Şimdi; din olgusu bağlamında bakarsak; varlık alemi ve
içindekiler var olmadan evvel sebep ve sonuç belirlenmiş mi? Yani ister bir
irade vardır deyin isterse spontane deyin, böylesi bir belirlenim olduğu
gerçeğini inkar etmek kabil değil. En basitinden, tabiatın rengârenk çiçeklerle
donanması için mevsimin muayyen koşullara tabi olarak değişmesi önkoşuldur.
Yani muayyen şartların teşekkülü neticesinde muayyen sonuçların tezahürü kabil
olmaktadır, bunun ister bir irade dâhilinde tahakkuk ettiğini, isterseniz
bilimsel temellerde yapacağınız izahlarla doğanın dönüşümünün gerekliliğinin
bir sonucu olarak tahakkuk ettiğini söyleyin, burada ki sebep-sonuç ilişkisini
yok sayamazsınız hatta varolduğunu inkâr edemezsiniz. Burada da insanın hiçbir
dahli bulunmamaktadır, bir irade dahilinde tezahür ediyorsa bu insanın iradesi
değildir, spontane tezahür ediyorsa zaten insan dahlinden söz etmek muhaldir. Hülasa;
her sonuç bir sebebe mebni mi? İnsanın bile halk olunmasının bir sebebi var mıdır
yani insan haddizatında bir sonuç mudur, din olgusu bağlamında ya da hangi olgu
bağlamında olursa olsun değişen bir şey olur mu? İnsanın dahli olmayan
olaylarda bile sebepler ve sonuçlar varlığın özüne dercedilmiş yani? Sebepler
teşekkül ettiğinde, iradesiz yahut iradeli olarak, sonuçta tezahür ediyor mu?
İnsanın bizatihi dahli olması gereken olaylarda ise insan tarafından müdahale
olması iktiza edeceğinden insan müdahalesi olmadan sonuç sadır olmayacaktır.
İnsanın dokunuşu doğuşu realize edecektir. Çünkü insan doğurtandır, yaptığı
dokunuşlarla elbette. Burada insanın fonksiyonu çok önemlidir. İnsan sebeplerin
sebebidir yani sebebin aracıdır ve dahi yani sebebi meydana getiren olduğu için
sebebin sebebidir. İnsan en büyük sebeptir ve her şeyin sebebidir, çünkü bu
dünyada insansız hiçbir şeyin tahakkuku kabil değildir. Böylesi bir şeyin
mümkün olabilmesi içinde insana bu yönde muayyen yetiler bahşedilmiştir. Sebep
sonucun anasıdır. İnsan sebep olmadan sonuç doğmaz yani doğum tahakkuk etmez.
İnsanın sebep olması hangi yönde, hangi şekilde olursa, sonuçta o yönde ve o
şekilde olacaktır. Şimdi sebepler ve sonuçlar insan varolmadan var olduğu için
hangi sebebin hangi sonucu doğuracağı Tanrı’nın bilgisi dâhilindedir. Artık
Tanrı’yı nasıl anlıyor ve tanımlıyorsanız orası sizin bilgi dağarcığınıza ve
idrak düzeyinize kalmış. Ama burada tüm sorumluluk insanın üzerindedir.
Tanrı’nın bilmesi demekte zaten Tanrı insanın içinde olduğu için bilmesi
demektir. Öyle ya dine göre Tanrı Kendi ruhundan insana üflemiştir, öyleyse
İnsan da Tanrı gizlidir yani her insan Tanrı’dan ruh taşımaktadır, dolayısıyla
Tanrısallık özelliğine haizdir. İnsan hiçbir şeyden kendini soyutlayamaz ve
sorumluluğunu üzerinden atamaz. Misal; zulme maruz kaldıysan buna yol verdiğin
içindir. Çünkü zulmün tezahür etmesi için bir zalimin bir de mazlumun olması
önkoşuldur ve mazlum yol vermedikçe yahut suskuya boyun eğmedikçe, zalim ona
zulmetmeye cüret edemez, şayet ediyorsa da mazlumun bu zulmü onaylamasının
neticesidir tezahür eden zulüm. Biz Tanrı varsa her şeyi yapabiliriz, sonra el
açıp dua ederiz ve Tanrı gelir elimizden tutup bizi kurtarır diye düşünüyoruz
ama böyle bir şey yok, böyle bir şey yok deyince de yok diyene düşman oluyoruz.
Çünkü kadercilik telakkimiz, bizi böylesi bir dar kafalılığa, sekterliğe,
alıklığa mahkûm ediyor. Şimdi burada zulmü isteyen sen olduğun için Tanrı gelip
seni bundan kurtarmaz, sen kendin çağırdıysan gönderecek olan da sensin. Yani
zulme uğrayıp bunu kader olgusuna bağlayıp boynunu büküp oturamazsın. Keza din
olgusuna göre cennet ve cehennem var de mi? Seni oraya gönderen Tanrı mı yoksa
bizatihi sen misin? Elbette sensin. Çünkü eylemlerinin neticesinde ya cenneti
ya da cehennemi hak edersin. Öyle değil mi ama? Karanlığı ve aydınlığı kendi
ellerinle doğuran sen değil misin? Kötülüğü de iyiliği de kendi ellerinle yapan
sen değil misin ve kötülük cehennem, iyilik cennet demek değil midir, o vakit
cenneti ve cehennemi çağıran sen değil misin yahut yaratan sen değil misin? Ya
da insanın seçimlerini Tanrı yapıyor yani Tanrı her şeyi önceden tayin etmiş ve
bizler münhasıran iradesiz birer oyuncularız, dolayısıyla Tanrı oyunun sonuçlarından
da insanı mesul tutmaz diye düşünüyoruz. Hayır, asla böyle değildir, böyle bir
şeyin olması söz konusu bile olamaz. Keza; ezen ve ezilenler olarak aynı
dünyada yaşıyoruz değil mi? Bu dünya herkesin mi yani içindekiler herkesin
ortak şeyleri mi? Peki niçin birilerinin bahtına ultra lüks, görkemli, mutantan
hayatlar düşerken, birilerinin bahtına sefaletin bile sefaleti düşüyor? Öyle ya
hepimiz aynı dünyadayız, aynı kurallara tabiyiz, aynı nimet tarlasında hareket
halindeyiz, aynı emeği sarfediyoruz, her şey bizim için halkedilmiş, aynı
yetilerle mücehhez kılınmışız ama birileri her şeye şakkadak ulaşırken birileri
canlarını bile çıkarsalar hak ettiklerine bile mülaki olamamaktadırlar. Bu
durumda yoksulluk ve zenginlik olgusunun tezahürüne sebep olmaktadır. Yani
yoksulluk bizatihi insan eliyle tezahür eden bir olgudur ve yoksul da
yaratılmış yoksulluğun tutsağı olandır. Şimdi biz buna kader deyip razı mı
gelmeliyiz yoksa böyle kader olamaz, bunu yaratan insandır ve biz de bize
benzeyenlerin yarattıkları ve bizleri mahkûm ettikleri bu kaderi bozup herkes
için daha güzel bir kader yaratabiliriz mi demeliyiz? Elbette bize kader diye
dikte edilen hayattı reddedip, bu kandırmacaya nihayet verip yeniden yeni bir
hayat yaratmalıyız, insanlık onuruna seza bir hayat olmalıdır bu hayat. Burada
insanın sorumluluk mevkiinde olmasının sırrı gizlidir. Gören göz, hisseden
kalp, düşünen ve bilen akıl varsa, her sonuç bir sebebe mebnidir ve bu sebep
insan eliyle tahakkuk etmedikçe, istendik sonuç hâsıl olmaz. Burada sonucun
rengi yani olumlu yahut olumsuz durumu bir şey değiştirmez. Zira Tanrı sebebi
ve sonucu halk etmiş ama insana da akıl, gönül, irade ve ihtiyar vermiş. Seçimi
yapan da sonucuna katlanacak olanda insandır. Tanrı sana verdiyse şeyleri,
niçin gelip sana müdahil olsun ki? Kendin edecek kendin bulacaksın. Yani günah
işliyorsan bedelini ödeyeceksin, sevap işliyorsan ödülünü alacaksın. Kimse,
kimsenin günahının bedelini ödemez, kimse de kimsenin sevabının ödülüne
tasallut edemez. Bilakis, her şeyi Tanrı yapmış ve yapıyor olsaydı, o vakit
senin bir anlamın kalmazdı, dinin bahsettiği imtihan denilen şey hiçbir şey
ifade etmezdi. Şimdi Tanrı sebepleri ve sonuçları bilen midir? Biliyorsa hangi
sebeplerin hangi sonuçları tevlit edeceğini de bilir. Ve bilmesi de de olayın
vuku bulduğu andadır. Tanrı senden ayrı bir şey değildir ki bilme durumu da
ayrı olsun. O zaten senin içindeyse sen sebebe dokunup sonucu doğururken her
şeyi biliyor olmaktadır. Kendi ellerinin ürünü olan bir şeyin hangi durumlarda
hangi hali alacağını bilirsin. Tanrı’nın Tanrı olmasının hakikati de budur
zaten. Mutlak kader demek sebeplerin ve sonuçların önceden halk edilmiş olması
demektir ve biz o mutlak kader temelinde kendi kaderlerimizi çizer, insanlığın
kaderine dokunuşlarda bulunuruz. İnsan bir yerde de sonuçtur. Dışındakiler de
onun sebebidir. Yani hem sebeptir hem de sonuçtur insan. İnsan özünde mündemiç
olan muayyen yetiler tavassutu ile yanlışa gidebilir ve Tanrı da bunu bilir ama
verdikleriyle o yanlıştan dönmesini ister ama dönmezse de gelip elinden tutup
döndürmez. Bilakis kaderine müdahale olur ki bu, o vakit insan sonuçtan mesul
tutulamaz. Zira müdahale kendisine verilenlerin anlamsız kalması demektir. Bu
ise Tanrı’nın varlığına mugayir olur. Zira yüklediği sorumluluğun bir sebebi ve
anlamı vardır. Çünkü cezanın da ödülünde bir hükmü vardır. Hatta insanın anlamı
bile burada gizlidir. Tanrı elbette mutlak kaderi biliyor, zira onu halk
edendir ama küçük kaderleri olduğu anda bilmektedir ve bu Tanrı’nın
Tanrı’lığına halel getiren bir şey değildir. Öyle ya Tanrı her an iş başında
değil midir ve her an yeniden yaratmakta değil midir? İnsanın, kendisine
verilen akıl, gönül, irade, ihtiyar gibi üstün özelliklerle, yetilerle bir
sebebe sarılıp bir sonuca ulaşması kendi çizeceği kaderidir yani cüzi
kaderidir. Zaten insanın düşmesi de, yükselmesi de tam da burada tezahür
etmektedir. İnsan, bu dünyada başına gelen her şeyden kendisi mesuldür ve bunu
kadere hamledip mesuliyetten kurtaramaz kendisini. Çünkü kaderini çizen
kendisidir, kendi eylemleriyle. Kadercilik telakkisi acizliğin ifadesidir
dahası kaçışın adıdır. Ama kaçış kabil değildir. Acizlik bahanesi kabul
olunmayacak bir bahanedir. Her şeyi istediğimiz gibi yapıyoruz, her türlü
pisliği, rezilliği yapıyoruz, köpek gibi yaşıyoruz, dünya çıkarlarımızı temin
ediyoruz, başımıza ya da başkalarının başına yapıp ettiklerimiz neticesinde bir
kötülük, bela, felaket gelince de, sonucu kadere hamledip işin içinden
sıyrılmaya yelteniyoruz ahlaksızca. Şerefli halk olunduğu söylenen insan
böylece şerefsizlik çukuruna düşüyor kendi elleriyle!
Zariyat Suresi 56. Ayeti de yanlış anlıyoruz kahir
ekseriyetle. Biz, dini, maalesef yanlış biliyoruz hatta dini hiç bilmiyoruz ama
bildiğimizi sanıyoruz, çünkü bitevi kendisi sayesinde bir konum elde ettiğimiz
ve sayesinde kendimizi ayrıcalıklı gördüğümüz dini bilmediğimizi bilirsek bunun
utanç vesilesi olacağını düşünüyoruz, naçizane fikrimce din sahibi olduklarını
sananlar dinden hiçbir şey anlamamaktadırlar ama dinin sahipleriymiş gibi
hareket ederek kendi dışlarında kalanları kolayca yargılamaktadırlar, çünkü din
sahibi olmak onlara böylesi bir ayrıcalık tanıyor, elbette kendi kafalarına
göre yoksa din böyle bir salahiyeti ve ayrıcalığı kimseye tanımaz, öyle ya din
bize geldiyse biz zaten bilmesek bile bize geldiği için dini bilmiş sayılıyoruz
ve bilmediklerimizi ama bildiğimizi sandığımızı, bilmediklerini bildiklerimize
yani bilmiyor olduklarını sandıklarımıza öğretme gibi bir vazifemiz vardır yani
yoksa bile vardır diye düşünüyoruz, çünkü adımız Müslümansa ve İslam
Müslümanlara gelmişse, doğal olarak her Müslüman doğuştan İslam’ı bilmiş
sayılır ve bildiğini de tebliğ eder gibi bir algıya malikiz, nihayetinde münhasıran
din diye belletilmiş yanlış bir inanca malikiz ve bu durum da bizleri yanlış
telakkilerin mahkûmu kılıyor. Tamamıyla bozuk olan kadercilik telakkimiz de
buradan tevlit ediyor işte. Hatta çoğu ayeti motmot olduğu haliyle alıyoruz ve
hayata tatbik etmeye tevessül ediyoruz, o ayet üzerinde hiç kafa yormuyoruz,
çünkü böylesi bir şey yapmayı Tanrı’ya ihanet telakki ediyoruz ama Tanrı’nın
böylesi bir şeyi yapabilmemiz için bize akıl verdiğini sarf-ı nazar eyliyoruz
yahut aklı telin ederek yine de böylesi bir dar kafalılığa kendimizi esir
ediyoruz, oysa böylesi bir şey kabil değildir velakin mümkün kılmaya kendimizi
zorlamak yanlış eylemlerin ortaya konulmasına sebep oluyor ve ortaya konulan
eylemler tekrar edildikçe de yanlış bir din algısı tevlit oluyor ve tevlit
olunan bu yanlış algı zamanla gerçeklik kılıfına bürünüp dinin böyle bir şey
olduğu zannediliyor. Ortaya da kendisini dine dayandırarak yanlış hareketler
üreten sapık güruhlar çıkıyor. Sonra da dinin yerini, din diye üretilmiş
hurafeler yığını dolduruyor. Bunun neticesinde de din diye bilinen hurafelerce
afyonlanmaya hazır insanlar üretiliyor. Çünkü zımnen ama kesinlikle bir bilinç
temelinde üretilmiş olunan bu din haddizatında bir din değil ancak bir afyon
olabiliyor. Gerçek din ise arada kaynayıp gidiyor. Ortaya çıkanlarda dindar
değil, dindarlık maskeli dinsizler oluyorlar. Çünkü din diye hurafelere
ayarlanmış hayatlar yaşıyorlar ve bu hayatlarda kötülükten başka bir tohum
ekmiyor insanlık ve kulluk toprağına. Bu durumda nice insanlar tarafından
Tanrı’nın sorgulanmasına ve Tanrı’yla hesaplaşmaya yol açıyor haklı olarak.
Çünkü Tanrı varsa ve bir din göndermişse, tatbik edilen din Tanrı’nın dini
olamaz, öyleyse insanlara da dikte edilemez. Zira böylesi hal neticesinde
öylesi bir hal tezahür ediyor ki, her şey Tanrı’ya hamlediliyor ve insan mutlak
günahsız addediliyor ve her şeyin sebebi Tanrı olunca karşı çıkmakta kabil
olmuyor, dolaysıyla kaderdir deyip razı gelmek şart koşuluyor, karşı çıkanlarda
tecziye ediliyorlar nahak yere. Peki, insanlar nasıl olacaktır da, birilerinin ürettikleri
dini Tanrı’nın dini olarak görüp o dine tabi olacaklardır ve hangi kıstasa göre
o dini reddettikleri takdirde cezayı hak edeceklerdir? Zariyat suresi 56. Ayette
kompleks ve girift bir durum yoktur. İnsan burada sebeptir, kulluk sonuçtur.
Yani Tanrı seni halk ettim ama Bana kulluk yap diye halk ettim demektedir ama
burada onun tüm hayatını mutlak ve insanın kendisinden bağımsız olarak kontrol
altında tuttuğunu söylememektedir yani onu özgür bırakmaktadır. Bunun için var
oldun ama yapmamak hakkında vardır demektedir. Zira zaten söylediğinin mutlaka
olacağını bildirmiş olsaydı, insanın var olmasının ve kulluk yapacak olmasının
hiçbir anlamı kalmazdı. Ki, o vakit kaderciliğinde bir anlamı olurdu. Öyle ya
nihayetinde her yaptığından sorumlu olacaksa, o vakit yapacaklarında özgür
olmalıdır, ki, sorumluluğunun bir anlamı ve hikmeti olsun. Bu meyanda elbette
kulluk sebeptir, insan sonuçtur. Tanrı varsa birileri Tanrı’ya kulluk
yapmalıydı, ki, Tanrı Tanrılığını bilsin ve bilinsin halk ettiklerince.
Bilinmek istemek, bilmek isteyecek ve bilecek olana sebepti. İç içelik hali
vardır burada. Bunda ise akıl dışı bir durum yoktur. İnsan olacak ki, kulluk
olacak ya da kulluk olması gerekiyor ki, insan olmalıdır. Yani her iki olgu da
hem birbirlerinin sebepleridirler hem de sonuçları. Zira kulluğu ancak insan
yapabilir ya da insan yoksa kullukta yoktur yahut kulluk olmalıysa bir de o
kulluğu yapacak birisi olmalıdır. Tabiat, Tanrı’nın sünnet midir bir anlamda?
Tabiat denilen organizmaya sebepler ve sonuçlar derç edilmiş midir, öyle ya
doğa olayları nasıl meydana gelmektedir? Yani her olay bir sebebe müteallik
midir, her sebep zorunlu olarak bir sonucu tevlit etmekte midir, ister bir
irade dahilinde deyin, isterse spontane deyin böyle olmaktadır olan ne varsa?
Şimdi, Tanrı tabiatta ki her şeyi önceden bilmekte midir? Elbette mutlak kader
bağlamında, yoksa cüzi kader bağlamında olay tahakkuk ettiği anda bilinmektedir
her şey. Çünkü orada, ne zaman, neyin, nasıl, hangi sebepler temelinde; hangi
sonuçların ortaya çıkacağını bilir. Şimdi medyana gelen bazı şeyler insanın
zararına bazı şeylerde yaranına olabilir. İnsanın zararına olsa bile Tanrı’nın
bunu engellememesi, insana zulüm değildir. Şerri de, hayrı da çeken insandır
yani iyiliği de, kötülüğü de kendi elleriyle yapan insandır. Zira insan
imtihandadır. Ve başına her şey gelebilir. İnsan dua eder ve ister de, ki,
insan istemektir bir yerde, çünkü verilenlerle insandır ve yine verilenlerle
varlığı kaim ve daimdir. İstemeseydi olmazdı, olduysa verildiği içindir. İnsan da Tanrı’nın sünnetidir bir yerde. Ve
insan denilen organizmanın bünyesinde de muayyen sebeplerle muayyen sonuçları
doğuracak bir sistem vardır. Ve Tanrı’nın bilgisindedir her şey. Burada her
şeyin Tanrı’nın bilgisinde olması Tanrı’nın her şeye dâhil olması ve her şeyin
sorumlusunun Tanrı’nın olması anlamına gelmez. Haddizatında olay o kadar kompleks
ve girift değildir ama dürüstçe bakmak iktiza ediyor. Ve tabi haddimizi
hududumuzu bilmekte icap ediyor. Ki nihayetinde, insanız, bir hayata doğmuşuz,
yaşayıp gidiyoruz, muayyen yasalar temelinde, sebepler var, sonuçlar var,
aklımız, irademiz, ihtiyarımız var, gönlümüz var. Kader olgusuna da bu bağlamda
bakmak elzemdir, her şeyi kader olarak görüp, hak etmediklerimize katlanmamak
ve hak ettiklerimizi var etmek için. Büyük kaderin altında ve etkisinde, her
insanın kaderi kendi elindedir. Kader vardır, kaderin üstünde bir mutlak kader
vardır. Misal, ölüm mutlak kaderdir. İnsan ve tabiat denilen organizmaların
içyapısı dizayn edilmiştir ve sebepler sonuçlar yaratılmıştır. Misal; karın
yağışı için bir sebep vardır ve o sebep meydana gelince karın yağması sonucu
tabiatın bünyesine dercedilmiştir. Ama bu doğal ve spontane gelişen bir
sebepler, sonuçlar zinciridir. İşte o sebep sonuç dengesi mutlak kaderdir.
Kimse uçurumdan atlayıp ta beni Tanrı öldürdü diyemez. Uçurumdan atlama
sebeptir ve atlayan ölür ve bu sonuçtur. Eğer burada insan suçu kadere bağlarsa
kaderciliğin mahkûmu olur ve miskinleşir, mezellet ve meskenete mahkûm olur. Her
şeye karşı böylesi alıkça bir yaklaşıma sahip olduğu için değil midir, insanın
rezil bir şekilde onursuzca yaşaması? İşte bu sebep sonuç olayı kaderin
bütünlüğünü temsil eder yani kaderin bütünüdür. Ama sebepler için insan bir
aracıdır. Sonuçlar zaten sebepler yüzünden spontane meydana gelir. Yaygın ve
basit bir misal verelim; içersen sarhoş olursun, sarhoş olursan araba
süremezsin ama sen sürmeye yeltenirsen kaza yapar ve ölürsün. Sebep ve sonuç Tanrı’nın
var edişidir ama bunun hayat içerisinde ki durumu insanın aklına, iradesine
bağlıdır. Sen sorumluluğunun gereğini yapma, pislik içinde yaşa, sonra da işi
kadere hamlet. Kendi ellerinle işlediklerin yüzünden kötülüklerle, belalarla,
felaketlerle karşı karşıya gel ama her şeyi kadere hamlet ve her şeyin
sorumlusu kader olsun. Bu kolaycılıktır, absürttür, ahmaklıktır. İşte bir nevi
mutlak kader altında ki kader insanın kendi hür iradesine bağlı oluyor. Misal;
silah öldürür. Ama o silahı insan sıkar. Ha burada şu kafayı karıştırabilir;
diyelim silah sıkıldı, o silah sıkılacak mıydı yoksa sıkılmayabilir miydi?
İnsana; irade, akıl, ihtiyar verildiyse, insan onu kullanmalıdır. O silahı Tanrı
sıktırdı denilemez. Ha bu mevzuda yetkili miyiz ya da bu mevzuyu mutlak bir
izahatla ortaya koyabilir miyiz? Hayır, aklımızın aldığı ve yettiği kadarıyla
izah edebiliriz. Çünkü akıl da bir yerde çaresizdir ama bu demek değildir ki
her yerde çaresizdir, böyle düşünmekte kaderciliğin mahkûmu olmak demektir,
çünkü aklı varsa onunda bir yere kadar bilme gücü vardır elbette. Aklı
olmayanın dini yok denmiştir, aklı olan da sorumludur!
Mutlak kader elbette belirlenmiştir ve mutlak kader demekte;
her şeyin sebebinin ve sonucunun önceden belirlenmesi ve belirlendiği şekliyle
tatbik olunması demektir. Misal; soğuk hava ile sıcak havanın yer değiştirmesi
sonucu rüzgâr tezahür eder, böyle diye biliyorum, işte burada rüzgârın sebebi
önceden belirlenmiştir ve yine bu belirlenmişlik neticesinde ortaya çıkacak
olan şey de belirlenmiştir. Keza; insanın tam anlamıyla güçten, takatten
kesilince ölmesi gibi, ancak çalıştığı vakit başarması gibi, emeğinin yemeğe
dönüşmesi gibi, dünyanın dönüşüyle gece ve gündüzün meydana gelmesi gibi. Demek
istediğim budur. Burada insanın iradesini kullanarak müdahalede bulunması diye
bir şey var mıdır yani sonradan insan elinin ve eylemlerinin ürünü olarak mı hâsıl
olmaktadır bunlar? Sebeplerin ve sonuçların önceden belirlenmişliğine halel
getirir mi söyleyeceğiniz şey? Yine söylediğimiz gibi ister bir irade dahilinde
olduğunu söyleyin bunun isterse spontane tahakkuk ettiğini, değişen bir şey
olmayacaktır, sebeplerin ve sonuçların belirlenmişliğinin inkarı kabil
olmayacaktır. İşte insan da belirlenmiş bu sebepler ve sonuçlar üzerinde yine
sebepler yaratarak ve sonuçların tevlit olmasına yol vererek kendi kaderini
çizmektedir. Var olmasında iradesinin dahli olmayan bir dünyada ve dünya
üzerinde gerçekleşen olaylarda, iradesinin neticesi olacak kaderini çizecektir
insan. Yani mutlak kader içinde seninde çizeceğin bir kaderin vardır. Ve bunda
da senin ellerin ve eylemlerin etkilidir. Bu zaten ayetlerle de sabittir.
Herkese çalıştığının karşılığı vardır demek ne demektir? Yani insan
eylemlerinin karşılığını alır ve eylemleridir ki doğurur insanı. İnsan,
emeğidir! İşte yoksulluk kaderdir değişmez, şu kötülük zaten olacaktı değişmez,
ben zaten böyleydim değişmem diye düşünmek ahmaklıktır, alıklıktır, bönlüktür,
sekterliktir, dar kafalılıktır. Seni sömüren ve ezen zalimlere kendi ellerinle
koz vermektir bu telakki. Binanı dayanaksız yap, altında kal, öl ve suçu
Tanrı’ya hamlet yahut kaderdir deyip razı ol. Bu geri zekâlılıktan başka nedir?
Birileri yüzünden başına olmadık belalar gelsin ve o gelip sana bu kaderdir
desin, sen de bunu ye ve aynı şekilde sürünmeye devam et. Bunun adı nedir Tanrı
aşkına? Saf, katıksız, süzme mallıktır. Misal; Tanrı doğruyu ve yanlışı
göstermiştir veyahut edinmiş olduğun tecrübeler neticesinde doğrunun ve
yanlışın ne olduğunu biliyorsun diyelim, dileyen yanlışı dileyen doğruyu seçer
denilir. İşte olay budur. Sen seçimlerinsin, seçimlerinle de kaderini çizersin.
Yani mesulsün ve mesul olmanı görmezlikten, bilmezlikten gelemezsin, gelsen
bile kaçamazsın. Mutlak kader doğrunun ve yanlışın belli olmasıdır. Ama o
yoldan yani doğru ve yanlış yoldan birini seçip, o yolda yaşamak ve sonucuna
katlanmak kişinin hür iradesi dâhilindedir. Cennet ve cehennem mutlak kaderdir
ama nereye gideceğini sen seçersin bir nevi daha önceden de söylediğimiz gibi.
Senin hangisine gideceğin önceden belli değildir yani. Bu yüzden de insan
eliyle yaratılmış olanlara bir insan olarak bu kaderdir deyip razı gelemezsin.
Burada en bariz misal yoksulluk olur. Yoksulluk insan eliyle yaratılmış bir
durumdur ve yok olması da yine insan eliyle kabildir ama insan müdahale
etmelidir ilk evvelde duruma, durumun değişmesi için. Yoksulluk kaderdir diye
bakarsan sefalet için yaşar gidersin, yaşamazsın ama yaşadım sanırsın, birileri
yaşar sen bakınırsın. Ama yoksulluğun nasıl üretildiğini bilirsen, onu nasıl
yok edeceğini de bilirsin hem de yoksulluğu üretenlerin kof nutuklarına
aldanmazsın. Kaderciliği yendiğin gün, yenemeyeceğin ve yapamayacağın hiçbir
şey yoktur insançocuğu. Bu anlayışını değiştirdiğin gün tüm hayatını
değiştireceksin emin ol. Seni aldatanlar, kandıranlar, ezilmene ve sömürülmene
sebep olanlar, her şeyi kadere verip, seni kaderciliğe mahkûm edenlerdir. Çünkü
önüne kaderi koydukları vakit, seni susturmak ve sana boyun eğdirmek, her şeye
razı olmanı sağlamak daha kolay olmaktadır, zararsız, masrafsız, kayıpsız ve
bol kazançlı, elbette kandıranlar adına. Sen gideceğin yeri yaşarken seçersin
bir nevi, layığını kendin bulursun yani, elbette mutlak olarak bunu bilemezsin
ama sezersin. Tanrı’nın sünnetidir tabiat, insan ve yasalar. Biz bu çerçevede
yaşar gideriz. Sebepler sonuçları doğurur. Sonuçlar da kaderimiz olur. Ve biz
sebeplerin sebebiyiz yani sebepleri yaşarız ve sonuçları görürüz. Olay budur! Sormak
ve sorgulamak güzeldir. Şüphe imanı kavileştirir. Bu gerçektir. Ki, Gazali
derki; doğru birazda şüpheden sonra gelir. Tanrı’nın her şeyi bilmesi ayrıdır,
seçimi insanın yapması ayrıdır. Tanrı her şeyi bilir ama seçime karışmaz. Çünkü
sana akıl, irade, ihtiyar, gönül vermiştir. Tanrı yanlışı seçeceğini ya da
doğruyu seçeceğini bilmesi demek seni sorgudan ve sorumluluktan mahrum bırakıyor
anlamına asla gelmez. Ki, zaten seçimlerini de içindeki Tanrı’yla birlikte
yapıyorsun, bilmesi de buradan kaynaklanıyor. Anlaşılmayan noktalardan biride
budur. Mutlak kader; sebeplerin sonuçları doğurmasıdır, elbette büyük resim
bağlamında. Ama temelde mevcut olan sebepler ve sonuçlar üzerinde insan özgür
iradesiyle yeni sebeplere vesile olur ve yeni sonuçları ortaya koyar. Bir
mutlak kader vardır, bir de cüzi kader vardır demekte budur. Misal; ölüm mutlak
kaderdir. Tabiatın mekanizmasına sebepler ve sonuçlar dercedilmiştir. Keza
insanın gövde mekanizmasına da dercedilmiştir. Hiçbir şey yapma, sebeplere
sarılma, vazifeni ihmal et ama güzel sonuçlar bekle. Bu saftirikliktir,
katıksız ve süzme mallıktır. Bu dünyada, her şey, bir anlamda senin elindedir hatta
her şey senin elindedir. Varoluşunu hak etmelisin, etmiyorsan varolamazsın.
Kavganı kendi ayakların üzerinde durarak, aklına, iradenle, ihtiyarınla,
yüreğinle vermelisin, iktiza ediyorsa ölümün pahasına vermelisin. İnsan hak
ettiği kadar vardır. Kaderini başkalarına teslim etmeyeceksin. İradene zincir
vurdurtmayacaksın. Aklına ipotek koydurtmayacaksın. İhtiyarını, aklın ve
iradenle belirleyeceksin. Sen aklını kiraya ver, iradene zincir vurdurt,
ihtiyarını doğru düzgün kullanma, çalışma yat, sorumluluğunun gereğini yapma
ama git her şey istediğim gibi olsun de. Hadi ordan! Hülasa; önce hak
edeceksin! Çünkü hak ettiğin kadarsın ve hak ettiğin kadarına müstahaksın. Her
zaman layığını bulursun, çünkü layık olduğuna kendi ellerinle ve eylemlerinle
layık olursun!