Cehenneme
döndürdük lan dünyayı ve bir zebani oldu insan denilen yaratık. Nere gidiyor bu
insanlık görün artık. Ruhu fırlatıp attık, basit bir görüntüden ibarettir artık
insanlık. Çırılçıplak kaldık! Geçelim! Biz neyi istedik ki, istedikte
ulaşamadığımız ne oldu ki? Kimse kusura bakmasın böyle bir şey olmadı, olmuyor,
görülüyor ki olmayacak. Ne bu ülkeyi bir milim ilerletmek ne de bu toplumu
düzeltmek gibi bir derdimiz hiçbir zaman olmadı. Tükürürüm suratınıza ve
suratsızlığınızdan akan rezil yalanlarınıza! Birgün yiyemeyeceğimiz çok şey
kazandık, ama kazandıracak her şeyi kaybettik. Bizim tek derdimiz oldu her
zaman; kazanmak, hükmetmek, yok etmek. Hiçbir şey oldurmayanlar sevilmek
isteniyorlar, nasıl sevelim, niye sevelim? Verecek bir şeyimiz kalmadı!
Sevilecek kim var, varsa kim o? O kim nerede? Tek bir kez bile olsa sevgi hissi
uyandı mı içinizde bize karşı? Ki, bizim, insan olmak gibi bir derdimiz olmadı
ki, böyle dertlerimiz olsun! Biz hiçbir zaman samimi ve namuslu olmadık ki. Biz
hep riyakâr, sahtekâr, korkak, dalkavuk, namussuz olduk. Büyüdük, hayatın içine
girdik, hayatı tanıdık, farkettik çarkın nasıl döndüğünü, insanı tanıdık,
insandık ve tanıdıkça insanı bozulduk, bozuldukça bozduk, kirlendik ve
temizlenmek gibi derdimiz olmadı, çünkü kirli kaldıkça yürüyebiliyor, çarkımızı
döndürebiliyorduk ve kazanıyorduk, kirlendikçe yükseliyor, güçleniyor,
yüksekliğimiz ve gücümüz düzeyinde üstün insan sayılıyorduk. Anladık ki bir
şeyleri ele geçirince, başka şeyleri de elde edebiliyorduk. Elde ettiğimiz ne
oldu? Elimizden kalan ne var? Bir koltuk kapmak için vardık artık biz.
Kaptığımız koltuğu korumak için yaşıyor, daha üstünü ele geçirmeye
çalışıyorduk. Ya sustuk ya yalan söyledik ya da dalkavukluk ettik! Ve bu
böylece devam etti gitti; kapmak korumak, kapmak korumak… Bu meyanda insanların
ne hallere düştükleri, nasıl yaşadıkları, nasıl doydukları, gülüp gülmedikleri
hiçbir şekilde umurumuzda olmadı. Ne gariptir ki, kimselerin umurlarında
olmayanlar, kendilerini umursamayanları umursadılar ve önlerinde eğildiler!
Yani her taraf bozuktu, çürüktü, işe yaramazdı. İsteyen kimse yoktu, zaten
kimse de ne isteyeceğini bilmiyordu! Böyle olduk, böyle yaşadık, böyle
yaşıyoruz, görülüyor ki böyle de yaşayıp gidiyoruz. Böyle yaşadığımızı hissede
hissede, göre göre, bile bile, duya duya, böyle yaşamıyormuşuz gibi davrandık.
Namuslu olmayı sadece öz anlamıyla anladık. Hiçbir zaman samimiyetsiz,
sahtekâr, riyakâr, korkak, dalkavuk olmanın da diğer anlamıyla namussuz olmak
olduğunu anlayamadık. Belki de anladık ama umursamadık, işimize öyle geliyordu.
Hatta öz anlamıyla namuslu olsak bile diğer anlamda namussuzsak, öz anlamıyla
namuslu olmanın da anlamı kalmayacağını anlayamadık. Çocuklar sevgiyle
büyüsünler istedik mi hiç, istediysek yaptığımız ne oldu bunun için? Ne zaman
insanca savaştık, ne zaman sevdik insanca? Ne zaman bir kez bile insanca,
onurluca, korkusuzca, kaybedeceğimizi bile bile konuşmayı denedik? Biz
savaşmayı da, sevmeyi de öğrenemedik, bilemedik. Hilesiz, hurdasız, kumpassız,
tezgâhsız bir hayatımız olmadı bizim. Marifet bildik böyle yaşamayı. Çıkarımız
adına savaşmaya adandık. Bir insana, önyargısız, önkoşulsuz, bizden olmadığını
bile bile ne zaman elimizi uzattık bir merhaba için? Ve ne zaman tanımadığımız
biriyle soluksuz muhabbete dalıp gittik, kim olduğumuzu, kimle konuştuğumuzu unuturcasına,
umursamazcasına? Yaşarken aldatmayı sevdik biz ve aldatırken okşamayı ve
okşanırken uyumayı sevdik. Biz taş kafalılığı sevdik haddizatında ve ölü gibi
yaşamayı yani yaşadığımızı sanmayı ama yaşamamayı. Aldattıklarımızın haklarıyla
hayatın tadını çıkarmaya çalıştık, nasıl bir tat aldıysak! Biz savaş
naralarıyla yaşadık, savaş tamtamları çaldık, kılıçlarımızı bileyledik
durmadan. Biz öldürmeye alıştık. Ölüleri bile öldürdük! Oysa ne güzel
gülerlerdi değil mi çocuklar, o tertemiz dünyaları bombalarla karanlığa
gömülmese, o küçücük bedenlerindeki canları adressiz bir kurşunla ölüme mahkûm
edilmese? Hesapsız, çıkarsız, masum ve onurlu gülerlerdi değil mi? Gülerken can
verirlerdi bizlere, tat katarlardı hayata. Biz paylaşmak istedik mi bir dilim
ekmeği, doğan günü? Biz, herkese doğan günü, bizim için doğuyor sandık ve
başkası doğan güne uyanmasın istedik. Kinle büyüdük, kinle besledik çocukları,
kine buladık hayatı, gülemedik bir kez bile olsa. Güldürecek kadınları
öldürdük! Nasıl gülebilirdik, bağrımız da kin taşırken insana? Biz acıdık mı
ağaçlara, sularda yüzen balıklara, havada uçan kuşlara, kırlarda ki çiçeklere
böceklere, mülk üzerinde karnına taş bağlayan açlara? Biz istemedik ki, her şey
güzel olsun, çocuklar gülsün, dünya cennet olsun. Çünkü biz hep cehennemden
kazandık, biz başkaları ağlarken gülmeyi sevdik, biz öldürürken yaşamaya âşık
olan cellatlardık. Sevsinler diye korkuttuk, korkuttuğumuzda sevileceğimizi
sandık. Biz kaybettirirken kazanmayı sevdik. Parayla, döneklikle, eğilmekle,
köpeklikle soylu olmaya çalışan zevahirde insan batında hayvanlardık. Biz güzel
bir şey istemedik ki hiç, biz hep kötü olduk ve kötülüğe boğduk dünyayı, dünya
hep kötü kalsın, insanlar kötüler önünde eğilsin istedik. Biz, dünyayı
güzelleştirip yaşanılacak yer kılmayı, insanca yaşamayı istemedik ki. Hilesiz,
hurdasız, umarsız, hesapsız yaşadığımız zamanlar oldu mu hiç? Alınteri akıttık,
toprağı terimizle, kanımızla, yaşımızla kokuttuk mu hiç? Sevdik mi insanları
öylesine doğal, öylesine masum, öylesine özgür… Oysa kinleri biriktirmesek,
sevgiler çoğalırdı kalbimizin hayat kokan toprağında. Kılıçlarımızı bilemesek
ne güzel gülümserdik, kardeşçe, birbirimize değil mi? Paylaşarak çoğalardı oysa
insan, toplayarak, biriktirerek ve kendinde çoğaltarak değil. Kendimize küstürmediğimiz
ne kaldı şu masivada? Her şeyin kötü olduğunu biliyormuş gibiydik ama kul ve
köle olmanın, boyun eğmenin kötü olan her şeyden daha kötü olduğunu bilemedik,
anlayamadık. Geceyi kefen yapıp örttük üzerimize, gündüz biriktirdiğimiz
masiyetlerimizi, pisliklerimizi görmeyelim diye. Oltaya takılmış balıklar gibi
çaresiz hissettik kendimizi, suçluluğumuzu masum gösterelim diye. Acının ve
tedirginliğin kıskacında kâbusları yaşadık her zaman. Her şeyi biliyoruz
sandıkta, hiçbir şeyin bildiğimiz gibi olmadığını anlayamadık. Böyle yaşadık,
böyle yaşıyoruz, ne yaşamayı istedik ne de istediğimizi almak için savaşmayı.
Belki birgün sorarız, sorgularız, öğreniriz, biliriz, anlarız, konuşuruz,
umalım ki o gün son nefesimizi vermekte olduğumuz gün olmasın. Bir gün bu dünya
güzel olacak inanıyorum. Sorulmadık soru, sorgulanmadık suçlu, görülmedik hesap
kalmayacak biliyorum. O yüzden konuşuyorum. Yaratılan cehennemde yanmak
istemiyorum. Cehennem ateşini söndürmek için ne yaptınız diye soruyorum.
Bitirdik, tükettik, öldürdük, yok ettik lan her şeyi! Şimdi ilk taşı kim
atacak, ilk sözü hangi dil konuşacak? İnsan düşmüş, insanlık çiğneniyor, hayat
yanıyor, hissetmiyor, anlamıyor, farketmiyor musunuz lan sefiller, caniler,
namussuzlar, ahlaksızlar, zalimler, şerefsizler, kan emici sömürgenler? Son
tahlilde; isteseydik ama gerçekten isteseydik, tüm yüreğimizle isteseydik,
istediklerimizin olmaması için hiçbir sebep yoktu. Kim suçlu? Suçsuz kim?
İSTEDİK Mİ?...
Özgür DENİZ - 14.09.2019
Tarih: 14.09.2019
Okunma: 869
YORUMLAR
Yorumunuzu ekleyin.