ÇÜRÜYÜŞ...36...

Özgür DENİZ - 15.06.2020

Spinoza’nın ilk bakışta basit gibi görünen ama gerçekte anlam boyutuyla çok derin olan harika bir sözü vardır, kısa ve öz: ‘’Yığınlar Tanrı’yı kandırmaya çalışmaktadır.’’ Yalan mı? Yemin ediyorum saf ve mutlak hakikat. Bugün yekpare insanlık bağlamında çözümleme yaptığımız ve dışarıdan müşahede ettiğimiz zaman Tanrı dillerden düşüyor mu? Peki, eylemlerde Tanrı’nın egemenliği var mı? Peki dillerde ki Tanrı ayrı, eylemde ki Tanrı ayrı mı? Öyleyse imanınız hangisine? İman ettiğimizi söylüyoruz ama Tanrı’nın Buyruğunu söylediğiniz zaman hemen düşman oluveriyorsunuz. Niye? Çünkü riyakârlığı afişe etmiş oluyorsunuz ve menfaatlere darbe indiriyorsunuz. Zira dillerde ki Tanrı kazandırıyor ama eylemde ki Tanrı kaybettiriyor değil mi? Nerede kaldı dürüstlük, namusluluk? Dilin kemiği yok ya, dilde her şey kolay ya rahatça söyleyebiliyoruz ama eylem farklı bir şey, dilde ki eyleme geçtiği vakit yaftalanırız diye, dünyalık çıkarlarımızı kaybederiz diye korkuyoruz. Bu dünya tek bir gayemiz vardır; dünyayı yutmak! Nasıl bir midemiz varsa! Mutlak hakikat bağlamında haddizatında Tanrı’ya inanmıyoruz ama inanıyormuşuz gibi yapıyoruz diye bu sebeple söylüyorum işte. Tanrı’nın egemenliğine eyvallah ediyormuşuz gibi görünüyoruz ama eylemlerimizde Tanrı’nın buyruklarını reddetmekte tereddüt etmiyoruz yani Tanrı’yı kandırmaya yelteniyoruz hayâsızca. Yalan mı? Böyle yaşam süren ne mürai tipler var insanlık ailesi bünyesinde yemin ediyorum. Sanki Tanrı münhasıran birilerinin Tanrı’sıymış gibi hareket ediyoruz. Biz yaşamıyoruz ama yaşamayanları çok kolay şekilde Tanrı’sız olmakla itham edebiliyoruz. Peki, burada tutarlılık nerede? Baştan sona paradoks oysa. İşte insanı sinir eden ve tiksindiren şey budur.

 

Peygamberin saçlarının sabaha değin ağarmasına sebep olan neydi? Ne gariptir ki bizim saçlarımız ise sabaha kadar gürbüzleşiyor, çoğalıyor. Çünkü peygamber yasayı biliyordu, o yasaya iman ediyordu ve o yasanın ağırlığını ruhunda hissediyordu. Ama biz ne yasayı biliyoruz, ne yasaya iman ediyoruz ne de ruhumuzda yasanın ağırlığını hissediyoruz. Yasaya mugayir yaşadığımız ve eylediğimiz halde zerre gocunmuyoruz. Umarsızca, kayıtsızca yasayı çiğnemekte tereddüt etmiyoruz. Ancak o yasayla uyutmasını, aldatmasını ve bu meyanda kazanmasını biliyoruz. Ama her yerde, her zaman ‘’ey sevgili, en sevgili’’ diye terennüm ediyoruz. Hangi sevgi? Nasıl sevgi? Neyin sevgisi? Ne hale geldik insançocukları olarak? Ey sevgili, en sevgili diyerek en sevgili dünyayı kazanıyoruz. Hakikat ağırdır, kaldırabilecek olan gelsin. Kaldıramayacaksan diline pelesenk etmeye ve temcit pilavı gibi getirip getirip önümüze koymaya gerek yok. Madem biliyorsun ve madem inanıyorsun o zaman git yaşa. Sahtekârlık, şarlatanlık yapma. Yaşamadığını, yapmadığını niçin söyleyip duruyorsun? Ve yaşamaya, yapmaya çalışanlara niye düşmanlık ediyorsun? Mürailikten hiç mi utanıp sıkılmıyorsun ey insançocuğu? Hem bozuyorsun, dağıtıyorsun, yıkıyorsun hem de hayâsızca kalkıp diyorsun ki; ‘’ıslah ediyoruz.’’ Hangi ıslah, nasıl ıslah? Kendisi ıslah olmayanın insanlığı ıslah edebilmesi nasıl kabil olabilir? Girmişiz bir yola körü körüne gidiyoruz, nereye gittiğimiz, niçin gittiğimiz, nasıl gittiğimiz belli değil ama kalkıp biz yoldayız diyoruz, güya içinde olduğunu iddia ettiği yola girmeyenleri de yolsuzlukla itham ediyoruz. Yoldan çıkmışız haberimiz yok. Niye? Çünkü kendimizden haberimiz yok. Kendini bilmeyen yolu ne bilsin, yolcuyu ne bilsin, hedefi ne bilsin, yolun sahibini ne bilsin.

 

Çağlardan çağlara, nesillerden nesillere atalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak gidip onun üzerine oturmuşuz, bir daha da kalkmak nedir bilmemişiz, çünkü böyle yapmak bize daima kazandırmış ve zaman içinde çürümeye yüz tutmuşuz. Önce ruhumuz çürümüş, sonra bu çürüme beyne ve oradan da gövdeye sirayet etmiş. Şimdi dışı görkemli içi boş odun kütükleri gibiyiz. Tabi bugün böyle bir bünyeye hakikatin ağır gelmesi hiçte şaşılacak bir şey değildir. Ata dinine kesin inançlılık halinde körü körüne tabi olmuşuz ve alışkanlık edinmişiz ataları motomot taklit etmeyi. Hiçbir zaman tenkit etmemişiz, sormamış ve sorgulamamışız. Sormayı ve sorgulamayı alıkça reddetmek olarak algılamışız. Hamaseti marifet addetmişiz. İşte bu alışkanlıklarımız bize çok pahalıya mal olmuş. Çünkü bugünde sormuyoruz, sorgulamıyoruz. Yanlışlara isyan etmiyoruz, doğrulara gönül vermiyoruz. Derinliğinde tenakuz barındıran eylemleri ve o eylemleri ortaya koyanları acımasızca sigaya çekmemiz iktiza ederken, eyvallah edip sineye çekmişiz. Bedel ödemekten bıkıp usanmamışız. Çünkü sus denmiş, otur denmiş, ayıp denmiş, ihanet denmiş ve tüm bunların yaptırımı olmuş, önden böyle denirken arkadan her türlü herze yenmiş. Nihayet korka korka bugünlere gelmişiz. Nesillerden nesillere her daim ‘’korkacaksın!’’ nidasını işitmişiz. Tabi alışkanlık değişir mi? Çünkü zaman içinde karaktere dönüşür alışkanlıklar ve karakter edinmişiz eski alışkanlıklarımızı. Hiçbir çürüme bir günde olmaz, her çürümenin tarihsel bir altyapısı vardır ve biz de tarihsel süreç içerisinde tedricen çürümüşüz farkında olmadan, farkına varsak bile keyfimizi farketmeye feda etmeyi tolere etmemişiz.   

Tarih: 15.06.2020 Okunma: 377

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?