BÜYÜK YANILGI VE KARANLIĞIN KUYUSU...24...

Özgür DENİZ - 22.06.2019

İnsançocukları olarak şu hakikati hiçbir devirde fehmedemiyoruz; devlet ya da devlet bünyesinde zaman içerisinde tahakkuk etmiş ve kökleşmiş olan statüko felsefeden asla hazzetmez. Çünkü mevcudiyetinin ve eylemlerinin sorgulanmasından imtina eder. Üstat Nurettin Topçu’nun ((mütemadi üstadın adını anan, bitevi ondan sitayişle bahseden birisi olarak ondan söz etmiyorum burada, onun fikirlerini dinleyen, çözümleyen ve fikirlerinden istifade etmeyi marifet bilen biri olarak söz ediyorum yani ondan bahsederken sahtekâr değilim, samimi ve namusluyum, aksini şahsiyetsizlik telakki ederim. Elbette bu ara düşünceyi bilinçli ve kasıtlı söylüyorum. Zira biz böyle insanlardan en yüksek perdeden söz ederek prim yapmayı seven insanlarız ama onların sözlerinden asla ders almayız, çünkü korkarız. Aliya’dan bahsederiz, İkbal’den bahsederiz, Meriç’ten bahsederiz, Topçu’dan vb. isimlerden bahsederiz ama onların ne söylediklerini asla ve kata dikkate almayız, zira bizleri kati surette yalanlarlar. Geçelim!)) beliğ ifadesiyle felsefe şahsiyet inşa eyleyicidir. Şahsiyetin ne demek olduğunu da herhalde bilmemiz iktiza eder. Bilmiyorsak zaten diyecek pekte bir şey yoktur. Şahsiyetli olmak, hesap sorabilmek ve hesap verebilmek demektir, hesap sorabildiğimiz ve hesap verebildiğimiz müddetçe şahsiyetli olarak varoluşumuzu gerçekleştirmiş oluruz.  Bilakis mal gibi, koyun gibi, iti gibi yaşar gideriz, böyle yaşam mı olur deriz ama o yaşamın kendimize layık gördüğümüz yaşam olduğunu bile anlayamayacak kadar ahmağızdır en hafi tabirle. Statüko, yanlış yaptığında bizim o yanlışı tolere etmemizi bekler. Felsefesiz toplumlar ya da fertler de statüko yanlış yaptığında o yanlışı sahiplenmeyi marifet addeder. Asla sormaz ve sorgulamaz. Statüko düşünceden ve düşünenden nefret eder. Statüko dün şunu yapar, bugün onun mutlak tersini yapar, bugün şöyle der yarın böyle der ve bizde mal gibi bakarız, yeriz, her şeyi normal görürüz. Çünkü düşünen ve sorgulayan birey, düşüncesizlikten beslenen ve robot kişiliklerle varlığının idamesini temin eden statükonun temellerini sarsar ve kendi varoluşunun önünde ki barikatları tarumar eder.  Soru ve sorgu, düzen bozucudur ama diğer yandan da şahsiyet inşa edicidir. Karanlığın bulutları böylece dağılır, aydınlığın şavkısı bu şekilde vurur yüzlere. Binaenaleyh, inadına felsefe otağında demir atmalıyız ve cesurca felsefe talim etmeliyiz. Bilakis, aldatılmaktan, ezilmekten, sömürülmekten, hülasa; karanlıktan kurtulmamız kabil-i mümkün değildir. Biz kullanılmak için değil, icap ediyorsa kullanmak için varız. Biz statükoların değil Yaradan’ın kullarıyız. Öyleyse şahsiyetli bir şekilde varolmak zorundayız. Kötülüğü arkadaşım yapıyor diye kabullenmek gibi bir şahsiyetsizlik sergileyemeyiz.

 

Bendenize tek bir insançocuğu çıksın ve desin ki; devlet ya da herhangi bir şahıs, devletin ve milletin yücelip yükselmesini istiyor, arzuluyor. Böyle bir iddia büyük bir iddiadır ve Yaradan herkesi iddiasıyla sınar. İndi mülahazama göre böyle bir şey gerçek değildir. Zira sözlerin gerçekliğinin ispatı eylemlerdir. Böyle değildir ama sanki böyleymiş gibi poz verilir her daim, tabi yersek! Çünkü devlet ve herkes maalesef, insançocuklarını ideolojik bağnazlığa ve yobazlığa itmektedir. İdeolojik yobazlığın ve bağnazlığın çukuruna düşen hiçbir insançocuğu da asla iflah olamaz, sorumluluğunu bihakkın ifa edemez, devlete de, millete de faydalı olamaz. Hele şeyler bir de Yaradan’a hamledilirse işte orada durum daha da vahimdir, zira bu şekilde hiçbir kimse şeylere inanmamazlık edemez. Sorgusuz sualsiz her şeyi tolere biri bitevi çatışma halinde olur kendi dışındakilerle, ki kendisiyle bile. Çatışmada kuvvet yitimine yol açar, tefrikayı körükler. Kuvveti yiten ve tefrikaya düşen bir toplum ise devletinin varlığını sağlam temeller üzerine bina edemez ve idamesini temin edemez. Ki bırakın devleti, kendi mevcudiyetini bile sağlayamaz. Bizler varoluşumuzu ne acıdır ki, insançocuklarını böylesi rezil bir karanlığın içine atarak sağlamaya çalışıyoruz. İdeolojik bağnazlık ve yobazlık hür düşüncenin katilidir. Hür düşünemeyen insançocukları duvarların içerisine hapsolunurlar ve mağara devri insanları derekesine düşerler. Hizmet etme, faydalı olma istidatlarını yitirirler. Maateessüf çocuklarımızı kendi ellerimizle katlediyoruz. Diyelim ki, zeki bir çocuğumuz var, çocuk olduğu için zihninin tüm pencereleri açık ve olabildiğince özgür düşünüyor, kelebekler gibi uçuyor, o çiçekten şu çiçeğe konuyor ve biz bunu çok masum, doğal addediyoruz ve tepkisiz kalıyoruz. Velakin gün geliyor o çocuk çok güzel başarılar kaydediyor ve güzel yerlere geliyor, yine kısmen aynı şekilde yaklaşımlar sergiliyoruz. Fakaaat bu çocuğumuz devlet sınırları içerisine girince, yani maişetini temin edeceği mesleğini eline alıpta o mesleği yapacağı dört duvar arasına girince işler şirazesinden çıkıveriyor vehleten. Ne mi oluyor? Kendini abuk sabuk prosedürler, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, yasaklar içerisinde buluyor. Zaman içinde hür düşünce ölüyor, daha doğrusu öldürülüyor ve hürriyetin yerini korku alıyor. Ve tüm bu olan bitenler o çocuğu öyle boğuyorlar, öyle daraltıyorlar ki, şimdi ki çocuk eski çocukluğunu kaybediyor ve monotonlaşıyor, adeta alıklaşıyor ve tüm istidatlarını tedricen yitiriyor. Peki, böyle bir nesil yaratan devlet ve her kimse, nasıl olur da devletin ve milletin yücelip yükselmesini arzulayabilir ve biz nasıl olurda lafta kalan arzunun gerçekliğine itimad edebiliriz? Büyük işler başarabilme kabiliyetine malik olan çocuk zamanla küçük işleri bile beceremeyen ahmak birine dönüşüyor. Vakit, birazcıkta olsa düşünme vakti değil mi lütfen?

 

Bizler insançocukları olarak Yaradan’a gerçekten inanıyor muyuz? Bireysel düşüncemi söyleyeyim; ne âlimiyle, ne gazetecisiyle, ne politikacısıyla, ne aydınıyla, ne kompradoruyla Yaradan’a gerçekten iman etmiş tek bir kişinin varolduğuna asla ve kata inanmıyorum. İnanıyormuş gibi yapıyoruz. Hadi bendeniz ve bendeniz gibi olanları geçiyorum. Bizler kuvvetsiz, servetsiz, şöhretsiz insanlarız ve üzerlerinde kanunların acımasızca uygulandığı ve kanunlar uygulandığı zaman iflah olmayacak insanlarız. Yani bizler bir nevi özgürmüş gibi hisseden tutsaklarız. Boşver gitsin, ne olacaksa olsun diyemeyiz. Sözümüzü esirgemesek, zulümde bizden esirgenmez ve zulmün kırbacı indiği zaman sırtımıza asla doğrulamayız. Ama ya âlim dediğimiz kişi gerçekten inanıyorsa şayet neyden imtina eder? Ya yükünü tutmuş komprador gerçekten inanıyorsa neyden imtina eder? Ya zorluğa düştüğü an iyisiyle kötüsüyle tüm dünyanın arkasında olacağı politikacısı, gazetecisi, aydını gerçekten inanıyorsa neyden imtina eder? Peki, biz kimden korkuyoruz? Yani biz gerçekten hesaba inanıyor muyuz? Ama inanmıyorlarsa imtina ederler işte ve ediyorlar da. Bilakis, gerçek iman edenin dünyaya meydan okuyacağı bir ruy-i zeminde, niçin cesaret elbisesini giyemez bunlar? Üstelikte Yaradan’ın yasaları ayan beyan malum olduğu halde. Nasıl olurda insanların ürettiği yasalar uğruna Yaradan’ın yasalarını çiğneyebiliriz, hem de bile isteye, göz göre göre, farkında olarak? Nasıl olurda hakikatleri bedihi olarak bildiğimiz halde ortaya koyamayız, koymaktan imtina ederiz, gizleriz? Ne adına, kim adına, hangi ucuz çıkarlar uğruna? Ki, bizler yani kendimiz, nasıl olurda bizleri aldatan bunlara inanırız ve bunlar için yaşamaktan vazgeçeriz, bunların varolmaları ve egemen olmaları adına kavga veririz? Eğer bildiğimiz hakikat, ortaya konduğunda, suçlu sayılan suçsuzu temize çıkaracak ve haksızlıktan koruyacaksa ve biz hakikati gizlediğimiz için o insan bir ömür suçlu sayılacaksa bizi hangi iman kurtaracaktır? Ya da biz gerçekten haysiyetli ve onurlu bir yaşamı hak etmiş olarak nasıl yaşayacağız bir ömür boyu? Yani bu saydıklarım yalanı ve gerçeği bilmiyorlar mı yani? Vallahi de, billahi de, tallahi de bunların kahir ekseriyeti neyin yalan olduğunu da, neyin hakikat olduğunu da çok iyi biliyorlar ama susuyorlar, göz göre göre dilsiz şeytan oluyorlar. Çünkü menfaatleri böyle gerektiriyor. Devlet yanlış yapamaz mı Yaradan aşkına? Devletin her yasası mutlak doğru mudur? Ama biz, devleti Tanrı gibi görüyor ve devleti Yaradan’a tercih ediyoruz. Burada devlete ihanet edin demiyorum (ki, devleti bunlardan daha çok savunmuyorsam dünyanın en şerefsiz insanıyım ama bunlar devleti savunduklarını söylerken saf ihanetlerini gizliyorlar, bu detay sonsuz derin bir detaydır ve üzerinde tafsilatlı müzakere yapmak icap eder) ama insanlık vazifenizi namusluca yapın diyorum. Bugün niceleri doğru olamadıklarından dolayı nedamet gözyaşları dökmüyorlar mı? Çok kişiyi biliyorum böyle. Hep susmuş olan ama konuşmanın anlamı kalmadığında konuşmaya çalışan yani asla kurtulamayacak namusunu kurtarmaya çalışan. Yazık, günah değil mi? Hiç mi vicdanlarınızın sesine kulak vermiyorsunuz? Geceleri gökyüzüne bakıp hiç tefekkür edip akletmiyor musunuz? Gerçek gözlerinizin önünde değil mi? Niçin gizliyorsunuz? Gerçeği gizleyen kimdi? Aha şu insançocukları karanlığın perdesini sıyırıverseler bi, ah bir becerebilseler bunu…

 

Fiziksel gereksinimlere, ruhsal gereksinimlerden daha fazla değer atfeden, varoluşlarını, görünebilirliklerini, dünyasal hazlarını, reel etkilerini fiziksel gereksinimlerine bağlayan alık ve bön tipler, yüksek düşünlerden nefret ederler. Yukarıda da bahsettiğimiz mezkûr tiplerdir bunlar kahir ekseriyetle. Çünkü böyle düşünler, onların kofluklarını, hakikatte zevksiz ve bayağı oluşlarını açık eder. Zira yüksek düşünler muvacehesinde kendilerinin etkilerinin anlamsız kalacağını, gerçek yüzlerinin faş olacağını tahayyül ederler ve bu tahayyül ediş onları çıldırtır. Onlar, kafaların işlemediği, vicdanların işlevsiz kaldığı, eylemden ziyade lafın mebzul olduğu, her şeyin maddeyle anlam ifade ettiği bir yaşamı tasavvur ederler. İdeal olanın reel olanı ezdiği bir dünyadan tiksinirler, tıpkı bizlerin bu türlerden tiksindiğimiz gibi. Çünkü idealizm ruhları ihata ettikçe, kafalar bastıkça, zihinler açıldıkça dördüncü tür bu yaratıklar etkilerini kaybedeceklerdir, etkileri kaybolunca havaları kaybolacaktır, havaları kaybolunca da insan yerine konulmayacaklardır ve sıradanlaşacaklardır. Bunlar için sıradanlaşmak züldür, yaşamaktan beterdir, ölseler yeridir. Aksi takdirde ise tatlı tatlı yaşayıp gitmektedirler, karanlıkta yaşayan insançocuklarının omuzlarına basarak. İnsançocukları bunların süfli yaşamlarına temayül gösterdikçe hayvan yerine konacaklardır ama tam tersi istikamette yol alırlar ve yönlerini bulurlarsa yine hayvan yerine konacaklardır ama insanmış gibi muamele göreceklerdir, tabi ki uyanmamaları için. Ama insançocukları behemehâl uyanmalıdırlar ve karanlığın perdesini yırtıp atmalıdırlar! Ki, yarınlarda hayatımız, dünyamız çok güzel olsun.

Tarih: 22.06.2019 Okunma: 787

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?