Bizim sorunumuz nedir biliyor musunuz
ey güzel insançocukları? Kötülük içimizde capcanlı dururken, bizim; dışımızdaki
kötülüklerden şikâyet etmemiz ve o kötülükleri yok etmeye çalışmamız yani kendi
gözümüzdeki merteği görmememiz ama elin gözündeki çöpü görmemiz ve onu
çıkarmaya yeltenmemiz. Gerçekten bu sizlere de tiksindirici gelmiyor mu? Ya
adamın dilinden, suratından kötülük akıyor ama sanki dünyada kalan tek iyi o ve
herkes kötü. Nasıl iğrenç bir riyakârlıktır bu ya? Oh ne ala memleket, her
türlü kötülüğü yap ama tertemiz ol, başkaları ise iyilik yapsa dahi her daim
kötü olsunlar. Oysa insan dediğin önce kendi gözündeki merteği çıkarır ki,
başkasına; gel gözünde ki çöpü çıkarayım demeye hakkı olsun. Ama hayır ille de
başkasının gözündeki çöpe dikmiş gözünü ve onu çıkaracak pezevenk. Geniş
yollarda yürümeye alışmışız, oysa bizi dar yollar kurtaracaktır, fakat biz
bilmiyoruz, bilmeye de teşne değiliz, çünkü geniş yollarda geniş geniş yürümeyi
ve önümüze ne çıkarsa yutmaya alışmışız ve bu durumu kanıksamışız. Keza komprador
kendi içimizde mutlak otoritesiyle egemenken, bizim; dışımıza egemen olan
kompradorlarla savaştığımızı sanmamız da tiksindirici bir riyakârlıktır. Sanki hep
almak hatta çalmak için doğmuşuz, bir türlü vermeye yanaşmıyoruz. Oysa kimin
olanı kime vermediğimizi bir düşünebilsek belki aklımızda bir şeyler
kıvılcımlanacaktır, velakin hayır ne mümkün. Hem teraküm ederiz, hem hangi
yollardan kazandığımızı bilmeden kazanmak için geberircesine müsademeye
yelteniriz hem de güya kompradorlara karşı savaş açtığımızı sanacak kadar
ahmağız. Ulan zaten komprador pezevenkler seni içinde ki kompradorun varlığı
sayesinde yeniyor, zira senin zaaflarını biliyor ve büyük bir ustalıkla istimal
ediyor onu yani daha baştan bir sıfır yenik durumda bulunuyorsun. Düşman seni
içinden vurmuş ama farkında değilsin ve seni içinden vuran düşmanınla
savaştığını, onu yenebileceğini zannedecek kadar ahmaksın. Dürüst ol dürüst ve
gerçekle yüzleş ey güzel insançocuğu!
Viran olmuş ve viran olması mukadder
bir yurttayız ama öyle bir tutunuyoruz ki, sanki tutununca
sonsuzlaştıracakmışız gibiyiz şeyleri. Kendimiz sonsuz değiliz ama bize ait
olanların ya da kendimize ait kılmaya çalıştığımız şeylerin sonsuz olabileceği
ihtimalini düşünüyoruz sanki ve öyle bir sarılıyoruz ki hiç bırakmamacasına.
Şöyle çocukluğumuzdaki gezip oynadığımız, anılarımızı bıraktığımız, acılarımızı
ve sevinçlerimizi ve kahkahalarımızı saklayan, dostlarımızın kokusunu, oyunlarımızın
neşesini duyumsadığımız, o güzel bayramları anımsadığımız ve o anımsanan güzel
günlerin belli belirsiz rayihalarını içimize çektiğimiz yerleri gezip dolaşıyor
muyuz hiç? Hele bir de bir şeyleri yerlerinden eden, gövdenizi delip geçen ve
taaa gönlünüzün derinliklerinde hissedilen, sararan yaprakları dallarından
ayırıp savuran tatlı bir esinti eşliğinde yapıyorsak böyle bir şeyi nasılda bir
yudum hüzün gelip düşüveriyor değil mi gönül toprağınıza? Derin iççekişleri
yaşıyorsunuz. Yaşadığımız yerlerde yaşadıklarımızı hissederek yeniden
yaşıyormuşuz gibi oluyor muyuz? Şeylerin nasılda viran olup gittiklerini, her
şeyin siluetlerinin nasılda değiştiğini görüyor muyuz? Ne garip değil mi,
geldik ve gidiyoruz. İllaki gideceğiz! Ama geldik ve durduk gibiyiz ve hiç
gitmeyecekmişiz gibiyiz değil mi? Nasıl da vahşileşmişiz, merhameti öldürmüşüz,
hüzün diye bir şeyi zaten bilmiyoruz. Merhametsizliğin, vicdansızlığın,
acımasızlığın girdaplarında tükenip gidiyoruz. Tükenirken tüketiyoruz! Viran
olan ve olacak olan yurttan önce biz viran olmuşuz. İnsandan, insanlığını
şırıngayla çekip almak istiyoruz. Tüm güzellikleri boğmak istiyoruz. Gülümseyen
yüzlerde acının donup kalmasını istiyoruz. Yaşayamadan öldürmek istiyoruz
insanlığı! Fanusun içerisinde tükenip gitsin istiyoruz ömürler ve ne sevinçler,
ne acılar, ne dostluklar layıkıyla yaşanmasın istiyoruz. Kahkahalar doğmadan
donsunlar yüzlerde istiyoruz. Lanet olası isteklerimiz hiç bitmiyor. Güzel
şeylere dair istediğimiz hiçbir şey yok. Çünkü hüzünden behremiz yok. Biz hüznü
yitirdiğimiz gün yittik ve yitik diyarlarda çürüdük gittik!
İnanın, imkânım olsa, şu doymak bilmez
insanlığı doyurmayı o kadar çok isterdim ki ama ne mümkün. Çünkü verdikçe
isteyen, aldıkça daha fazlasına göz diken yüzsüz, açgözlü, tüm gövdesini hırsın
esir aldığı bir insanlıkla karşı karşıyayız. Sen yok ol, sadece varolsun o! Verdikçe
ver, koydukça koy önüne, nedir demez yutar. Bu yüzden de bir türlü doymak
bilmiyor, kendi elindeki yetmiyor, başkasının elindekine göz dikiyor. Kendi
sofrasındakini yemekten aciz ama başka sofralardan gözü çekilmiyor. Bir de güç
girdimi işin içine, işte o zaman tutmanda kabil olmuyor, münhasıran önündekini
değil, seni de yutmak istiyor. Hatta tüm insanlık sürünsün, bir tek kendi
yürüsün ve yürüyen kimse sürünenleri sömürsün istiyor. Bilmiyor ki Karun ne
oldu? Bilmiyor ki Firavun nerede? Bilmiyor ki Nemrut neye uğradı? Bilmiyor ki
Belam neyle karşılaştı? Bilseydi almak istemezdi, vermekten de çekinmezdi ama
bilmiyor. Alıyor ama vermiyor. Mütemadiyen teraküm ediyor fakat yığdıklarının
altına yığılıp kalacağı günden bihaber ahmak. Ağzı geniş, eli dar, yutuyor
hamuduyla ama kaşıkla bile vermiyor. Oysa bilseydi ki hiçbir zaman alamayacağı,
ulaşamayacağı şeyler ancak vermekle kabildir, belki o dem vermekten imtina
etmezdi diyeceğim ama yine de vermeyecekti. Çünkü kötü ağaçtan iyi meyve ummak
ahmaklıktır. İyi ve sağlam ağacında kötü meyvesi olmaz. İşte bu türlerde meyve
vermeyen ağaca benzerler. Meyveleri dallarında çürür gider de yine o olgun
meyvelerinden faydalandırmaz insanlığı. Oysa o ağaçtır ki, kökü topraktadır ve
toprak ona vermezse onun dalları meyve görmez. Bilir mi bunu? Bilmez. Niye? Çünkü aklı yok ki
düşünsün, kalbi yok ki hissetsin. Ya halkın teri, yaşı, kanı, emeği üzerinden
bağlanıp, bahçelenene ne demeli? Aklı var ama düşünmüyor, kalbi var ama
hissetmiyor pezevenk. Halktan alıyor alabileceği kadar ama bir gram bile
koklatmıyor. Ama halkta suçlu elbette ki; çünkü çakalların paylaştığı etlerden
kalan kemiklere eyvallah ediyor da, az da olsa hakkı olan etli kemiğe
yanaşmıyor. İsteseydi alırdı, isteyince vermiyorlar. Almasını bilmezsen,
vermesini zaten bilmez, bilmedi, bilmeyecek!