Z KUŞAĞI...

Özgür DENİZ - 13.07.2020

Bir defa, toplum sosyolojisi ve insan psikolojisi, laboratuvarda bir iki saat içinde yapılacak bilimsel deney neticesinde çözümlenebilecek, anlaşılabilecek ve net yargılara vardırabilecek bir şey değildir, bilakis on, yüz yılları alır toplumla ve insanla ilgili bir fikre varabilmek, bir karar verebilmek için, çünkü her şey süreç içerisinde tebeyyün eder. Zira her şey yaparak, yaşayarak, deneyerek öğrenilir, tecrübe edilir. Öyle bir iki saat deney yaparak neticeye varılamaz toplum ve insan konusunda. Toplumla ve insanla ilgili neyin iyi, neyin kötü olduğunu, olguların olaylar üzerinde ki etkisini, olayların olguları dönüştürücülüğünü ve buradan insanda ki yansımasını ve toplumda ki tesirini, insanlar nezdinde ki anlamını, nerede nasıl kullanıldığını ve olayların hangi seyirde izlediğini, ne zaman, ne şekilde, nasıl hangi neticeleri tevlit edebileceğini bilebilmek için onlarca, belki de yüzlerce yılın geçmesi iktiza eder. Bunun aksini iddia edebilmek cesaret ister. Ve insan ne kadar değişkense, toplum o kadar değişir, toplum ne kadar değişirse, insantekini o kadar dönüştürür, elbette insan olmaklığı bağlamında değildir bu, çünkü insan hep aynıdır ve badema da aynı kalacaktır, değişmeyecektir, ne dün değişmiştir, ne bugün değişmesinin imkânı vardır, ne de yarın değişecektir. Misal; bir insanın bir yakını dünyadan ayrıldığında dünyada kalan insanın ruhu acı çeker, beyni darmadağın olur ve bu hep böyle olur insanın var olduğu dünyada. Kabil, Habil’i nefsi ve hırsı yüzünden öldürmüştü ve sonra nedamet gözyaşları dökmüştü, ölüsünü nasıl gömeceğini bile bilememişti, bugünde olmaktadır bu, yarında olacaktır. İnsanın ortaya çıktığı günden beridir insan aynı insandır. Velakin hayat bağlamında ikisi de durağan değillerdir, illaki değişkendirler. Çünkü hayat devingendir ve neleri getireceği ve getirdikleriyle neleri götüreceği kestirilemez ve hayat yaşanılan bir şeydir, adaletiyle, adaletsizlikleriyle, hukukuyla, hukuksuzluklarıyla, canileriyle, cinayetleriyle, zalimleriyle, zulümleriyle, başarılarıyla, başarısızlıklarıyla, eşitsizlikleriyle vs. ve işte insanın tavrı burada belli olur ya etkendir ya da edilgen yani değişebilirliği bu boyutuyladır. Onurlu bir yaşam sunanı bırakır, onursuz bir yaşam sunanı elbette değiştirir, gözlemleri neticesinde vardığı kararları bağlamında yaptığı seçimleriyle. Ki, değiştirmelidir de, değiştirmiyorsa işte asıl sıkıntı oradadır, o vakit ortada insan yoktur, insan vardır ama beşer derekesinde takılıp kalmıştır. Bunu bilelim. İnsanteki, toplumu ihdas eder, toplumsa insantekini dönüştürür ama ikisi de birbirini dönüştürücü etkiye ve potansiyele maliktirler. Misal; dinleyici alkışlarıyla şairi coşturur ve okumasına etkide bulunur, şair okumasıyla dinleyiciyi adeta hipnotize eder yani biri okumasıyla dinleyicileri, diğeri alkışlarıyla şairi yönlendirir yani değiştirir ve ortaya iki tarafında hoşnut olabileceği bir durum çıkar. Toplum bir şeyler dayatır, insanteki o dayatmaya karşı durur ve yarar onu, yerine kendisi bir şeyler koyar ve topluma sunar, böylece ikisi de birbirine karşı öğretici konumunda olurlar ve öğrendikleriyle kendilerini iyi ya da kötü yönde değiştirirler. Yani değişimin öğeleri; olgular, olaylar, zihni süreçler ve bu zihinsel süreçler neticesine ortaya çıkacak hareketlerdir. Ama burada şunu da belirtmek icap etmektedir; kuşkusuz insantekini büyük oranda belirleyen, şekillendiren, üreten, ona bir bilinç ekleyen şey; toplum dediğimiz mekanizmadır. Ama bu demek değildir ki; insantekinin, toplumu etkilemesi kabil değildir, hayır insan da elbette toplumu bir şekilde etkilemektedir, onun dönüşümüne katkı sunmaktadır, bu gayet tabidir yani olağanüstü bir durum değildir, anlaşılamayacak bir yönü yoktur. Ki, tabir caizse kendisinin ürettiği bir şeyi belirleyememesi anlaşılamayacak bir şey olabilirdi ancak. Toplum dediğimiz şey, malumdur ki insanteklerinin çokluğunun, bir aradalığının, ortaklaşa ihdas edilen muayyen bir yaşam biçiminin ifadesidir. Toplum, insantekine indirgenemez ama insanteki, toplumsala yükseltilebilir, çünkü insanteki dediğimiz varlık toplumsal olmak zorundadır. Zira yaşamak demek; beslenmek, barınmak, iletişim kurmak demektir. Beslenmek, barınmak ve iletişim kurmak içinde topluma karışmak zorunludur. Çünkü insantekleri birbirilerinin ihtiyaçlarını karşılayan varlıklardır. İhtiyaçlar yaşamak için ne kadar zaruri ise, o ihtiyaçların mütekabiliyet esasına göre karşılanması da o kadar zorunluluktur. Zira hiçbir kimse her şeyi üretemez, yapamaz, meydana getiremez. Bu yüzden toplumlarda işbölümü diye bir şey vardır. Herkes ihtisas yaptığı alan minvalinde üretimler yapar. Ve herkes becerebileceğine inandığı alanda ihtisas yapar. İnsan dediğin şey bellidir, muamma değildir, muammadır belki ama değildir mevzubahis olan yönüyle. Zamana göre değişen bir şey değildir. Değişir mi, değişmeli midir? Elbette değişir ve değişmelidir ama insan olarak değişmesi muhaldir. Yani doğar, beslenir, büyür, ağlar, güler, acı çeker, sever, nefret eder, barışır, savaşır, dertlenir, merak eder, sorar, sorgular, okur, öğrenir, düşünür, direnir, tepki verir, ölür, insan varolduğu müddetçe bu durumlarda varolacaktır. Ama insan adaletsizliğe karşı savaş açar, yozlaşmaya karşı direnir, sömürüye karşı aşılmaz barikat olur yahut tepkisiz kalır, işte bu yönleriyle değişir ya da değişmez insan ya sömürülüyorsa ve bunun farkındaysa ya onurlu tepki verir ve yok etmek için kavga verir yahutta sömürüye boyun eğer ve onursuzca yaşamaya devam eder. Değişebilirliği yahut aynı kalırlığı bu olgulara, durumlara göredir yoksa insan olmaklığı bağlamında değildir. Zaten insanın üzerinde durulmasının ve onun özbenliğine musallat olunmasının en belirleyici nirengi noktası da burasıdır. Çünkü insanteki pasifize edilmek, edilgen kılınmak, süngerleştirilmek, nihayet sürüleştirilmek istenmektedir. İnsanteki, toplumsal bir varlık olması hasebiyle, sorumluluk deruhte eden bir varlıktır. Bu sorumluluk spontane üzerine yapışan bir şeydir, toplumsal bir varlık olması ve bunun bilincine varması boyutuyla. Hadi toplumu kenara koyalım, çendan kendisine karşı sorumludur ama yine de toplumu kenara koyamıyoruz, zira kendisine karşı sorumlu olması dolaylı olarak topluma karşı sorumlu olması demektir. Çünkü yalnız değildir, bir toplum içerisinde yaşamaktadır. Bilakis kendisine karşı sorumlu olmasının hiçbir anlamı olmayacaktır, toplumsal sorumluluğu üzerinden aldığınız zaman. İnsan, toplumla bir anlam kesbetmektedir. İnsantekinin, münhasıran kendisinin varolmasının hiçbir izahı olamaz böylesi bir dünyada. Ama insanteklerinin sorumluluklarını almak istemektedirler, istendik insan üretme projesinin peşinden koşan asalaklar. Yani insantekleri birer ölücana, robota dönüştürülmek istenmektedir. Sen böylesin denilince öyle olacak bir insan tipolojisi yaratılmak istenmektedir. Binaenaleyh, ‘’Z Kuşağı’’ tanımlaması zorlama ve art niyetli tanımlamadır. Yeni gelen nesle zımni kimlik ve misyon yükleme teşebbüsüdür, onlarında farkında olmadıkları ve belki de anlamadıkları manipülasyondur. Aklı olan hiçbir kimse aksini iddia edemez. Gençliği etkin ve egemen güç olmaktan çıkarıp günübirlik çıkarlar istikametinde yönlendirilen, onları büyük hedeflere adanmaktan alıkoyacak, istendik şekilde kullanılan bir robot kılma taktiğidir. Onların üzerlerinden toplumsal sorumluluklarını alarak, toplumu diledikleri gibi dizayn edebilecek alan açmaya matuf zımni bir teşebbüstür. Gençliği politik alandan, ortak akıldan, ortak vicdandan, ortak kavgadan, ortak direnişten, bir toplumsal örgütlenmede bir araya gelmekten uzaklaştırma taktiğidir. Heva ve heveslerinin peşinden koşan, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, toplumsal olaylara lakayt ve duyarsız kalan, sormayan ve sorgulamayan bir gençlik ihdas etmenin ön aşamasıdır bu tanımlama. Gençlik çok sessizce, belli etmeden, zımni zorlama ile yönlendirilmekte ve kendisine dikte edilen kimlik istikametinde hareket etmesi istenmektedir. Gençliği ortak bir hedeften ve o hedefe matuf ortak bir çabadan uzak kılmanın, bireyciliğin fanusuna tıkmanın kirli izdüşümüdür bu tanımlama. Gençliğin kendi üzerlerinde gerçekleştirilmeye çalışan bazı şeylere verdiği tepkilerle onları tanımlamak ve onlara kimlik biçmek insafsızlıktır. Zira verilen tepkiler normal tepkilerdir, haksızlığa herkes isyan eder. Eğer ortada bir haksızlık, hukuksuzluk varsa, buna tepki koymanın kuşağı olmaz, böylesi bir tepki insanı bir tepkidir ve her insanın verebileceği, vermesi icap eden bir tepkidir. Çünkü gençlik her şeyi apaçık olarak görmektedir ve gördüklerinin yanlış olduğunu bildiği içinde tepki vermektedir, zira önünde uzun bir yol vardır koşacağı, o yolu da insanca koşmak istemektedir. Ki, zaten gençliğin bu durumudur ki, bizleri ümitvar kılmaktadır yenidünyaya yönelik olarak. Tepkilere göre kimlik biçmek insanı etkisiz, pasif, robotik bir duruma indirgemek, irca etmek demektir. Tarih boyunca, kendi varlığının farkında olan ve kendisini bilme düzeyine yükselmiş her insan, gayr-i insani olan şeylere tepki vermiştir, vermektedir, badema da verecektir. Bunun için bir kuşağın insanı olmaya gerek yoktur. Münhasıran insan olmaya gerek vardır. Misal; otoriteyi reddetmek yahut otoritenin insan kıyıcılığını tenkit etmek, illa bir kuşağın insanı olmayı önkoşul kılmaz, münhasıran insan olmayı önkoşul kılar. Ne yani şu tarihte doğanlar böylesi bir şeye tepki vermez de, bu tarihte doğanlar mı tepki verirler yahut tersini düşünün. Böylesi bir çıkarımın neresinde mantıktan, rasyonaliteden iz vardır? Biz, insanın insan olmaklığı ile insanın hayat içerisinde bulunmaklığını karıştırıyoruz maalesef. Ailenin etkisi yokmuş çocuklar üzerinde. Hadi canım sende, çocuğu boğarsan, kendi dar kafalılığının ürünü olan düşüncelerinle yetiştirmeye çalışırsan ve çocuk yaşadığı çağla o fikri uyuşturamazsa kafasında ve nihayet karşı koyarsa, bu illa onun bir kuşağın ürünü olduğu anlamına mı gelir yahut yerli yersiz ebeveynlerine muhalefet ettiği anlamına mı gelir? Bilakis, kendisini dünyaya getirenlerin kendi çağlarında kaldıklarının, kendisinin ise farklı bir çağının çocuğu olduğunun zımnen ifadesinin tezahürdür gösterdiği tepki. Bunu mutlaka anlamaları için çocuk belki de haddinden fazla gayret sarf etmiştir ama anlaşılmayınca tepkisini hareketiyle göstermek zorunda kalmıştır ve bu anlaşılmayacak bir durum değildir. Bilakis her çocuk ilk evvelde kendi çağının çocuğudur. Ki, bunu Hz. Ali de bizatihi ifade etmiştir; her çocuk kendi çağının çocuğudur, onları çağınıza göre değil, çağlarına göre yetiştirin diye. Bu yüzden çocuğun ruhunu ve beynini çözümleyebilmek, anlayabilmek ve ona göre kendisine yaklaşabilmek icap eder. Siz onu insan yerine koyar ve onun tercihlerine saygı duymasını bilirseniz, o çocuk elbette kendi çağının çocuğu olmakla birlikte yine sizin çocuğunuzdur ama aksini yaptığınız takdirde onu başka bir çocuk yapar, sonra da ona bir kimlik biçer ve işte bu da böyle oldu der, kendinizi temize çıkarmaya yeltenirsiniz ama çakılır kalırsınız. Ailelerin ilgi alanları değişirse, çocukla iletişim koparsa, artık çocuklar başıboş bırakılırsa, bitevi onun kalbine değilde bedenine hitap edilirse, ona sevgi yerine madde sunulursa, kuşkusuz o çocuk kendi çağının bile değil çok farklı çağların çocuğu olur ve sonra da tutar ona tanım bulmaya yeltenirsiniz. Geri zekâlılık böyle bir şeydir işte. Devlet bağlamında söylemek gerekirse de, sevgiyle ve saygınlık vererek kontrol edemediğin bir insanını, zorla ve korkutarak kontrol etmeye yeltenirsen bu tutmaz, geri teper, o insan senle ilintisini bir şekilde keser. Sonra da sana muhalif konumda yer alanları kendince tanımlamaya yeltenirsin, bocalar kalırsın. Yaşamın raconunu bilmezseniz, hep yabancısı olacağınız dünyalarla karşılaşmak ve onlarla savaşmak zorunda kalırsınız. Akıl; aptalca yaşama son ver, onurlu yaşama merhaba de diye var! Sevgili gençler! İnsan olun, özgür olun, güçlü olun, yaşayacağınız hayatı kendiniz seçin, tercihlerinizi kendiniz yapın, sürüleşmeyin, baskılara boyun eğmeyin, sorun ve sorgulayın, cumhuriyet deyin her daim ve her şartta koşulda.

Tarih: 13.07.2020 Okunma: 510

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?