiyaçları temin edildiği, istedikleri muayyen ölçüde verildiği müddetçe yatmaya, uyumaya ve köle olmaya razı oluyor.

 

İnsanı dünyaya sımsıkı bağlayan ve bu bağlılıkla kendisine kendisini unutturarak yaşatan nedir acaba? Gerçekten merak ediyor insan. Zira bunun nasıl mümkün olabildiği, böyle bir şeyin kökünde neyin olabileceği insanın merakını celbediyor. Tamam, elbette muayyen cevaplar bulunabiliyor ama yine de hayretler içerisinde kalmanı engelleyemiyor bulunan cevaplar. Çünkü dünyayı kendine cennet yapma imkânı varken, dünyayı kendine cennet yapanların sahte vaatlerine aldanıyor ve onlar tabir caizse cennette yaşarlarken kendisi cehennemde yaşıyor ama yine de kımıldamıyor. Hakikati arayıp, bulup, anlayıp yaşama yolunu seçmek varken, hakikati umursamıyor bile. Sürünerek varlığını sürdürme yolunu seçiyor, direnerek varolmak gibi yüce bir yolda yürüyeceğine. Diğerkâm olacağına, egoist olmayı tercih ediyor ve böyle oldukça da tükenmekten, nihayetinde de tedricen yok olmaktan kurtulamıyor. Kendisini şerefli olarak halkedilen bir insan gibi görmeyi arzulamıyor da, bir hayvan gibi konumlandırmayı hatta böyle bir konuma indirgenilmeyi tercih edebiliyor. Çünkü kendi iradesiyle varolma yolunu seçmiyor, başkalarının lütuflarıyla kendisine varlık bahşedilmesini ve her türlü ihtiyaçlarının başkalarınca karşılanmasını arzuluyor, buna mukabil onların kölesi olmayı benimseyebiliyor. Aklını iptal ediyor, gövdesini kımıldatmıyor, ruhunun farkında bile olmuyor. Peki, böyle yapan biri, nasıl olupta kendi özgür iradesiyle varolma yolunu seçebilir ve varolma savaşı verebilir. Çünkü böyle yapabilmesi için insan olduğunu bilmesi, insan gibi yaşaması ve insanca savaşması iktiza eder. Bunu yapmadığına göre o zaman bizim çıkarımımız isabet kesbetmektedir. Tüm varlık âlemi kendisine hizmetkâr olarak halkedilmişken, o kendisini tüm varlık âleminin hizmetkârı derekesine düşürüyor. Şeylerin egemenliğinde yaşayan ve şeylerin sunduğu rahatlık ve konfor mukabilinde onlara tapan sefil bir mahlûk seviyesine indirgiyor. Oysa o, tüm varlıklardan farklı olarak hayatları etkileyen ve hayatlarca etkilenen biridir. Ama ne acıdır ki, bu yönlerine karşı yabancı ve cahil bir varlıktır. Aksi takdirde bu bilincin ve farkındalığın bir izdüşümü olmalıydı kendi hayatı üzerinde.

 

Nedir bu yaşam dediğimiz şey? Her bir gün mü, günlerin toplamından oluşan bütün mü, zamanın kendisi mi? İnsanın özünde mi yoksa dışında mı? Nasıl yaşanır? O mu bize dokunur, biz mi ona dokunuruz? Dokunulabildiğinde mi yaşam olur? Nasıl dokunur bize ve biz nasıl dokunuruz ona? Ne olursa yaşamış oluruz, ne olmazsa yaşamış sayılmayız? O mu bizi yaşar, biz mi onu yaşarız? Yaşayabildiğimiz kadar mı vardır, yaşamadığımız kadarı da var mıdır? Biz mi ona bir şeyler veririz, o mu bizden bir şeyler alır ya da bizim verdiklerimizi bize geri mi verir? Bir anda varolup süreç içerisinde tükenip gitmek midir ve tükenmek midir yaşam? Yoksa belirsizliklerle başlayıp biten bir şey midir? Yabancısı olduğumuz ya da bize yabancı olan ve bizi karanlığın ortasına bırakıveren bir şey midir? Bir hiç midir ya da ve bizim hep yapmaya çalıştığımız ve bir tülü yapamadığımız bir şey midir yahut bizi de hiçleştirmeye çalışan bir tuzak mıdır? O mu bize anlam katar, biz mi onu anlamlandırırız? İşte yaşıyoruz dediğimiz bir an mı vardır yoksa yaşadığımız bir anlık bile zaman yoktur da, biz yaşadığımızı mı sanıyoruz? Nedir bu yaşamak gerçekten? Canlı olmak yaşamak mıdır ya da yaşamak canlı olmak mıdır? Bu hayatta az bulunup çok yaşamak mı, bu hayatta çok bulunup az yaşamak mı ya da böyle bir şey mi vardır, mümkün müdür? Neye göre, kime göre, nasıl, niçin? Gerçekten yaşamak diye bir şey varsa, var olan o yaşamak nasıl yaşanırsa gerçekten yaşamak olur? Yaşamın bir ölçüsü mü vardır? Ya da yaşam çalınabilen bir şey midir? Kim, nasıl çalar? Biz onu nasıl çaldırırız? Niçin çalınır? Geri alabilir miyiz, nasıl alabiliriz, kimden alacağız? Bir yaşamak varsa, biz nasıl yaşıyoruz, gerçekten yaşıyor muyuz? Yaşamıyorsak ya da yaşıyorsak, bunu nasıl bilebiliriz? Kimler yaşamış sayılırlar? Yaşamak sahip olunan bir maddedir de, ne kadar sahip olursak o kadar mı yaşarız yoksa o maddelerle varolan, anlam kazanan ve yaşanan bir şey midir? Nasıl yaşanırsa yaşanmış sayılır? Nasıl yaşanmaz ve yaşanmadığı nasıl bilinir, kim bilir? Birileri bilir mi gerçekten? O zaman değişik yaşamaklar mı olmaktadır? Ya da birileri bilmektedir de, bilmeyenlerde mi vardır? Neyle yaşanır, ne olmazsa yaşanmamış sayılır? Yaşamak şeylerin toplamı mıdır yoksa şeylerin bir anlık varolup yok olmalarıyla görünen ve kaybolan bir şey midir? Eğer yaşamak bilinebilir, belirlenebilir, ölçülebilir bir şeyse, yaşayanlar ve yaşamayanlar kimlerdir? Yaşayanlar nasıl yaşayabilmektedirler, yaşayamayanlar niye yaşayamamaktadırlar? Yaşayabilenlere kim vermektedir? Yaşayamayanlardan kim çalmaktadır? Yaşamak verilebilir, alınabilir bir şey midir? Veren ve alan kimdir? Niçin vermektedir, niçin almaktadır? Yaşamak bir zorunluluk mudur? Yaşamak bize göre değişen bir şey mi yoksa bizi değiştiren bir şey mi? İyi yaşamak ya da kötü yaşamak diye bir şey var mıdır? Kime göre, neye göre, nasıl ve niçin? Yaşam yaşatılan ya da yaşatılmayan bir şey midir? Eğer yaşatılan bir şeyse bu nasıl olmaktadır ve hissedilip, bilinebilir mi? Yaşamamak nasıl anlaşılır, bu nasıl hissedilip, bilinebilir ve yaşatmayan kimdir, yaşatmayanı sevebilir miyim ya da herhangi bir olgu için yaşatılmıyorsam, o olguya gönülden bir bağlılık ve sevgi duyabilir miyim? Kim suçludur, niçin suçludur, nasıl suçludur, neye göre suçludur? Yaşayamayan mı suçludur, yaşatmayan mı? Kendilerine göre yaşamayınca yaşatmamakla tehdit edenlere göre ve onları mı yaşamak yoksa kendine göre ve kendini mi yaşamak yahut nasıl yaşamak? ...

 

İnsan ilk doğasına geri dönmeli ve kendisine iliştirilen her türlü doğayı reddetmeli ve döndüğü ilk doğasından ileriye yeniden bakmalı. Zira ancak o zaman bir şeylerin farkına varabilir ve farkına vardığı zaman bir şeyler yapabilir. Çünkü insanın bilinci çalınmıştır ve bilincine yeniden kavuşamaması için onu bilincine kavuşturacak her şey yasaklanmıştır ve bilincini öldürecek her şey serbest bırakılmıştır. Böyle olunca da kulluk toprağı kirlenmiş ve toplum tarlası her türlü kötülükle dolmuştur. Namussuzlar, sahtekârlar, yalancılar, kötüler, caniler, alçaklar, egoistler, hedonistler, sömürgenler her yeri işgal etmişlerdir. Ta ki ruh toprağını ve beyin göklerini dâhil. İşte bu yüzden, paylaşımcı, güzel, huzurlu, mutlu, adil, ahlaklı, hülasa; insanca yaşam ortadan kalkmıştır. Olgular mahiyetlerine mütenasip olaylaşmamaya başlamış ve birer sömürü aracı derekesine düşürülmüşlerdir. Olguların düştüğü yerde insanın da düşmesi mukadder olmuştur. Birisi bir şeyi ele geçirdiği zaman, onu herkes namına herkes için kullanmayı düşünmemiş, münhasıran kendisi için kullanmayı düşündüğü için toplumda paradokslar tezahür etmeye ve kaoslar baş göstermeye başlamıştır. Zira herkes münhasıran egemen olmaya ve insanlık üzerinde egemenlik kurmaya çalışmıştır. Kimse, herkes birlikte gülsün, birlikte ağlasın, birlikte çalışsın, birlikte üretsin, birlikte tüketsin ve huzurlu, mutlu şekilde yaşasın gitsin dememiştir. Böyle olunca da her şey şirazesinden çıkmış ve artık insanca yaşamın ne anlamı, ne de imkânı kalmıştır. İnsanlar, birilerinin peşine takılıp sürüklenip gitmişlerdir. Ve insanca yaşamak nedir, ne değildir asla umursamamışlardır. Hiçbir kimse de bir daha bu gidişi geri döndürmeyi denememiş ve sessizce tesis edilen müesses düzeni iyileştirmeye çalışmamıştır. Çünkü herkes sahip olmaya çalışmış, sahip olmanın bir şekilde yolunu bulmuş, sahip olduğunda da her şeyi sahiplenmeye yeltenmiştir. Asla herkes mutlu olsun, herkes gülsün, herkes yaşamdan payını alsın, herkes bir diğerini yaşatmak için yaşasın ve yaşattığı kadar yaşayacağının bilincine varsın denmemiştir. İnsanlığı yüceltmek ve yükseltmek derdinde olmamıştır hiçbir kimse. Birileri ürettikleri dini kullanmışlar, birileri kavmi kimliklerini kullanmışlar, birileri mezheplerinin ve cemaatlerinin peşlerine takılmışlar, birileri bir kişiyi ilah edinip ona kulluğa soyunmuşlar, birileri yanlış temellerde tesis edilen mekanizmaları yüceltmişler ve insanları yücelttikleri bu şeyler uğruna kurban etmişlerdir. Kendileri yükseldikçe, insan ve insanlık alçalmaktan kurtulamamıştır.

 

İnsanın bu dünyadaki varlığının anlamı nedir, insan nasıl insan olur? Acıları çoğaltıp sevinçleri azaltmak mı yoksa sevinçleri çoğaltıp acıları azaltmak mıdır insanın var olmasının anlamı? Acıları niye çoğaltır, sevinçleri niye azaltır, niçin yapar bunu, ne adına yapar? Oysa insan merhamet ettikçe yaşar, acıları hissedip acılara merhem oldukça yaşar, düşeni kaldırdıkça yaşar, düşenin üzerine kendisi de basarak değil, az olan acıları çoğaltarak ve çok olan sevinçleri azaltarak değil. İnsan zalim olmak için gelmemiştir dünya, adaleti egemen kılmak için gelmiştir. Öyleyse adaletin savaşcısı olanı niçin tecziye etmekten geri durmayız da, tüm insanlığı güldürecek olan adaleti öldürürüz? Niçin her şeyin çok güzel olması için tek bir adım atmaktan imtina ederiz? Ve yaşatarak yaşar insan, yaşattıkça yaşama sevincini duyumsar. Köleleştirdikçe değil özgürleştirdikçe yaşar insan. Çünkü kölelikte yaşamak yoktur, yaşamak özgürlüktedir ve özgür olan yaşama anlam ve sevinç katar. Zira insan tekliğinde çokluğu, çokluğunda tekliği gerçek anlamıyla yaşar. Paylaşarak çoğalma yolunu seçerek yaşar, az olsun benim olsun diyerek yaşayamaz. Herkes gülsün diye yaşar, herkesi ağlatmak için yaşayamaz. Ne aldanmak ne de aldatmak için yaşar, bilakis herkes hakikati bilsin ve hakikate göre insanca bir dünya kursun diye yaşar. Beni yaşatsın diye olguları istediği gibi anlamlandıramaz, hakikati yalanla örtemez. Kendine tevdi edilen beytülmalı inhisarına geçirerek yaşayamaz, herkes namına kullanarak yaşar. Bilakis olguları herkes lehine kullanır ve yalanların karanlığını hakikatin parıltısıyla aydınlatmak için yaşar. Herkese sahip olmayı düşünerek değil, herkesin insanca yaşamaya hakkı olduğunu düşünerek yaşar. Kendi dar penceresinden hayata bakıp hayatı yorumlamak değildir insanın varlığının anlamı ve böyle de insan olamaz. Evrensel bakış açısına sahip olarak ve nesnel temellerde hayatı izah ederek yaşar ve böyle bir yaşam neticesinde insan olmaklığın tadına varır. Sahip olarak değil, sahiplendirerek ve sahiplendirdikçe sahiplendiğini hissederek yaşar. Her mekanizmayı, insanı yaşatacak şekilde kurgular ve o yönde işlevsel kılar. İnsandan yaşama sevincini çalacak ve insana insanlığını unutturacak şekilde kurgulayıp o yönde işlevsellik kazandıramaz. İnsanların yaşadığını gördükçe sevinç ve mutluluk hissetmek için yaşar, insanların acı dolu yaşamlarını zevkle izlemek için yaşayamaz. İnsan sadece insanlık için yaşar, dışsal olgular için yaşayamaz ve dışsal olguların varlığı için insanı yok ederek yaşayamaz.

 

Bu dünyada insan dâhil tahrifata ve tahribata uğramayan hiçbir şey yoktur. İnanmayın aksi yöndeki söylemlere. Ve inanmayın iri laflara. Ve inanmayın yine arkalarında hakikati gizleyen kallavi söylemlere, bilinmez kavramlara, kof yorumlara. Bu şekilde kurbanlar oluyor, köleleşiyor ve sömürülüyorsunuz. Kendinizi yaşatmak için değil, sizden yaşamınızı çalanlar ve yaşamınızın çalınması için suiistimal edilen şeyler ve olgular için yaşıyorsunuz. Oysa ilk evvelde yaşaması gereken sizlersiniz, çünkü her şey sizinle yaşar ve hiçbir şey sizsiz yaşayamaz ve mutlak kutsal olan insanın ta kendisidir. İnsanlık aldatılmaktadır, yemin ediyorum insanlık aldatılmaktadır ve yalanlarla uyutulmaktadır. Uyanın ey insançocukları! Bakınız hakikat size gülümsüyor, sizde yüzünüzü ona dönün ve gülümseyin ona, aydınlandığınızı ve yaşamın içine çekildiğinizi göreceksiniz. Her şeyin çok güzel olacağına inanacaksınız tek bir eyleminizle. Çünkü hiçbir şey öz mahiyetine mütenasip şekilde hayatın içinde yer almamaktadır. Her şey insanın nasıl sömürülebileceği ve köleleştirilebileceği üzerine kurgulanmıştır. Bu yüzden hiçbir şeyi görünen yüzüyle ele alıp, hayatı şeylerin ve olguların görünen yüzüyle yorumlayıp, ona göre karar verip, yaşamsal tercihlerde bulunamayız. Tarihsel süreç içerisinde kendimiz dâhil, bozmadığımız hiçbir şey kalmamıştır. Ve bozulan şeyleri inhisarlarımıza almış, kendi kafalarımıza göre yorumlamış ve kalıplandırmış, yorumladığımız ve kalıplandırdığımız şekilde insanlığın önüne koymuş ve insanlığı kendimize mahkûm kılmış, ereklerimize kurban seçmişiz. Nihayetinde de yaşayanlar bizler değil, bizlerden yaşamayı çalanlar olmuşlar. Öyleyse insanlık uyanmalı ve hayatı ve dahi hiçbir şeyi, şeylerin ve olguların görünen yüzleriyle ve zamanda yorumlanmış şekilleriyle değerlendirmemelidir. Asli mahiyetlerine göre ele almalı ve sair tüm şeylere de, şeylerin ve olguların asli mahiyetleri zaviyesinden bakmalıdır. İşte o zaman hakikati ayan beyan görecek, dürüstleri ve sahtekârları tefrik edebilecektir. Şeyleri ve olguları da kendi öz mahiyetlerine yeniden kavuşturacak ve insanlığın yaşayabilmesinin yolunu sonuna kadar açacaktır ve yaşam, spontane, ayrık otlarını, sahtekarları, asalakları ayıklayacaktır zaman içinde.

 

Niçin yaşatmak için ve dolayısıyla yaşattıkça yaşamak için yaşamayız? Naçizane fikrimce insan münhasıran insanın yaşaması ve insanlığın evrene egemen olması için yaşar. Niçin münhasıran Allah’ın davası için yani hakikat için, adalet için, barış için, kardeşlik için, hürriyet için, hülasa; insanlık için yaşamayız? Niçin olgulardan, kimliklerden, dinlerden ideolojiler türeten ideolojik kodamanlar için yaşıyoruz? Niçin toplumsal hassasiyetler için varolduğu iddiasıyla ortaya çıkıp farklı kulvarlarda cirit atan sivil toplumcu kodamanlar için yaşıyoruz? Niçin mülk maymunu olmuş kodamanlar için yaşıyoruz? Niçin dini kendi inhisarlarına alıp küçük yapılar teşekkül ettirmiş olan ama yapılarında gerçek dinden zerre emare bulunmayan kodamanlar için yaşıyoruz? Ya da niçin herhangi bir şey için ya da herhangi bir olgu için yaşıyoruz? Tamam, yaşıyoruz diyelim ya ne kazanıyoruz? Yaşattıkça yaşıyor muyuz? Tamam, bir şeyi yaşatmak hasbi olmalı kazanmak için olmamalı ama yaşattıkça yaşattığımız şey de bizim yaşamamızı tevlit etmeli değil mi? Biz yaşamayalım ama yaşatalım ve yaşattığımız şeyler sayesinde zımnen kodamanları da yaşatalım ama kendimiz yaşamaktan yana nasipsiz kalalım, yok öyle yağma. Bu dünya herkes için cennet olmalı, birileri için cennet, birileri için cehennem olmamalı. Hayır yani bunun bir sebebi olmalı ya da yok mu bir sebebi ve siz sebepsiz yere, bir hiç uğruna mı kendinizi feda ediyorsunuz ve bunun adı nedir o zaman? Kendimiz ve insanlık için ne zaman yaşayacağız? Siz yaşadıkça sizin yaşamınızla varolacak olanlar zaten varolurlar, varolması gerekmeyenlerde spontane ayıklanıp giderler ve böylece siz size kalırsınız. Olguların gerçekte nasıl varolduğunu bildiğimiz halde o yönde hareket etmeyelim ama sonra olguların yok olduğu iddiasıyla ortaya atılıp yaşamların feda edilmesini isteyelim. Olguların yaşaması için yapmamız gerekenleri yaptığımız zaman zaten onların yaşamalarını ve hayatı yönlendirmelerini sağlarız. Ne yaptık olguların yaşaması için? Buyurun söyleyin, korkmayın, ki ondan sonra insanlardan bir şeyler bekleyin. Ama hiçbir şey yapmayalım, menfaatlerimizi kaybedeceğimizi düşününce hemen olguları yaşatmalıyız diyelim ve herkesinde bunu yemesini bekleyelim. Yekpare kodamanlar sizlerin yaşamlarınızı çalıyorlar ve sizlere sahte ve kof şeyler vaat ediyorlar ve sizler hayali şeyler uğruna yaşamalarınızdan feragat ediyorsunuz ey insançocukları? Benzerleriniz sizleri hep aldattılar, yine aldatıyorlar ve yine aldatacaklar, hiçbirine inanmayın. Siz Allah’a inanın ve onun yasalarına tabi olun. Benzerleriniz sizleri aydınlıktan karanlığa, Allah ise sizleri karanlıktan aydınlığa çıkarır. Ahmak mısınız siz? Hem yaşatıyorsunuz hem de isyan ediyorsunuz, bu mürailik değilde nedir? Birileri yaşıyorlar ve sizler bakıyorsunuz. Niçin bir ideolojinin militanı olacaksınız? Niçin canlı bomba olup kendinizi patlatacaksınız? Niçin birilerinin müridi olacaksınız? Niçin yani, ne uğruna? Niçin olmayacak şeyler için kardeşliğimizi çiğniyoruz, birliğimizi, beraberliğimizi tarumar ediyoruz, kuvvetimizi heba ediyoruz? Oysa aklımız ve vicdanımız var bizim. İnsanlık, hakikat, adalet, barış, kardeşlik, hürriyet safında bir ve beraber olup bu olguları aleyhimize kullananlara karşı başkaldırıp isyan edebiliriz ve istediğimiz güzel dünyayı yaratabiliriz. Münhasıran insanlığın kutsal saflarında buluşabiliriz ve kutsal yasalar temelinde konsensüs sağlayıp tek yürek ve tek yumruk olarak kavgamızı verebiliriz ve insanca hakça yaşanacak dünyamızı kurabiliriz. Her türlü kötüye ve kötülüğe karşı bir ve beraber olarak set olabilmek çok mu zor? Olamaz mı bu, yapamaz mıyız? Ütopya mı bu? O zaman ezilmeye, sömürülmeye, mezellet ve meskenet içerisinde kölece yaşamaya devam ediniz!

 

İnsançocuğu, ancak ve ancak aklının ışığıyla hayat yolunda yürüyorsa özgürlüğe kavuşabilir ve hayat yolunda yürürken olayları vicdanının terazisinde tartıyorsa adaleti hak eder. Binaenaleyh; insan gibi yaşamanın olmazsa olmaz önkoşuludur ve altyapısıdır akıl ve vicdan. Bu yüzden insan dendiği zaman aklıma ilk gelen şeyler; akıl ve vicdandır. Şu varlık âleminde ki en ulvi iki olgudur bunlar ve erdemli yaşamanın da temelleridirler. Bir insan; aklı ve vicdanı kadar insandır ve akılsızlığı ve vicdansızlığı kadar insanlıktan uzaktır. Bu yüzden aklınızın ışığını asla ve kata söndürmeyin, vicdanınızın terazisinin dengesini asla ve kata bozmayın insançocukları. Çünkü hayatınızın dengesini bozarsınız ve sahip olduğunuz, sizi siz ve insan yapan tüm kıymetlerinizi kaybedersiniz. Cennete ve cehenneme giden yolun sonunu da bu iki olgunun nasıl olaylaştığı belirler. İnsançocuğunun, kendisi dışında ki tüm varlıklardan ayrıldığı noktada burasıdır. Çünkü bilendir ve bildiğini aklı sayesinde bilendir; merhamet edendir ve merhamet ettiği için adil olandır ama merhametinin kaynağı da vicdanıdır. Bu hayatta insançocuklarının beslenmeleri gereken yegâne iki kutsal kaynak vardır; akıl ve vicdan. Aklınız ve vicdanınız aktifse eğer, şu yeryüzünde sizleri faşist emperyalizmin ve onun alçakça sömürüsünün nesnesi kılabilecek, adil olmaktan alıkoyabilecek ve köleleştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Yekpare insançocuklarının insanlık tarihi boyunca böylesi insanlık dışı muamelelere maruz kalışlarının yegâne sebebi; akıllarını ve vicdanlarını hayatlarının yegâne yöneticileri olarak intihap eylemeyişleridir. İnsançocuklarının hakiki anlamda kendileri olabilmeleri, kendi kaderlerini kendilerinin çizebilmeleri, cehaletin ve köleliğin zincirlerini kırabilmeleri; akıllarını ve vicdanlarını aktive etmelerine bağlıdır. Aklının ve vicdanının buyruklarını dinlemeyen ve bu buyruklar istikametinde hayat yolunda yürümeyen insançocuklarının mukadderatı karanlığın, cehaletin, esaretin, zilletin tam ortasında yaşamaktır. Tam bağımsız bir insan olarak varolmak istiyorsak şayet; aklın ve vicdanın kölesi olmaktan başka çıkar yolumuz yoktur ve ne güzeldir böylesi bir kölelik. İnsançocukları! Her ne şekilde olursa olsun, her ne sebeple olursa olsun, şartlar ve koşullar ne olursa olsun ve neyi gerektirirse gerektirsin; aklınızın ve vicdanınızın gösterdiği istikamette ilerleyin ve aklınıza ve vicdanınıza karşı asla hain olmayın. Çünkü aklın ve vicdanın ihanetlerinin bedelini asla ve kata ödeyemezsiniz. Olguların mahiyetlerini bilebilmek için, olayları olguların mahiyetlerine mütenasip değerlendirebilmek için; müracaat edilecek yegâne yer; aklınız ve vicdanınız olmalıdır. Aklınız ve vicdanınız aktifse şayet; göremeyeceğiniz, duyamayacağınız, farkedemeyeceğiniz, sezemeyeceğiniz, kavrayamayacağınız, yorumlayamayacağınız, anlayamayacağınız, hissedemeyeceğiniz, bilemeyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Yani dünyanız vehleten aydınlanıverecektir ve ilanihaye aydınlık içinde yaşayacaksınızdır. İnsanlığın çektiği tüm acıların, aydınlığını yok eden karanlığın, maruz kaldığı tüm kötülüklerin, mahkûm olduğu tüm sefaletlerin ve içine düştüğü insansızlık cehenneminin tek bir sebebi vardır; akılsızlık ve vicdansızlık! Hiç akletmiyor musunuz!

 

Voltaire der ki; bu dünyadan, ona geldiğimiz gibi aptal, onu bulduğumuz gibi kötü ayrılacağız. Keza Necip Fazıl der ki, akrebin kıskacında yoğurmuşsa bizi kader, aldırma bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Ve hakeza Arthur Schopenhauer der ki; böyle gelmiş böyle gidecek. Buradan çıkarak beyniniz sorular ve sorgulamalar cehenneminde paramparça olabilir ve oluyor da ama orasını geçecez, zira fazla derine dalmamak icap eder, çünkü içinden çıkıp çıkamamak sözkonusu olabilir, beyin garip sorular sorabilir. Geçelim! Bakıyorum ve düşünüyorum da, toplum olarak hiçbir zaman sahici bakmıyoruz, düşünmüyoruz ve anlama çabası içinde olmuyoruz. Hissiyatımız zaten yok. Nasıl mı? Biteviye sığ sularda yüzüyoruz, absürt işlerle iştigal ediyoruz. Hiçbir zaman olguların hakiki mahiyetleri ve olguların nasıl olaylaştıkları ve keza nasıl olaylaşmaları gerektiği üzerinde kafa yormuyoruz. Varsa da yoksa da ucuz ve kısır politik münakaşalar, onu bile beceremiyoruz. Sanki bizim işimiz politika yapmak ve olguları politikanın kurbanları kılmak. Keşke yapabilsek onu da. Çünkü politika yapmayı da bilmiyoruz ve beceremiyoruz. Zira politika olgusunu bilmiyoruz. Yoksa birileri bizi bu cehennemin içine atıverip, oradan rant mı devşiriyor? Biz yalanlar ve kuru gürültüler beşiğinde uyuyor muyuz? Çünkü konuşuyoruz, bağırıyoruz, gürültü çıkarıyoruz, hatta birbirimize düşman oluyoruz ama ortaya çıkardığımız hiçbir güzellik yok, çözebildiğimiz hiçbir mesele olmuyor, bilakis tüm kötülükler ortalığa yayılıveriyor vehleten. Münhasıran nefsimizi tatmin ediyoruz. Birilerinin paçavra köşelerindeki sayıklamalarını, ucuz çıkarımlarını alelusul yutup toplum içinde kusuyoruz ve bir şey bildik, politika yaptık sanıyoruz kendimizi. Oysa farkında olmadan tükenip gidiyoruz, her yerimizden aptallık akıyor ama söylenmediği için zekice bir iş yaptığımızı sanıyoruz. Peki niye yeknesak bir biçimde aynı şeyleri terennüm edip duruyoruz? Niye olguları konuşmayız? Niye her şeyi ve her olayı olgular temelinde değerlendirmeyiz ve çözümlemeyiz? Böyle yapınca tehlikeli mecralara mı sürükleniriz yoksa? Mesela ahlak olgusunu ele almayız niçin? Ahlak nedir, ne değildir, nasıl ahlaklı olunur, ahlak bireysel midir, toplumsal mıdır, ahlak nereden neşet etmektedir, ahlak nasıl yozlaşır, bir kişinin bizim düşüncemizden olması mı iyidir yoksa ahlaklı yaşaması mı, bir insançocuğu ahlaklı olduğu takdirde farklı düşüncedeyse saygı duyulmalı mıdır, duyulmamalı mıdır, başka düşüncedense ahlaksız mı olmalıydı ve böyle mi işimize gelirdi, münhasıran bizim düşüncemizden olan mı ahlaklı olur ancak ama niçin, politika niçin ahlaksızdır ya da ahlaklı ise nasıl bir ahlaka ve hangi ahlaka sahiptir ispat edilebilir mi? Ya da adalet nedir, nereden neşet etmektedir, adaletsizlik nedir ve niçin adaletsiz olunur, adaletten korkulmakta mıdır, adalet ve politika bağdaşır mı, adaletsizlik politikanın ruhu mudur yoksa politikacılar mı adil değildirler, insan mı, toplum mu, devlet mi adil olmalıdır yahut hepsi kendi mekanizmaları içinde mi adaleti sağlamalıdırlar, adaleti sağlamak gerçekte kimin ödevidir, insan adaletsiz yaşayabilir mi, adalet uygulandığı takdirde bir şeylerin yaşaması mümkün değilde o yüzden mi adil olunmamaktadır? Yahut ihanet ve sadakat olguları gerçekte nedir, ihanet nasıl olur, sadakat nasıl olur, kim haindir, sadık kimdir, bu olguların gerçek mahiyetleri nedir, hain denilen sadık, sadık denilen hain olabilir mi, ihanetin ve sadakatin kriteri kime göredir? Biz ucuz, basit ve kısır politik münakaşaların içine taammüden mi sürükleniyoruz? Yani birileri bizim temel meseleleri konuşmamızdan, olaylara bakarak olguları tahlil, tetkik ve tahkik etmemizden mi imtina ediyorlar?  Olgular üzerinde konuşulursa, yekpare insançocukları olarak nasıl olduğumuz mu ortaya çıkar? Gerçekten çok acayip insanlarız, acayip bir dünyada acayip bir hayat yaşıyoruz. Gerçeklerden korkuyoruz. Gerçekçi olamıyoruz. Aynadaki gerçeklere bakamıyoruz. Alelade yaşayıp gidiyoruz. Olguların mahiyetlerini ortaya koyup, olayları bu minvalde değerlendirmekten ödümüz patlıyor. Olguların gerçek mahiyetleri aşımıza zehir oluyor, keyfimizi kaçırıyor, fiyakamızı bozuyor. Sonra da gerçekliğimiz ortaya çıkınca bozuluyoruz.  Oysa gerçek hep aynı kalır ve öldüğü sanılır ama yeniden doğar!

 

Söylediğimiz gibi, bizler şeyleri olgulara göre değil, olguları şeylere göre değerlendirdiğimiz için kaybediyoruz ve insanlık şerefimizi çiğniyoruz, iyi yaşayamıyoruz ve kötülükler içinde boğuluyoruz. Sonra da hakikati kendi bakış ve görüş açımıza göre naçizane izah ve izhar etmeye tevessül ettik mi de ithamlar peşi sıra gelmeye başlıyor. İnsanlar olarak gerçekleri söylemek zorundayız. Bunun neyini ve neresini anlayamıyoruz vallahi bendeniz de burasını anlayamıyorum. Gerçeği görmek ve kabullenmek asla kaybettirmez, muhakkak kazandırır ama bunu hiçbir zaman hiçbir şekilde idrak edemedik, maateessüf. Münhasıran dünya menfaatleri mucibince hareket ettik, hakikati bile isteye bu uğurda tahrif ve tahrip ettik, üstüne insanlarında böyle bir şeye inanmasını bekledik. Niçin inanayım ve niçin göz göre göre kaybetmeye eyvallah edeyim? Kimin hakkı vardır böyle bir şeyi beklemeye? Benzerlerimden hiçbirine mutlak şekilde inanmak zorunda değilim, ki hiçbir benzerime de inanmıyorum. Çünkü bendeniz yalandan tiksiniyorum ama hakikate tapıyorum. Bana yalan söylüyorsan ya da bir cümle söylüyorsan, soru sorma ve sorgulama hakkını da vermelisin, işte o zaman inanabilirim ama inanmam iktiza ediyorsa yani hakikat olduğuna emin olursam söylenilen şeyin yoksa niçin inanayım? Kimse kusura bakmasın, hakikati apaçık bildiğim halde körlüğe bürünüp yalanlara inanamam. Gerçeği haykırana her zaman kızdık, onu düşman belledik ama kaybeden biz olduk. Yalan mı? Çünkü dosdoğru olmakla ve hakikati yalanla karıştırmamakla emrolunduk ama neyle emrolunduğumuzu çok çabuk unuttuk. Ayrıca şeyler ve olaylar olgu odaklıdır ve olgular üzerinde bir anlam kazanırlar. Misal; Rab nedir? Anlamına ya da kendi yüklediğimiz anlama göre mi Rab olgusunu çözümleyip değerlendirecez yoksa Rab olgusu anlam bakımından neyi ifade ediyor bağlamında mı Rab olgusunu çözümleyip değerlendirecez ve kendimizi ona göre konumlandıracaz? Elbette ki, Rab olgusu bağımsız olarak neyi ifade ediyorsa odur, biz ifade ettiğinden başka bir ifadeyle o olguyu tamınlandıramayız ve o olguya kendi öz anlamından başka bir anlam yükleyemeyiz, münhasıran kendimizi sorumluluktan kurtarma pahasına. Bizler olgu odaklı yaşayıp, şeyleri, olayları, hareketleri, düşünceleri, adımları olguların gerçek-öz mahiyetleri temelinde çözümleyip, değerlendirip ve buradan bir sonuca varıp isabetli karara ulaşamadığımız için böyle sefil yaşıyoruz. Allah ve İnsanlık aşkına lütfen söyleyin tam tersi şekilde bir yaşam sürsek bizi aldatabilirler mi, bölebilirler mi, köleleştirebilirler mi? Faşist emperyalizm insanlığın kanını emebilir, canını alabilir ve kaynaklarını istediği gibi yağma ve talan edebilir mi? Biz tersinden tanımlama, konumlama ve yargılama yapıyoruz. Ahlaka göre insanlar değerlendirilir, insanlara göre ahlakın konumu ve anlamı belirlenemez. Ahlak olgusunun mahiyeti beliğ bir şekilde ortaya konur ve onun yanında konumlanırız, daha sonra da karşımızda ki kişinin ahlaklı mı, ahlaksız mı olduğunu tespit ederiz. El ele, gönül gönüle, kafa kafaya verip, olgular temelinde şeylere baksak ve şeylerin ortaya nasıl konulduklarını olguların mahiyetlerine göre değerlendirsek ve ulaştığımız sonucu korkmadan ifade etsek daha insanca yaşamış olmaz mıyız ve insanca yaşanacak dünyaya doğru bir adım atmış sayılmaz mıyız? Peki, kendimize bu iyiliği yapmamamızda sebep nedir? Önce yaşanacak bir dünya sonra yaşamak… Şiir gibi, şarkı gibi, türkü gibi, dopdolu duygularla, bağımsız düşüncelerle özgürce yaşamak…

 

Bizler, devasa evreni egemenliği altına almaya ve yekpare insanlık üzerinde mutlak krallığını ilan etmeye çalışan faşist emperyalizmin kıskacı altındayız. Ne ince planlarından haberdarız, ne netameli tezgâhlarından, ne de büyük oyunlarından. Zaten bunları bir şekilde ihsas edip ifşa etmeye tevessül ettiğinizde yaşama sevincinizi yok etmek için elinden gelen ne varsa yapmaktan geri kalmıyor. İlk evvelde olguları tahrip ve tahrif ediyor, ondan sonrası çok kolay şekilde olup bitiyor. Kardeşliğimizi bozuyor, sömürene yol veriyor, barışı katlediyor, bilimi ve ilimi yalanı hakikatleştirmek için kullanıyor. Ahlakı bozuyor, adaleti insanlığın celladı kılıyor, hürriyeti boğuyor ve insanı düşürüp çiğniyor. Bilinçlerimizi öylesine dumura uğratmış ki, gözlerimize sokulan gerçekleri yalan sanıyoruz ve düşman oluyoruz. Yapmadığımız zaman ölsek daha iyi olacağımız bir şeyi, yapmadığımız zaman yeniden yapabileceğimiz zamanı olan şeye feda ediyoruz. İşte burada derin bir yanılgı, sefil bir algı ve yanlış bir anlama var. Çünkü bizi kalbimizden vuruyor, duygularımızla oynuyor. Öyle bir harap etmiş ki ruhumuzu ve beynimizi, yemin ediyorum izahı imkânsız. Handiyse beyin ölümümüz gerçekleştirilmiş desek yeridir. Faşist emperyalizm, insanlığı korkuyla yönetip yönlendirdiği için, insanlık beynini çalıştıramıyor, ruhunu ortaya koyamıyor. Her yere bir şekilde tasallut ettiği ve kılcal damarlara değin sızdığı için, hiçbir yer hakikati izah ve izhar edemiyor. Ta ki, bir taraf diğer tarafla ilgili hakikati bile söyleyemiyor, ki birbirlerine muhalif oldukları halde, ancak söylemelerine izin verildiği kadarıyla iktifa ediyorlar yani gündelik, popülist sayıklamalar çerçevesinde kalıyor her şey. Kâğıt paçavraları, yalanın sözcüleri sürekli aldatma ve aldatarak yönlendirme peşinde, çünkü satan memnun, alan memnun. Haddizatında serdedeceğimiz o kadar indi mülahazalarımız ve yorumlarımız var ki, söylesen ayrı bir dert, söylemesen ayrı bir dert ama söylemek ne mümkün. İnsanlık acı çekerek, sürünerek, yaşamadan ölüp gidiyor. Yazık, günah diyecem ama kendi ellerimizle yapıyoruz ne yapıyorsak kendimize.

 

İnsançocuğu; iyice bilin ki, bir değil bin kez ölmem gerekse de, doğru bildiğimi yapmaktan vazgeçmeyeceğim diyebilmeli Sokrates gibi. Hak bildiğimiz yolda yalnız kalsakta yürüyebilecek kadar güçlü olmalıyız diyebilmeli Nurettin Topçu gibi. Geçelim! Biz nefes alıp vermeyi yaşamak sanıyoruz. Biraz güç, biraz para, biraz mülk, biraz makam, biraz konfor, tamam bitti, artık başka şeye gerek yok, yaşamak için bundan başka neye ihtiyacımız olabilir ki!?! Şeref, onur, karakter, kişilik neyimize gerek. İşte faşist emperyalizmin istediği tam da bu ve istenilen şeyleri çok kolay şekilde temin ediyor ve böylece istediği gibi hükmediyor. Birkaç cümleyle bağırmamıza da müsaade ediyor, oh ne güzel! Faşist emperyalizm öyle bir tuzak kuruyor ki insanlığa, bazen insanı kötülüklere çağırmak ve çekmek için hiçbir şey yapmıyor ama garip bir şekilde çok korktuğu gerçekle insanın bağını koparmak için iyilik maskesiyle iyiliğe yönlendiriyormuş gibi yaparak şirinlik pozu verebiliyor. Böylece insanı iflah etmez bir gaflet çukuruna düşürüyor, insan iyilik yapıyormuş gibi düşünüyor ama anlaması icap eden meseleleri unutuveriyor, gerçek düşmanını tanıyamaz duruma düşüyor. Sömürülüyor ama sömürüldüğünün fevkine varamıyor, çünkü sömürü endirekt yollarla tahakkuk ediyor. Ne hazin bir hikâyesi, ne acı bir kaderi var şu insançocuğunun! Mazlumun yanında yer almadığında zalime ortak olduğunun, adaletsizliğe karşıduruş sergilemediğinde adaletsizlik yapanın yanında yer aldığının farkına bile varamıyor, faraza vardı desek bu sefer yerinden kımıldamıyor, çünkü öylesine duyarsızlaşmış ve umarsızlaşmış ki, onu ilgilendiren bir şey olarak görmüyor böylesi şeyleri. Öyle ya, her şeyi var, olmayan bir şeyi yok, insanca duruş neyine gerek! O yeterki istediği bolluğa ulaşsın ve bolluk içinde yuvarlanarak, tepinerek yaşayıp gitsin keyfince. Acı çeken, sefaletin dehlizlerinde yaşayan, rızkını alabilmek için bile onca cefaya tahammül eden insançocuklarını düşünmek onun işi midir ki!?! Oysa insan ne kadar daha az şeye sahip olursa o kadar insanca yaşayabilir, ne kadar çok şeye sahip olmak isterse o kadar sürüleşir ve köleleşir ama bunu anlamak nasıl kabil olacak?

 

Biz pusulamızı ve ölçümüzü kaybettik. İnsanlık haritamızı bozduk. Hayatımız şirazesinden çıktı. Dünyamız karardı. Yenilgi mukadderatımız oldu. Biz hem bireysel hem de toplumsal bilincimizi yitirdik, daha doğrusu çaldırdık. Hz. Ömer’i sorgulayan toplumsal bilinç nerede? An be an sorularla ve sorgulamalarla Allah’ı arayan, her bulduğunu Allah bilen ama sonra reddeden ve mütemadiyen Allah’ı aramaya devam eden Hz. İbrahim’in bireysel bilinci nerede? Biz Allah’a iman ediyor muyuz gerçekten? Biz hangi kimliğe sahibiz ve sahibiz dediğimiz kimliğe ne derece sahibiz? Biz nerede kaybettik ve neler kaybettik hiç düşünüyor muyuz? Gerçekten kaybettiklerimizi tahattur eyleyip hiç yüreğimizi hüznün bastığı oluyor mu? Böyle kaliteli, şuurlu, bilinçli, dirayetli, basiretli toplumlar ve bireyler var mı? Böylesi bireylere ve toplumlara boyun eğdirmek kolay mıdır? Böylesi bireyleri ve toplumları istendik yönde yönlendirmek kabil midir? Böylesi bireyleri ve toplumları faşist emperyalizmin açık ya da gizli köleleştirmesi kabil olabilir mi? Gerçekten buradaki öz düşünceyi, derinlikli ve kararlı varoluş iradesini hissedebiliyor muyuz? Kimse kusura bakmasın ama hiç sanmıyorum. Çünkü çok şey kaybettik tarihsel süreç içerisinde ve ne acıdır ki kaybetmekten çok memnunuz. Çünkü kimsenin işine gelmeyen bir durumdur böyle bir durum. Bahusus faşist emperyalizm böylesi bir yaşamdan, böylesi varoluşlardan asla hazzetmez, binaenaleyh böylesi yaşamlardan vazgeçirmek için fasılasız bir mücadele içindedir ve bu mücadelesine müzahir olanları dünya nimetlerine boğar ve bireyleri ve toplumları yine kendi elleriyle kendilerine yaptırdığı eylemler sayesinde zincirler. Çünkü bireylerin ve toplumların kolay yönlendirilebilir olmalarını ister. Zira ancak böyle bireyler ve toplumlar sayesinde mutlak krallığını ilan edebilir. Neler kaybettiğimizi sıralasak devasa bir dağ olur, anlayabiliyor muyuz? Kaçımız, çok ağır gelse de, kendi yüzümüze tükürecek olsakta nefsimizi hesaba çekebilecek cesarete sahibiz? Peki, şikâyetlerimiz de bir bilinç, samimiyet, dürüstlük var mıdır, hangi saikle varolabilir, gerçekten vardır desek bile ne kadar samimiyetsiz olduğumuz faş olmaz mı? Zira şikâyetimiz de samimiyet varsa, ortaya onurlu eylemler çıkması icap etmez mi ama nerede? Böyle bireyler ve toplumlar için hangi yenilgi olabilir? Ama böylesi bireyleri ve toplumları ister miyiz? Dünya sevgimiz ve dünya nimetlerine meftunluğumuz, bizleri maalesef böyle toplumları ve bireyleri istemekten geri bırakır. Bu kadar benciliz yani! Vallahi, billahi, tallahi biz insançocukları çok sahtekârız. İğreti bir yaşamımız var, içeriksiz, samimiyetsiz, yalan dolu, dürüstlüğün olmadığı bir yaşam. İyilik isteyen ama kötülük yapan, hakikate tapan ama yalansız yaşayamayan, sürekli değer diyen ama fasılasız değerleri çürüten insançocuklarıyız. Güzel bir dünya istemeyiz ama istiyormuş gibi görünmeyi severiz. Yazık insanlığımıza!

 

İnsançocukları, önce her türlü fazlalıklarından soyunup arınıp toplum dışına atacaklar kendilerini yani bir nevi toplumdan uzaklaşacaklar, kopacaklar. Zihinlerini ve kalplerini de boşaltacaklar, dünyaya nasıl gelmişlerse geldikleri gibi olacaklar. Yani hiçbir önyargı, önkabul, önkoşullu bakış ve görüş, hiçbir önbilgi olmayacak. Koşullandırılmışlıktan, kesin inançlılıktan kurtulacaklar. Sonra da yapayalnız olarak bir dağa çıkacaklar ve toplum tarlasına o dağdan bakacaklar, mutlak bağımsız bir akılla ve mutlak temiz bir vicdanla. Herkese eşit düzeyde bakacaklar. Zaten böyle yaptığında, karşısında ki herkes bir ve aynı olacak senin yanında. Hiçbir kimseden duygusal ve düşünsel olarak etkilenmeyecekler. Aklı ve vicdanı kıstas bilecekler. Ama yanlarına olguları da alacaklar; kirletilmemiş, değiştirilmemiş, dönüştürülmemiş, bozulmamış halleriyle. Çünkü sorularını o olgulara göre soracaklar, sorgulamaları o olgulara göre olacak ve o olgulara göre bakacaklar her şeye, herkese. Bundan sonra da şeyleri, kişileri, olayları, hareketleri, eylemleri, tavırları, duruşları, kimlikleri, kişilikleri, karakterleri o tertemiz olgulara göre yeniden müşahede edecekler ve çözümleyip değerlendirecekler. Nihayet en isabetli, en doğru kararı verecekler yekpare şeyler hakkında. Tabir caizse yeniden doğup yeniden büyüyecekler. İşte o zaman bakalım görelim nolacak? O insan bu insan mı olacak? İnsan nasıl bir boyut kazanacak? Varlık nasıl bir boyut kazanacak? Hayat ve dünya nasıl bir boyut kazanacak? Geçelim! Bir insan diyor ki; şu insan şöyle. Tamam, sana göre şöyle olabilir ama bana göre değil. İlla senin bakış açınla bakıp senin gördüğün gibi görmek zorunda değilim ki? Madem şöyle o zaman böyle yapılması lazım değil mi? Evet, aynen böyle yapılması gerekiyor ama yapılmıyor. O zaman söylediğine niçin inanayım? Ya beni aldatmak için, beni kullanmak için böyle söylüyorsan?  Ki, benden daha akıllı mısın ki aklı vermeye yelteniyorsun? O zaman ispat et bunu. Senden daha akılsız olabilirim ama söylediklerini ispata çağıracak kadar aklım da yok değil. Öyleyse ispatı nedir bunun yani daha akıllı olduğunun ve söylediklerinin doğruluğunun? Tamam, ispat edemezsin ama ya ben tersini ispat edersem nolacak? O zaman sana inanamam ki? İnanmak zorunda mıyım yoksa? Niye? Ve başka insanlara senin pencerenden bakamam. Hayır, niye bakayım ki? Benim öyle bir ödevim, öyle bir davam yok ki. Benim insanları kötülemek, suçlamak, ötelemek gibi bir ödevim yok, bilakis iyileştirmek, iyiliğe yönlendirmek, onlara en güzel dille konuşmak, onları hakikate çağırmak gibi bir ödevim var. Niye bana verilmiş ödevimi yapmayıp görevime ihanet edeyim? Bir benzerim yüzünden karanlığa mahkûm olayım niçin? Kimseyi, kimseyle tanımadım, bilmedim ve tanımayacağım bilmeyeceğim. Kendi aklım ve vicdanım var benim. Kimsenin de, bendenizi başkasıyla tanımasını, bilmesini istemem. Herkes buyursun sorsun, cevabını alsın ve aklıyla, vicdanıyla tanısın.

Tarih: 14.06.2019 Okunma: 874

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?