Spinoza’nın ilk bakışta basit gibi
görünen ama gerçekte anlam boyutuyla çok derin olan harika bir sözü vardır,
kısa ve öz: ‘’Yığınlar Tanrı’yı kandırmaya çalışmaktadır.’’ Yalan mı? Yemin
ediyorum saf ve mutlak hakikat. Bugün yekpare insanlık bağlamında çözümleme
yaptığımız ve dışarıdan müşahede ettiğimiz zaman Tanrı dillerden düşüyor mu?
Peki, eylemlerde Tanrı’nın egemenliği var mı? Peki dillerde ki Tanrı ayrı,
eylemde ki Tanrı ayrı mı? Öyleyse imanınız hangisine? İman ettiğimizi
söylüyoruz ama Tanrı’nın Buyruğunu söylediğiniz zaman hemen düşman
oluveriyorsunuz. Niye? Çünkü riyakârlığı afişe etmiş oluyorsunuz ve menfaatlere
darbe indiriyorsunuz. Zira dillerde ki Tanrı kazandırıyor ama eylemde ki Tanrı
kaybettiriyor değil mi? Nerede kaldı dürüstlük, namusluluk? Dilin kemiği yok
ya, dilde her şey kolay ya rahatça söyleyebiliyoruz ama eylem farklı bir şey,
dilde ki eyleme geçtiği vakit yaftalanırız diye, dünyalık çıkarlarımızı
kaybederiz diye korkuyoruz. Bu dünya tek bir gayemiz vardır; dünyayı yutmak!
Nasıl bir midemiz varsa! Mutlak hakikat bağlamında haddizatında Tanrı’ya
inanmıyoruz ama inanıyormuşuz gibi yapıyoruz diye bu sebeple söylüyorum işte. Tanrı’nın
egemenliğine eyvallah ediyormuşuz gibi görünüyoruz ama eylemlerimizde Tanrı’nın
buyruklarını reddetmekte tereddüt etmiyoruz yani Tanrı’yı kandırmaya
yelteniyoruz hayâsızca. Yalan mı? Böyle yaşam süren ne mürai tipler var
insanlık ailesi bünyesinde yemin ediyorum. Sanki Tanrı münhasıran birilerinin
Tanrı’sıymış gibi hareket ediyoruz. Biz yaşamıyoruz ama yaşamayanları çok kolay
şekilde Tanrı’sız olmakla itham edebiliyoruz. Peki, burada tutarlılık nerede? Baştan
sona paradoks oysa. İşte insanı sinir eden ve tiksindiren şey budur.
Peygamberin saçlarının sabaha değin
ağarmasına sebep olan neydi? Ne gariptir ki bizim saçlarımız ise sabaha kadar
gürbüzleşiyor, çoğalıyor. Çünkü peygamber yasayı biliyordu, o yasaya iman
ediyordu ve o yasanın ağırlığını ruhunda hissediyordu. Ama biz ne yasayı
biliyoruz, ne yasaya iman ediyoruz ne de ruhumuzda yasanın ağırlığını
hissediyoruz. Yasaya mugayir yaşadığımız ve eylediğimiz halde zerre
gocunmuyoruz. Umarsızca, kayıtsızca yasayı çiğnemekte tereddüt etmiyoruz. Ancak
o yasayla uyutmasını, aldatmasını ve bu meyanda kazanmasını biliyoruz. Ama her
yerde, her zaman ‘’ey sevgili, en sevgili’’ diye terennüm ediyoruz. Hangi
sevgi? Nasıl sevgi? Neyin sevgisi? Ne hale geldik insançocukları olarak? Ey
sevgili, en sevgili diyerek en sevgili dünyayı kazanıyoruz. Hakikat ağırdır,
kaldırabilecek olan gelsin. Kaldıramayacaksan diline pelesenk etmeye ve temcit
pilavı gibi getirip getirip önümüze koymaya gerek yok. Madem biliyorsun ve
madem inanıyorsun o zaman git yaşa. Sahtekârlık, şarlatanlık yapma.
Yaşamadığını, yapmadığını niçin söyleyip duruyorsun? Ve yaşamaya, yapmaya
çalışanlara niye düşmanlık ediyorsun? Mürailikten hiç mi utanıp sıkılmıyorsun
ey insançocuğu? Hem bozuyorsun, dağıtıyorsun, yıkıyorsun hem de hayâsızca
kalkıp diyorsun ki; ‘’ıslah ediyoruz.’’ Hangi ıslah, nasıl ıslah? Kendisi ıslah
olmayanın insanlığı ıslah edebilmesi nasıl kabil olabilir? Girmişiz bir yola
körü körüne gidiyoruz, nereye gittiğimiz, niçin gittiğimiz, nasıl gittiğimiz
belli değil ama kalkıp biz yoldayız diyoruz, güya içinde olduğunu iddia ettiği
yola girmeyenleri de yolsuzlukla itham ediyoruz. Yoldan çıkmışız haberimiz yok.
Niye? Çünkü kendimizden haberimiz yok. Kendini bilmeyen yolu ne bilsin, yolcuyu
ne bilsin, hedefi ne bilsin, yolun sahibini ne bilsin.
Çağlardan çağlara, nesillerden
nesillere atalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak gidip onun üzerine oturmuşuz,
bir daha da kalkmak nedir bilmemişiz, çünkü böyle yapmak bize daima kazandırmış
ve zaman içinde çürümeye yüz tutmuşuz. Önce ruhumuz çürümüş, sonra bu çürüme beyne
ve oradan da gövdeye sirayet etmiş. Şimdi dışı görkemli içi boş odun kütükleri
gibiyiz. Tabi bugün böyle bir bünyeye hakikatin ağır gelmesi hiçte şaşılacak
bir şey değildir. Ata dinine kesin inançlılık halinde körü körüne tabi olmuşuz
ve alışkanlık edinmişiz ataları motomot taklit etmeyi. Hiçbir zaman tenkit
etmemişiz, sormamış ve sorgulamamışız. Sormayı ve sorgulamayı alıkça reddetmek
olarak algılamışız. Hamaseti marifet addetmişiz. İşte bu alışkanlıklarımız bize
çok pahalıya mal olmuş. Çünkü bugünde sormuyoruz, sorgulamıyoruz. Yanlışlara
isyan etmiyoruz, doğrulara gönül vermiyoruz. Derinliğinde tenakuz barındıran
eylemleri ve o eylemleri ortaya koyanları acımasızca sigaya çekmemiz iktiza
ederken, eyvallah edip sineye çekmişiz. Bedel ödemekten bıkıp usanmamışız. Çünkü
sus denmiş, otur denmiş, ayıp denmiş, ihanet denmiş ve tüm bunların yaptırımı
olmuş, önden böyle denirken arkadan her türlü herze yenmiş. Nihayet korka korka
bugünlere gelmişiz. Nesillerden nesillere her daim ‘’korkacaksın!’’ nidasını
işitmişiz. Tabi alışkanlık değişir mi? Çünkü zaman içinde karaktere dönüşür
alışkanlıklar ve karakter edinmişiz eski alışkanlıklarımızı. Hiçbir çürüme bir
günde olmaz, her çürümenin tarihsel bir altyapısı vardır ve biz de tarihsel
süreç içerisinde tedricen çürümüşüz farkında olmadan, farkına varsak bile
keyfimizi farketmeye feda etmeyi tolere etmemişiz.