‘’’’Andolsun, mallarınızla ve
canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler)
işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (bu) emirlere olan azimdendir.’’’’
Ali İmran-186. Bu ayeti işitebiliyor muyuz, duyabiliyor muyuz, anlayabiliyor
muyuz, hissedebiliyor muyuz? Bunu olabildiğince ekstra bir bilinçle ve
farkındalıkla soruyorum yani ne sorduğumun farkındayım ve bilincindeyim. Masal
da dinlemek istemiyorum. Çünkü her gün masallarla kalkıyor, masallarla yaşıyor
ve masallarla yatıyorum zaten, binaenaleyh masallara karnım olabildiğince tok
hatta ömrüm boyunca masal dinledim handiyse. Yalanlara bakacak yüzümde yok.
Hiçbir kimsenin masallarına ve yalanlarına inanmaya niyetim de yok,
zorunluluğumda yok. Ne kulların kuluyum ne de kölesiyim kölelerin! Özgür bir
kul ve bireyim. Bendeniz hayatın dışındayım ve kimliğimde bağımsızım. Şimdi
burada canla ve malla imtihan olunacaksınız deniyor. Deniyor mu? Evet, deniyor
mu? Sarih ve beliğ bir şekilde ortada duruyor bu, malumu ilama lüzum yok. Biz
imtihanı yok etmek mi istiyoruz, imtihandan kaçmak mı istiyoruz yoksa ne
yapmaya çalışıyoruz? Bu soruları sormak ve sigaya çekmek zorundayım kendimi.
Kimse üzerine alınmasın. Bu imtihana kimler tabi tutulur? Kısıtlı aklımla
söyleyecek olursam şayet; ey iman edenler iman ediniz emrine muhatap olup
gerçekten iman edenler tabi olur değil mi? Öyle değil mi? Öyle değilse nasıl?
Gerçekten iman edenler yani imanın ne olduğunu ve neyi gerektirdiğini bilenler
ve gerektirdiğini gerektiği gibi ifa edenler. Açık ve net, gerçekten iman
etmiyorsan, kimseyi rahatsız etmezsin, kimse rahatsız olmazsa sende rahatsız
olmazsın ve rahatsız olan hiçbir taraf yoksa gül gibi yaşayıp gidersin. Doğru
mu? Yanlışsa buyur yüreğin yetiyorsa ispat et. Ama nasıl yaşarsın orasını
bilemem, bilsem de söylemeye lüzum yok. Çünkü ne kadar iyi yaşarsan o kadar
kötü (!) olursun, kötü olmaman gerekenlerin yanında bile kötü olursun, ne kadar
kötü (!) olursan o kadar saldırıya maruz kalırsın, maruz kaldığın saldırıya ne
derece direnirsen dünyadan o kadar kaybedersin, kaybettiklerine ne kadar
sabredersen o kadar kazanırsın. Peki, biz ne yapmaya çalışıyoruz? Naçizane
fikrimce bu ayete muhatap olmamaya çalışıyoruz, olmamak için her yolu
deniyoruz. Kazandığımız dünyayı kaybetmemek için karakterimizden,
kişiliğimizden, imanımızdan, izzetimizden, şerefimizden taviz üstüne taviz
veriyoruz ve böylece bu imtihanın getireceği sümmehaşa belalardan (!) kendimizi
kurtarıyoruz. Doğru mu? Doğruyu anlattırma! Hayatın dışındayız dediysek,
hayatın içindeyken dışındayız dedik, hayattan sürgünüz demedik. Demir leblebi
gibidir bazen şeyler, yutabilecek cesaretin varsa yutamaya tevessül et, bilakis
geri git ve haddinizi bil? Biz gerçekten iman edip, o imanın gerektirdiği ya da
zorunlu sonucu olacak imtihanla yüzleşmek mi istiyoruz yahut sahte imanla
yaşayıp ne imtihana tabi olmak ne de tabi olacağımız imtihanın ödeteceği bedeli
ödemekten kurtulmak mı istiyoruz? Ya da sümme haşa, imtihanı işlevsiz, anlamsız
ve etkisiz mi kılmaya yelteniyoruz?
Elbette bu durumların sunacağı bir hayat var; biri sıkıntılı, ıstıraplı
ama izzet, şeref, onur dolu bir hayat; diğeri de sıkıntısız, ıstırapsız ama
zillet, cehalet, esaret, sömürü, sefalet dolu bir hayat sunar. Karar bizim,
tercih bizim, kader bizim, hesap bizim, sonuç bizim…
Ey insançocukları! Bizler niye doğruya
doğru, yanlışa yanlış diyebilecek cesaretimizi, bilincimizi kaybettik? Bizler
bu yetilerimizi kaybettiğimizden beridir sömürülmekteyiz, ezilmekteyiz ve
yaşamamaktayız ve bir türlü de yaşayamıyoruz. Hep birilerinin peşinde dolanıp
duruyoruz ve bu durum bizleri biz yapan değerleri çok tehlikeli biçimde
aşındırıyor ama fark edemiyoruz, çünkü böyle yapmak ve böyle yaşamak dünya
düzleminde kazandırıyor. Kim olursa olsun yanlışına yanlış, doğrusuna doğru
diyemiyoruz. Hakkı apaçık olarak olduğu gibi ortaya koyamıyoruz. Hakikate
ihanet ediyoruz ve bunu normal görüyoruz ama bunu ifşa etmek ihanet telakki
ediliyor ve tedricen her boyutta yozlaşıyoruz kötü şekilde. Sonrada nedamet
gözyaşları döküyoruz. Allah’a ve kendimize ihanet içindeyiz ama fark edemiyoruz
ya da menfaatimiz zedeleneceği için dile getiremiyoruz. Bizler, neye nasıl bir
zarar verdiğimizi ihsas edebiliyor muyuz Allah aşkına? Bir nevi gizli
putperestiz ama farkında değiliz. Oysa bizler, karşımızdakiler kimler olursa
olsunlar, yanlışlarına yanlış, doğrularına doğru diyebilirsek, işte o zaman
karşımızdakilerde ona göre tavır belirlemek zorunda kalacaklar ve böylece zaman
içerisinde hem bireysel anlamda bir düzelme hem de toplumsal boyutta bir
dirilme meydana gelecektir. Bilakis hem bireysel bazda hem de toplumsal boyutta
çürümeler tezahür edecektir. Zira kim olursa olsun yanlışına yanlış, doğrusuna
doğru dediğimiz ve hakikati hayatın tam göbeğine yerleştirdiğimiz vakit,
karşımızdakiler bizlerin aldanmadığımızı ve böylece bizleri kolayca
aldatamayacaklarını öğreneceklerdir. Binaenaleyh, bizler ne yaparsak yapalım,
bu toplumu kolayca kendimize inandırabilir ve istediğimiz yönde yürütebiliriz
inancından vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Maalesef, bizleri cehaletimizden,
kültürsüzlüğümüzden vuruyorlar ve bizlerde kolayca vurulabiliyoruz. Kendimizi
değiştirmeye de bir türlü yanaşmıyoruz. Çok kötü yönden taarruza maruz
kalıyoruz ve fasılasız yozlaşıyoruz. Özgün bakış açısından çok uzağız. İlla bir
yere ait olacağız, bir yere bağlanacağız ve her şeye oradan bakacak, her şeyi o
cepheden görecek ve her konuda oraya göre değerlendirmeler yapacağız ve oraya
göre kendimize yol çizeceğiz. Oysa hakikat bağlamında böyle bir şey kesinlikle
kabil değildir ve olamaz. Keza kul olmaklığımıza bile mugayirdir böyle bir
yaşam. Bizler her şeye hakikat cephesinden bakmalı, hakikat temelli sorular
sormalı ve sorgulamalar yapmalıyız. Çünkü bizler hiçbir kişioğlunun kulları
değiliz, münhasıran Allah’ın kullarıyız! Bizim, sürgit karanlığın tam ortasında
olmamızda, böyle yaşadığımız içindir.
Ey insançocukları! Bizler bir şeyi
anlamadan ona inanıveriyoruz, yaşantımızda ki en büyük sakatlık burada. Önce bi
anlayalım demiyoruz. Düşünerek, sorarak, sorgulayarak anlayacağımıza, duyuyoruz
ve inanıveriyoruz, sonrada öyle bir bağlanışla bağlanıyoruz ki artık kesin
inançlılar oluveriyoruz. Bir daha dönmek ne mümkün! Bir şeye inanmayagörelim,
artık ona tapıyoruz. Onun yaşaması bizim yaşamamızın önüne geçiyor ve kendimiz
için yapmadığımız fedakârlıkları o şey için yapmaktan imtina etmiyoruz.
Kendimizi pisipisine feda ediyoruz ve bununla da övünüyoruz, oysa ne
yaptığımızı bilmiyoruz, fakat bildiğimize inanıyoruz. Yani bilmediğimizi bile
bilmiyoruz. İnsanlar arasında ki ilişkilerden haz alan var mı Allah aşkına ya
da bir kültürel hamuleye istinat ettiğine inanan var mı süregiden insani
ilişkilerin? O kadar banal, alelade ve sığ ilişkilerin tutsaklarıyız ki, bir
türlü kurtulamıyoruz. Üst düzey bir iletişim kuramıyoruz, muhabbet edemiyoruz
kadim kültürel temeller üzerinde. Farklılıkları tanımaktan, onları anlamaktan
ödümüz patlıyor sanki. Basit kırgınlıklar, küslükler, alınganlıklar,
başkalarına karşı örülen duvarlar vs. hayatımızı esir almış, iletişimizi
kötürümleştirmiş. Selamdan öyle bir bahsediyoruz ve selamı öyle yüceltiyoruz
ki, hayatımızda selama yer vermiyoruz çok yüce bir şey olduğu ve kirlenmemesi
gerektiği için!!! Tıpkı adaleti o kadar yüceltip, göklere hasredip, yeryüzünde
ondan bahsedilmesinin önüne geçtiğimiz gibi. Çünkü biz kendimiz değiliz ve
kendimizi yaşamıyoruz. Birilerini putlar ediniyoruz, bir düşünce sistemini din
ediniyoruz ve ona göre yaşıyoruz, onlar oluyoruz. Onlar olduğumuz için onları
yaşıyoruz artık. Birini sevdik mi hiçbir hatasını göremiyoruz, adeta
körleşiyoruz. Oysa sevgi kalpten gelir ve hayatın zorluklarını birlikte
göğüsleyebilmek ve yenebilmek içindir, sevdiklerimizin hatalarını ve
yanlışlarını örtmek için değil. Ama biz adeta birer temizleyici ve tapıcı
olmuşuz. Kendimiz nezdinde kendimizin zerre miskal kıymeti harbiyesi yok ama
başkaları kendimizde kendimizden daha değerli ve saygıya seza. Gün gelip bir
şeyleri kaybettiğimizde de ağlaşmaya başlıyoruz. Bu yozlaşma nasıl oldu, bu
insanlar niye bu kadar bozuldu, hayat niye sıkıcı gelmeye başladı, gençlik
nasıl olurda kendini kaybeder gibisinden teraneleri terennüm ediyoruz ama yine
de biz suçlu olmuyoruz hiçbir zaman her ne hikmetse. Bizler cahil ve zalim
insançocukları olduk maateessüf!
Bir insan ve bir toplum hesap
sorabildiği kadar vardır, yaşar ve yönetir. Eğer ki bir insan ya da toplum
sormuyor, sorgulamıyor, hesaba çekmiyorsa, o insan da, o toplumda ölüdür ve
zamanla canlı olan her şeyi de öldürürler. Hesap soran bir insan ve toplum,
akıntıya kapılmış çöp olmaktan kurtulur ve akıntıya yön veren bir katalizör
olur. Çünkü soran, sorgulayan ve hesaba çeken bir insan ve toplum diridir ve
her şeyin diri kalmasını sağlar. Hesap sormak ölüme meydan okumak, yaşama
davetiye göndermektir. Hesap sormak, korur ve yönetir! Belki yaşatır ama kendisi
de yaşar ve asla yönetilmez, her daim yegâne yöneten olur. Çünkü bir yerden
değildir sorulan hesap, her yerdendir. Ve hesap soran bir yerde donup kalmış
olan değildir, her yeri tanıyan, bilen, her yerin doğrusunu yanlışını gören,
tartan, ölçüp biçendir ve gereken cezayı gerektiği gibi verendir. Hesap sorulan
yerde put olmaz, köle olmaz, tapınç olmaz, kesin inançlılık olmaz,
önkoşullandırılmışlık olmaz, önkabul olmaz, önyargı olmaz. Mutlak bağlanışla
bağlandığın zaman hesap soramazsın ama hesap sorulan olursun. Yönetmesi gereken
olacakken, yönetilen, aldatılan, ezilen ve sömürülen olursun. Oysa insanlık bir
bütün olmalı, münhasıran hakikate tapmalı ve karşısındakileri aynı çember
içinde görmeli ve ayrım yapmadan hepsini acımasızca sigaya çekmeli hakikatle
hakikatli şekilde, benden senden kavgasına girmeden. Zaten böyle kuru bir
kavgaya girdiği için yönetilmekte ve kendisinden hesap sorulmaktadır.
Karanlığın göbeğindeyiz ama aydınlığın ışıkları altında yaşadığımızı sanıyoruz.
Yerin karanlığında yaşıyoruz ama gökleri de karanlık yapıyoruz kendimize. Sonra
da akıldan bahsediyoruz, akıllı olduğumuzu sanıyoruz. Bizler yeryüzünde dolaşan
ölü canlarız maalesef. Allah’ın kurtarıcılığına inanmadığımız kadar, şeylerin
kurtarıcılığına inanıyoruz. Sonra da samimiyetten, dürüstlükten, temizlikten,
kurtuluştan bahsediyoruz. İnsanlığa toz kondurmuyoruz ama insanlık bize konduğu
zaman toz oluyor. Nasıl bir dünya, nasıl bir hayat, nasıl bir insan?
Kötülük yapılır, kimse ses etmez.
Kötülük yaygınlaşmaya başlar, kimse ses etmez. Kötülük yayılır, yine kimse ses
etmez. İsraf artar yine sükût. Haksızlık olur, sükût alışkanlık olmuştur. Her
türlü güzel şey çirkin menfaate kurban edilmiştir, sükûtta demir atılmıştır.
Evet, insan susar, susar insanlık ve ölür yaşatan ne varsa. Herkes uyumaktadır,
uyanıklar uyanıklık peşindedir. Konuşması gereken kim varsa lal olmuştur. Çünkü
ne bireysel bilinç ne de toplumsal bilinç aktiftir. Dünyadan bir şeyler bir
şekilde her bir kimseyi bir yönden mankurtlaştırmıştır adeta. Mankurtlaştırma
sessizce kotarılır. Ama herkesin konuşacağı o kadar mesele vardır ki, ne
toplumu ilgilendirir ne de topluma bir şey sunabilecek şeylerdir o meseleler,
münhasıran gönül eğlendirmekten, kafa keyfi yapmaktan başka şeyler
değillerdirler. Ve gün gelir teker teker yıkılır ayakta tutan ne varsa insanı.
Kalkmaya çalışmak beyhudedir, çünkü kaldıracak her şeyin kendisi yıkılmıştır.
Ve daha ilerisi, sığınılacak tek bir liman bile kalmaz. Elinden alınır her şey
ve sadece bakınılır. Çünkü kuvvetin kaynağı tükenmiştir ama kaybettiğimiz
hiçbir şey yoktur dünyadan! Ve dünya yardım edemez, dünyayı kazanmak adına feda
edilen şeylerin dirilmesine. Bireysel ve toplumsal bilinçlerini kaybedenlerin
kazanacakları hiçbir şey yoktur, kazandıklarına şahit olunmamıştır. Bize ne
oldu dediğinizde, biz ne yaptık demeyi unutmayın! Çünkü cevap zaten sorunun
içindedir, tabi akledecek kadar aklımız kaldıysa. Öyle bir gün gelecek ki,
bizim aleyhimize de olsa, insanlara hakikati söylettirmediğimiz için
sonsuzcasına derin pişmanlıklar yaşayacağız ama hiçbir zaman son pişmanlığın
fayda ettiği vaki olmamıştır.
İnsan; bedeli ne olursa olsun, neye
mal olursa olsun, her şeyini kaybedeceğini bilse bile aklını kullanmaya cesaret
etmelidir ve kendisi olmaya, yaşamı sorgulamaya azmetmelidir. Çünkü Allah, ona,
kullanması için akıl gibi emsalsiz ve ulvi bir nimet bahşetmiştir. Bu âlemde o
nimetin dengi olabilecek başka bir nimet yoktur. Aklını kullanmayanın insani
mevcudiyeti düşmüştür, hükümsüzdür. O, yok hükmündedir. Belki vardır ama onda
varolan başkasıdır ve onun varlığında başkasının varlığı görünmektedir, o ise
varlığında varolanın varlığında yok olmuştur. Binaenaleyh, aklını satan
insanlığını satmıştır ve insanlığını satan, yaşamı kaybetmiş, kör karanlığın
kurbanı olmuştur. Bu dünyada aklımızı ne emanet edebiliriz ne de emanet
edebileceğimiz tek bir kişioğlu vardır, bilakis aklımız bize emanet olarak
bırakılmıştır, onu mahiyeti mucibince istimal etmemiz için. O kutsal emaneti
korumak, kutsal kendimizi korumak demektir. Geçelim! Artık insan, eşek gibi başkalarının
yüklerini taşımayı bırakmalı, insanlık yükünü omuzlamalıdır. İnsan, çalınan
insani ve toplumsal bilincini yeniden geri almak ve onurlu bir direniş
sergilemek için fasılasız mücadele içinde olmalıdır. Yaşam bir defalıktır ve
tekrarı olmayacaktır. Öyleyse, kutsal yaşamını çalan ve kendisini tabir caizse
bir eşek derekesine düşüren faşist emperyalizmle ölümüne kavga etmelidir,
elbette haklı konumunu kaybetmeden ve hakkaniyeti elden bırakmadan. Zira
kalırsa insanca yaşayacak, ölürse insanca ölecektir. Diğer şekilde adeta bir
hayvan gibi yaşayacak ve ölecektir. Ama buna değer mi? Faşist emperyalizm,
insanı önce iç cepheden vurur, aklını çekip alır, ruhunun direncini kırar,
bilincini dumura uğratır, gövdesini meflûç eder, ondan sonra bünyesine sızar
usu usul, nihayet onu öldürür. Yöntemlerini bitevi değiştirir, çağa ve
koşullara göre strateji ve taktik belirler. Her kimliğe kolayca bürünür, zira
insanlar farklı kimliklere sahiptir ve onlara hükmedebilmek için onların
kimliğine bürünmek iktiza eder. Faşist emperyalizm, özünde bir sapıklıktır.
Çünkü sadisttir. Yalanı hakikatmiş gibi, hakikati de yalanmış gibi sunar ve
kabullendirir. Kalbe hükmeden tahkiki imanı taklidi imana tedvir eyler ve bunu
sezdirmeden gerçekleştirir. Zihni hipnotize eder, bireysel ve toplumsal bilinci
iğdiş eder, an gelir hak kılığına, an gelir batıl kılığına bürünür ve
insanlara, mütemadiyen oyalanacakları oyuncaklar bulur her tarafta ve her
sahada. Kullanmadığı ve kullanırken insanları sömürmediği tek bir değer
bırakmaz ve gün gelir değersiz kalan insan kendiliğinden yıkılır, dizleri
üstüne çöker kalır. Adeta bir değer öğütme çarkıdır faşist emperyalizm.
İnsanlar kendilerine sunulan cezbedici oyuncaklarla vakit geçirirken, o,
insanın ruhunu ve gövdesini baştanbaşa kuşatır ve her türlü mikrobu oralara
zerkeder. Ruhunda ve gövdesinde mikropların yuvalandığı insan artık iflah
olmaz. Ruhuna ve gövdesine her türlü hastalığın sirayet ettiği insan, önüne ne
konursa yer, kulağına ne fısıldanırsa inanır, neyi görmek istiyorsa onu görür,
aklını başkasının cebine koyuverir. Hayatını baştanbaşa putlar kaplamıştır ve
artık edindiği putlara göre yol ve yön bulur. Kendi düşüncesi yoktur artık,
öğretilmiş cümleler kurar, üretilmiş düşünceleri tekrar eder durur papağan
gibi, inandığı yolda değil doğru olduğuna inandırıldığı yolda yürür. Nihayet;
insanlık ölür, insanın öldürüldüğü yerde! Aklı başından alındığında ölen insan,
aklını başına geri koyduğunda dirilecektir ve tüm gizli kalmış ya da üzeri
örtülmüş gerçekleri sarih ve beliğ bir şekilde görmeyi başaracak, yaşama
yeniden gülümseyecektir ve yaşam beklemeden gelecektir kendisine. Aklımızı
yerine koymaya ve yaşamla buluşmaya cesaretimiz var mı?