Yaşamı kutsayacağımıza ölümü kutsuyoruz. Adeta
ölüsevicileriz. Kazanmak uğruna, üstelikte kazanacağımız şeyin beş kuruşluk
değerinin olmadığı aşikârken, diri diri mezara gömmekten imtina etmiyoruz
insanları. Niye peki? Bu kadar mı nefret ediyoruz yaşamaktan ve yaşatmaktan?
Yaşayanlardan korkuyor muyuz? Oysa yaşayan varsa yaşam vardır ve yaşamın olduğu
yerdedir yaşama dair her şey. Ki, ölenlerle birlikte bir yanımızın da öldüğü
varsayımıyla ölümlerden korkmalıyız. Ayrıymış gibiyiz ama biz bir bütünüz. Bu yüzden
birimizin yokluğu, bütünün eksilmesi demektir. Çünkü ölenlerle birlikte
kaybediyor ve tükeniyoruz azar azar. Niye renklere düşman oluruz ki bu kadar?
Niye kuşların özgürlüğüne düşmanız? Niye çiçeklere düşman oluruz? Niye hep
düşmanlık üzerinden belirliyoruz konumumuzu? Birilerinin düşman olduğuna bende
düşman mı olmak zorundayım? Düşmanımı dost yapamamışsam suç kimdedir? İşin
özünde böylesi bir ödevimiz yok mudur? Senin duygularına ve düşüncelerine göre
düşman bildiğini, benim de düşman bilmemi hangi ilkeyle zorunlu kılmaya
çalışabilirsin ki? Ölümü kutsamadım hiçbir zaman, yaşasın istedim insanlar,
çünkü yaşayan insanların dünyasını seviyorum. Yaşayanlarla birlikte yaşadığımı
hissediyorum. Farklılıkların karmaşası bana cazip geliyor. Aynılığı sevmiyorum,
herkes aynı olsun diyenlerden nefret ediyorum ama bu nefretim bile
ölüseviclikten kaynaklanmıyor, nefret ettiklerimde yaşasınlar istiyorum. Çünkü
onlarında bir rengi olduğuna inanıyorum. Renkler eksilmesin dünyamızdan
diyorum. Çiçekler solmasınlar ve ezilmesinler diyorum, bilakis rayihalarıyla
ölü gönüllerimizi diriltsinler diyorum. Renkleri ve kuşları çok seviyorum.
İkisi de özgürlüğün en berrak göstergesidirler. Gerçek zafer düşmanını dostun
yapabilmek, gerçek yenilgi ise düşmanını dostun olmadığı için katletmek ya da
yok olmasına seyirci kalmak değil midir? Katletmekten haz almak, hangi
insanlığa delalet olabilir? Düşmanlarımın ölüsü beni hangi saikle sevinmeye
itebilir merak ediyorum. Ölenler kazancımız değil kaybımızdır ve aslında her
ölenle biraz daha yalnızlık cehennemine gömülmüş olmuyor muyuz? Korktuğumuz
için düşmanlarımızı öldürmeli miyiz yahut onları zincirlemeli miyiz? Bu
cesurluk mudur? Hep birilerinin üç kuruşluk beyinlerinin kustuğu beş para etmez
düşüncelerine göre mi dizayn edeceğiz hayatımızı ve ona göre mi nasıl
düşüneceğimizi düşüneceğiz? Düşman bir gün dost olur, dostta düşman, peki
böylesi bir denklemde dengeyi nasıl kuracağız? Öldürdükten ve ölülerin
cesetlerine tükürdükten sonra bunun geri dönüşü kabil midir? Keşke yaşamı
kutsayıp yaşatmak uğruna savaşım verebilseydik, belki dünya daha güzel ve
yaşanacak bir yer olabilirdi. Zira öldürdüklerimiz belki bir gün
yaşatacaklarımız olabilirlerdi ve kendileriyle birlikte dünyayı bile
değiştirebilirlerdi, böyle bir hakkı öldürmekle yok etmiş olmuyor muyuz? Nefret
öldürüyor, sevgi yaratıyor ama hangisini becerebiliyoruz, işte bütün mesele
burada. İnsanlığın geleceğini, ölümlerin, nefretin, acıların kaynağı olacak kan
davalarının üzerine kurmak nasıl bir ruh halinin tecessümüdür acaba? Ne düşlerimiz
gerçek oluyor, ne kardeş yapabiliyoruz düşmanlarımızı ama kazandığımızı
sanıyoruz kaybettikçe. Her düşmanın içinde belki de dost bildiklerimizin içinde
taşıdıklarına inandığımız dostluklardan daha güçlü bir dostluk olabileceğini
niçin düşünemiyoruz? Belki de dost bildiğin düşmanındır, dibinde taşıdığın
için, hep inandığın için, isteklerine karşılık verdiği için dost görünüyordur
ama düşman bildiğin ise gerçekten düşmanındır ve dostun olursa aynı şekilde
hesapsız dostun olacaktır. Biri yakın olduğu için öyle düşünüyorsun, diğeri
uzak olduğu için böyle düşünüyorsun ve arada ki mesafe belki de seni yanıltıyor
olamaz mı? Birilerini şeytanlaştırıp, kendimizi şeytanla savaşmak zorunda
hissediyoruz ve düşmanımız da hazır oluyor böylece; şeytanlaştırdıklarımız yani
ama şeytanla savaşırken kendimizde bir şeytan olup çıkıyoruz yani şeytana
dönüşüyoruz ve böylece insanlık dünyası şeytanların savaş alanına, hayatta bir
cehenneme dönüşüyor. Belki farkında değiliz, olmuyoruz ama varlık dünyası böyle
bir dünyanın ta kendisidir ne hazindir ki. Niye insanların düşünceleri,
inançları, kimlikleri, ideolojileri ile savaşırız ki? Hâlbuki bir insan olarak
insanların kötülükleri ile savaşmalıyız ki iyilikler kazansın. Çünkü mezkûr
tanımlayıcı olgularla savaşarak varabileceğimiz hiçbir yer olamaz. Zira
tanımlayıcı olgularla savaşmak insanın ruhuyla savaşmaktır. Niye böylesi
sonuçsuz kalacak bir savaşın içerisine atarız kendimizi ve yaşamları yok
ederiz? Çünkü tanımlamalar insanın kişiliğini gösterir, hangi insan
kişiliğinden vazgeçer ya da kolayca vazgeçer? Niçin yaşamın ve yaşatmanın
gücüne, yaratıcılığına, değiştiriciliğine inanmıyoruz ve her şeyi doğal seyrine
bırakmıyoruz? Ki, kimliği, dili, dini, rengi her ne olursa olsun, karşımızda
konuşlandırdığımız insantekinin inanç dünyası ile savaşmaya yeltenmek, sonu
gelmeyecek bir inat içinde yok olmamızı intaç edecektir. Bıraksak, insanlar
hangi dilden, dinden, renkten olurlarsa olsunlar ve bu vasıflarını özgürce
yaşasalar ne kaybederiz ki? Zira insanların bu yönelimleriyle savaşılmaz da
zaten, çünkü savaşan kaybeder. Oysa mühim olan ve daim olan hayatın kendisidir
ve hayatın üzerinde şekillenen mezkûr tüm şeyler bir tercihe bağlı şeylerdir ve
hepsi de yenilenebilme özelliğine sahiptir. Öyleyse böylesi şeylere takılıp
kalmak, onlarla savaşmak ve hayatı zehir etmek kime ne kazandıracaktır? Ya da
yok etmeye çalıştığımız insan bir gün gelip bizimle yan yana yürürse yüzüne
nasıl bakacağız yahutta böylesi bir ihtimali tamamen yok etmek yüreğimizi hiç
mi acıtmayacak? Anlamak ve kazanmak varken, hayat dediğimiz şey dostu düşmana
çevirebilmek imkânını içinde taşırken, niçin bile göre bunu da yok ediyoruz?
Niye düşünemiyoruz, bir gün hayatın bizi kendisine karşı savaştığımız ve yok
etmeye çalıştığımız biriyle yan yana getirme olasılığını barındırdığını?
Yaşadığımız dünyada, insantekleri ile aramıza ördüğümüz aşılmaz duvarların
yarın belki de hiçbir hükmü ve anlamı kalmayacak ve insanları düşmanlaştırmak
uğruna verdiğimiz anlamsız savaşım bizlere münhasıran utanç bırakacaktır, o
zaman kendimizi nasıl bir yere koyacağız ve kendi yüzümüze nasıl bakacağız?
Sefil, müptezel, pespaye, yüzüne tükürülesi varlıklarız!
KUTSAL OLAN NEDİR?...
Özgür DENİZ - 03.07.2020
Tarih: 03.07.2020
Okunma: 438
YORUMLAR
Yorumunuzu ekleyin.