Nietzsche’nin deyimiyle; vicdanlı ve
dürüst olmak küçük hesaplar peşinde koşmaktan iyidir ve daha onurlu olandır.
Küçük hesaplar büyük görünen küçük nimetlere ulaştırabilir, kavuşturabilir seni
ama vicdanlı ve dürüst olmak insan yapar. Peki, şimdi soruyorum; insanlık mı,
dünyanın muvakkat nimetleri mi? Tercihimizi buna göre yapmak zorundayız. Biz
küçük hesaplar peşinde koşamayız, buna değerli vakitlerimizi hasredemeyiz,
böyle bir lüksümüz olamaz. Birimiz hepimiz içiniz, hepimiz birimiz içiniz.
Birbirimiz üzerinde hegomanik güç oluşturmak derdimiz olamaz bizim ve böyle bir
idealin peşinden sürüklenemeyiz komprador burjuvazi gibi. Sömürenlerin melun
konsorsiyumu muvacehesinde emeğin birleşik gücünden mütevellit zorundan başka
kullanabileceği hangi kozu vardır ki de kullanmamaktadır ya da kullanmaktan
hazer etmektedir yoksa zincirlerinden kurtulacağı için korkmakta mıdır? Zincirlerinden
başka kaybedeceği neyi vardır da, var olanı kaybetmekten korkmaktadır? Biz ya
asla hâkim olamayacağız ya da birimiz diğerimiz üzerinde hâkim güç olmaya
çalışırken yok olup gideceğiz hep birlikte. Bizleri birbirimize karşı bir silah
gibi kullanıyorlar ve bizde ellerinde uslu çocuklar gibi duruyoruz, bizimle
bizi vursunlar diye. Öyleyse niçin bağırıyoruz, niçin hak davası güdüyoruz?
Eğer ki birbirimizi yiyeceksek, birbirimize karşı savaşım vereceksek, kendi
düşüncemizi egemen kılmak için hayatlarımızı heba edeceksek, mütemadi küçük
hesaplar içinde olacaksak, birimiz kazanırken diğerimiz kaybedecekse nerede
kalır o zaman emeğin görkemli zaferi yahut nasıl kabil olabilir? Lütfen biraz
akıl ve ince zekâ. Bizim kavgamızdan bizi sömürenler kazanmaktadırlar, niçin
buna müsaade ediyoruz ya da bu oyuna geliyoruz? Bizim verdiğimiz ama bizim
kazanamayacağımız savaşı hangi mantıkla izah edebiliriz? Bu sekterlikten, dar
kafalılıktan, kör inançtan ve aptallıktan başka nedir? Lütfen artık aklımızı
başımıza alalım, ellerimizi vicdanlarımızın tam üstüne koyalım ve gerçekleri
görüp ona göre tavır alalım. Nasıl olurda bize kurulan tezgâhları göremeyiz,
nasıl olurda bu kadar kolay düşeriz tuzağa? Hayır, neyimiz var ki de kaybedince
yok olalım? Biz birbirimizle varız ve ancak birbirimizin yokluğuyla yok oluruz.
Öyleyse birleşmeli ve birleşik gücümüzle bizi sömürenlerin karşısında demirden
duvar gibi durmalıyız ama sel olup aktığımızda da tüm duvarları yıkıp
geçmeliyiz.
EKSTRA NOT:
Tarih dizileri türedikçe türüyor.
Adalette orada, ahlakta orada, din de orada, iman da orada, vatan da orada,
milliyetçilikte orada, devlette orada, her şey orada anlayacağınız, orada yok
yok. Geçin karşısına televizyonun, saatlerce izleyin, aklınız donsun, ruhunuz
sarhoş olsun, heyecanınız coşsun, çıkın sokağa saldırın düşmana, hap yutulsun,
hayat unutulsun, gerçekler görünmez olsun. Hayatta ne yoksa hepsi orada, orda
ne varsa hayatta zerresi yok. Ve bu çok irrite ediyor insanı. İsyanla doluyor
ruhun baştanbaşa, aklın dumura uğruyor. Çünkü nasıl aldatıldığını hissediyorsun
salise, salise. Bize olgular nerede lazım? Bize din, devlet, vatan, millet
nerede lazım? Diziler de mi yoksa hayatta mı? Peygamber gelip girse
hayatlarımıza, O’nu evimizin içine mi alacaz yoksa dizi setlerine mi
gönderecez, ümmetinin durumunu temaşa eylemesi için? Tabi cevap sizde, karar da
size. Çünkü hem artiste, hem medyaya, hem politikacıya, hem mafyaya, hem köşe
başlarını tutmuş burjuva uşaklarına yarıyor bu diziler, hepsi birden kazanıyor,
medya büyük servetler elde edip gücüne güç katıyor ve toplum mühendisliği
hayaline kavuşuyor, artist istediği hayatı yaşayacak paraya kavuşuyor zira
benim paralarım onların ceplerine akıyor yüz biner yüz biner, mafya başı boş
kalmış gençleri daha kolay avlıyor, köşe kadıları kutsal olgularla daha iyi manipülasyon
yapabiliyor, kompradorlar servetlerine servet ekliyorlar, politikacı da alması
gerekene kavuşuyor ve aldığıyla o da güç devşirip kasasına ve masasına
ulaşıyor. Halk ne yaparsa yapsın kimin umurunda, ister sürünsün, isterse
geberip gitsin kime ne? Vallahi de, billahi de, tallahi de zerre miskal
umurlarında değilsiniz. Din sizi uyutmasın, kimlik sizi uyutmasın, tarih sizi
uyutmasın. Ama sizi uyutmak için kullanılan birer afyon gibi
kullanılmaktadırlar. Bu olgular niçin uyuşturucu bir hap görevi görüyor bizde
anlamıyorum. Kardeşim bırakın tarihi, dini, milliyeti, vatanı ya, bunların
hepsi yerlerinde duruyorlar ve sonsuza dek duracaklar da, alıp giden, kaçıran,
yok eden yok, buna gücü yetecek olan da yok. Ama sizleri bu olgularla
aldatıyorlar, uyuşturuyorlar, uyutuyorlar. Oh ne güzel ya, öyle bir din
sunuluyor ki, ulan diyorsun şu diziden fırlayıp gelseler de bi de hayatın
içinde yaşasalar aynı şekilde diyorsun. Keza öyle bir devletçiler ki, vatana
öyle sadıklar ve âşıklar ki, millet deyince akan sular bile öyle bir duruyor
ki, bi hayata bakıyorsun, bi de karşına, ulan diyorsun nasıl iştir bu? Ki,
gerçi daha derinden bakarsanız olguların oralarda sunuluş şeklide netameli ama
mevzumuz bu değil. Ya biz hayatta değiliz ya da hayat böyle değil veyahut karşımızdaki
olan biten her şey yalan. Tabi verilen hapı yutuyorsun ve o din, tarih, kimlik
hamasetiyle uyuyorsun! Tamam diyelim ki o dizileri izliyorum hatta derin bir
coşkuyla izliyorum diyeyim, o dizileri izlemek uyumamı ve gözlerimi her şeye
kapatmamı gerektirmez ki, o diziyi izlemem birilerine sorgusuz sualsiz tapmamı
iktiza etmez ki, sonra da hem diziyi izliyor hem de uyanık kalıyor diyerekte
suçlanamam ki. Ki, dahası maalesef güya tarihi altyapıda hazırlanan ve tarihi
anlatan o diziler tarihin münhasıran yekpare olarak taht kavgalarından ibaret
olduğu, o devirlerin de münhasıran kişisel hırsların ve çıkarların egemen
olduğu zamanlarmış izlenimi vermiyor mu? Hatta sultanın karısı hain, sultanın
kardeşi hain, sultanın veziri hain, sultan da basiretsiz çoğu zaman, ulan
diyorsun biz böyle mi tarihe hükmettik, tarihe damga vurduk, bu mu övündüğümüz
tarih ve ecdat diyorsun, çok şeyden şüphe etmeye başlıyorsun, hatta dizinin
haddizatında tarihe ve ecdada bir tuzak olduğunu bile düşünmeye başlıyorsun.
Zira malumdur ki; bendeniz ekstra SEPTİK birisiyim. Bendeniz başka bir şey
görmüyorum, ya siz ne görüyorsunuz, izliyorsanız tabi? Tarih diyorsan,
Türk’sen, Müslüman’san, sanki uyuşturulmak, uyutulmak ve duymamak, görmemek,
bilememek zorundaymışsın gibi hissetmeni sağlıyorlar. Ne münasebet ya, tarihimi
de bilirim, Türk’te olurum, Müslüman da olurum ama kötülükleri de,
haksızlıkları da, yanlışları da duyarım, görürüm, bilirim ve sonsuz hayır
derim. İşte bizim yanıldığımız en önemli nirengi noktası burasıdır. Kötülük yapan
Türküm diyorsa ve ideolojik olarak Milliyetçiyse, keza Müslümanım diyorsa ve
ideolojik olarak İslamcıysa ve sen de aynıysan hiçbir şey yokmuş, olmamış gibi
farz edeceksin. Zımnen bunu istiyorlar, böyle davranmamı bekliyorlar. Ama akıl
ve vicdan ise tam aksini söylüyor. Eyvallah mı edecem, tamam mı diyecem,
harikasınız aynen öyle düşünüyorum mu diyecem? Ne münasebet ya, ben, kul, köle,
uşak mıyım? Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır diyen kimdi? Ben miyim?
Peygamber ya Peygamber, hani sonsuz sevdalı olduğunuz en yüce insan, Allah’ın
elçisi, resulü, ümmetin yegâne önderi. Şimdi bu söze muhalif olmamı mı
istiyorsunuz? Keza Allah demiyor muydu; emrolunduğun gibi dosdoğru ol diye,
gönderdiği peygambere? Bir onurum var benim ve bir Türk olarak, bir Müslüman
olarak benim de insan onuruna yaraşır şekilde yaşamak hakkım var. Öyle
kimlikle, dinle uyuşturulacak, uyutulacak kadar zavallı, rezil, sefil biri mi
sandınız beni? Siz istediğiniz gibi keyif süreceksiniz diye, sizin için niçin
keyfimden olayım? Niçin göz göre göre, bile isteye haklarımdan feragat edeyim?
Biraz da sizler fedakârlık yapsanız ve feragatte bulunsanız olmaz mı? Ne yani
siz insan gibi yaşamaya sezasınız da, biz hayvan gibi başı önünde sürünmeye mi
sezayız? Niye uyumayı bu kadar seviyoruz? Nasıl göremiyoruz, tepelerdeki
tepişmeleri ve altta kaldığımızı ve canımızın çıkmakta olduğunu? Etinden,
yününden, sütünden, derisinden fasılasız faydalanılacak ve artık işe yaramaz
hale geldiğinde kendi haline bırakılıverecek sığırlar sürüsü müyüz biz? Sanki öyleyiz
gibime geliyor! Bilakis böyle olmazdık, olana da kör, sağır, dilsiz, hissiz,
düşüncesiz kalmazdık.