KUTSAL OLAN NEDİR?...

Özgür DENİZ - 03.07.2020

Yaşamı kutsayacağımıza ölümü kutsuyoruz. Adeta ölüsevicileriz. Kazanmak uğruna, üstelikte kazanacağımız şeyin beş kuruşluk değerinin olmadığı aşikârken, diri diri mezara gömmekten imtina etmiyoruz insanları. Niye peki? Bu kadar mı nefret ediyoruz yaşamaktan ve yaşatmaktan? Yaşayanlardan korkuyor muyuz? Oysa yaşayan varsa yaşam vardır ve yaşamın olduğu yerdedir yaşama dair her şey. Ki, ölenlerle birlikte bir yanımızın da öldüğü varsayımıyla ölümlerden korkmalıyız. Ayrıymış gibiyiz ama biz bir bütünüz. Bu yüzden birimizin yokluğu, bütünün eksilmesi demektir. Çünkü ölenlerle birlikte kaybediyor ve tükeniyoruz azar azar. Niye renklere düşman oluruz ki bu kadar? Niye kuşların özgürlüğüne düşmanız? Niye çiçeklere düşman oluruz? Niye hep düşmanlık üzerinden belirliyoruz konumumuzu? Birilerinin düşman olduğuna bende düşman mı olmak zorundayım? Düşmanımı dost yapamamışsam suç kimdedir? İşin özünde böylesi bir ödevimiz yok mudur? Senin duygularına ve düşüncelerine göre düşman bildiğini, benim de düşman bilmemi hangi ilkeyle zorunlu kılmaya çalışabilirsin ki? Ölümü kutsamadım hiçbir zaman, yaşasın istedim insanlar, çünkü yaşayan insanların dünyasını seviyorum. Yaşayanlarla birlikte yaşadığımı hissediyorum. Farklılıkların karmaşası bana cazip geliyor. Aynılığı sevmiyorum, herkes aynı olsun diyenlerden nefret ediyorum ama bu nefretim bile ölüseviclikten kaynaklanmıyor, nefret ettiklerimde yaşasınlar istiyorum. Çünkü onlarında bir rengi olduğuna inanıyorum. Renkler eksilmesin dünyamızdan diyorum. Çiçekler solmasınlar ve ezilmesinler diyorum, bilakis rayihalarıyla ölü gönüllerimizi diriltsinler diyorum. Renkleri ve kuşları çok seviyorum. İkisi de özgürlüğün en berrak göstergesidirler. Gerçek zafer düşmanını dostun yapabilmek, gerçek yenilgi ise düşmanını dostun olmadığı için katletmek ya da yok olmasına seyirci kalmak değil midir? Katletmekten haz almak, hangi insanlığa delalet olabilir? Düşmanlarımın ölüsü beni hangi saikle sevinmeye itebilir merak ediyorum. Ölenler kazancımız değil kaybımızdır ve aslında her ölenle biraz daha yalnızlık cehennemine gömülmüş olmuyor muyuz? Korktuğumuz için düşmanlarımızı öldürmeli miyiz yahut onları zincirlemeli miyiz? Bu cesurluk mudur? Hep birilerinin üç kuruşluk beyinlerinin kustuğu beş para etmez düşüncelerine göre mi dizayn edeceğiz hayatımızı ve ona göre mi nasıl düşüneceğimizi düşüneceğiz? Düşman bir gün dost olur, dostta düşman, peki böylesi bir denklemde dengeyi nasıl kuracağız? Öldürdükten ve ölülerin cesetlerine tükürdükten sonra bunun geri dönüşü kabil midir? Keşke yaşamı kutsayıp yaşatmak uğruna savaşım verebilseydik, belki dünya daha güzel ve yaşanacak bir yer olabilirdi. Zira öldürdüklerimiz belki bir gün yaşatacaklarımız olabilirlerdi ve kendileriyle birlikte dünyayı bile değiştirebilirlerdi, böyle bir hakkı öldürmekle yok etmiş olmuyor muyuz? Nefret öldürüyor, sevgi yaratıyor ama hangisini becerebiliyoruz, işte bütün mesele burada. İnsanlığın geleceğini, ölümlerin, nefretin, acıların kaynağı olacak kan davalarının üzerine kurmak nasıl bir ruh halinin tecessümüdür acaba? Ne düşlerimiz gerçek oluyor, ne kardeş yapabiliyoruz düşmanlarımızı ama kazandığımızı sanıyoruz kaybettikçe. Her düşmanın içinde belki de dost bildiklerimizin içinde taşıdıklarına inandığımız dostluklardan daha güçlü bir dostluk olabileceğini niçin düşünemiyoruz? Belki de dost bildiğin düşmanındır, dibinde taşıdığın için, hep inandığın için, isteklerine karşılık verdiği için dost görünüyordur ama düşman bildiğin ise gerçekten düşmanındır ve dostun olursa aynı şekilde hesapsız dostun olacaktır. Biri yakın olduğu için öyle düşünüyorsun, diğeri uzak olduğu için böyle düşünüyorsun ve arada ki mesafe belki de seni yanıltıyor olamaz mı? Birilerini şeytanlaştırıp, kendimizi şeytanla savaşmak zorunda hissediyoruz ve düşmanımız da hazır oluyor böylece; şeytanlaştırdıklarımız yani ama şeytanla savaşırken kendimizde bir şeytan olup çıkıyoruz yani şeytana dönüşüyoruz ve böylece insanlık dünyası şeytanların savaş alanına, hayatta bir cehenneme dönüşüyor. Belki farkında değiliz, olmuyoruz ama varlık dünyası böyle bir dünyanın ta kendisidir ne hazindir ki. Niye insanların düşünceleri, inançları, kimlikleri, ideolojileri ile savaşırız ki? Hâlbuki bir insan olarak insanların kötülükleri ile savaşmalıyız ki iyilikler kazansın. Çünkü mezkûr tanımlayıcı olgularla savaşarak varabileceğimiz hiçbir yer olamaz. Zira tanımlayıcı olgularla savaşmak insanın ruhuyla savaşmaktır. Niye böylesi sonuçsuz kalacak bir savaşın içerisine atarız kendimizi ve yaşamları yok ederiz? Çünkü tanımlamalar insanın kişiliğini gösterir, hangi insan kişiliğinden vazgeçer ya da kolayca vazgeçer? Niçin yaşamın ve yaşatmanın gücüne, yaratıcılığına, değiştiriciliğine inanmıyoruz ve her şeyi doğal seyrine bırakmıyoruz? Ki, kimliği, dili, dini, rengi her ne olursa olsun, karşımızda konuşlandırdığımız insantekinin inanç dünyası ile savaşmaya yeltenmek, sonu gelmeyecek bir inat içinde yok olmamızı intaç edecektir. Bıraksak, insanlar hangi dilden, dinden, renkten olurlarsa olsunlar ve bu vasıflarını özgürce yaşasalar ne kaybederiz ki? Zira insanların bu yönelimleriyle savaşılmaz da zaten, çünkü savaşan kaybeder. Oysa mühim olan ve daim olan hayatın kendisidir ve hayatın üzerinde şekillenen mezkûr tüm şeyler bir tercihe bağlı şeylerdir ve hepsi de yenilenebilme özelliğine sahiptir. Öyleyse böylesi şeylere takılıp kalmak, onlarla savaşmak ve hayatı zehir etmek kime ne kazandıracaktır? Ya da yok etmeye çalıştığımız insan bir gün gelip bizimle yan yana yürürse yüzüne nasıl bakacağız yahutta böylesi bir ihtimali tamamen yok etmek yüreğimizi hiç mi acıtmayacak? Anlamak ve kazanmak varken, hayat dediğimiz şey dostu düşmana çevirebilmek imkânını içinde taşırken, niçin bile göre bunu da yok ediyoruz? Niye düşünemiyoruz, bir gün hayatın bizi kendisine karşı savaştığımız ve yok etmeye çalıştığımız biriyle yan yana getirme olasılığını barındırdığını? Yaşadığımız dünyada, insantekleri ile aramıza ördüğümüz aşılmaz duvarların yarın belki de hiçbir hükmü ve anlamı kalmayacak ve insanları düşmanlaştırmak uğruna verdiğimiz anlamsız savaşım bizlere münhasıran utanç bırakacaktır, o zaman kendimizi nasıl bir yere koyacağız ve kendi yüzümüze nasıl bakacağız? Sefil, müptezel, pespaye, yüzüne tükürülesi varlıklarız!

Tarih: 03.07.2020 Okunma: 466

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?