Öylesine, laf olsun diye, yaşadığımızı
sandığımız ama yaşamak nedir bilmediğimiz, sığ ve yeknesak bir hayat yaşıyoruz
ki, nasıl yaşadığımızın farkında bile değiliz. Üstelikte kendi topraklarımız
üstündeyiz ama nasıl yaşadığımızı, niye yaşayamadığımızı umursamıyoruz. Çünkü yaşamaya
layık değiliz, gerçekten layık değiliz, zira layık olsak böyle olmazdı, böyle
olmazdık. Hatta yediğimizin, içtiğimizin lezzetini bile alamıyoruz ama
aldığımızı sanarak yaşıyoruz. Hayatlarımızı sorgusuz sualsiz yaşıyoruz. Oysa
korkusuzca sorular yöneltmemiz iktiza ediyor tüm dünyaya karşı ve
sorgulamadığımız hiçbir şeyin, tek bir kişinin bile kalmaması icap ediyor. Ama
bizler kendilerimizi kör kuyuya atıvermişiz, nereye ve nasıl yol aldığı
bilinmeyen bir akıntıya bırakıvermişiz sürükleniyoruz sonu bilinmeyen
belirsizliklere doğru. Akıntıya kendimizi bırakıvermektense, akıntıya direnmeye
çalışmamız gerekmiyor mu? Bıkmadan, usanmadan sormamız ve cevaplar beklememiz
gerekmiyor mu? Gerçekten her şeyi olduğu haliyle tolere ediyor muyuz? Bu gerçekten
yapıyor muyuz? Bunu nasıl beceriyoruz, sindiriyoruz? Bir tek bile sorumuz ve
beklediğimiz tek bir cevap nasıl olmaz, nasıl böylesi bir yaşamı tolere
edebiliriz? Neyi umabiliriz böylesi sefil bir yaşamdan? Nasıl olurda böylesi
rezil bir dünyada içimizde fırtınalar kopmaz ve yer yerinden oynamaz? Nasıl olurda
aynı topraklar üstünde doğduğumuz, aynı topraklar için can vermeye koştuğumuz,
aynı topraklar üstünde ürettiğimiz ve benden zerre farkı olmayan Ali krallar
gibi yaşarken, Veli böyle yaşar diye sormuyoruz? Her şey Ali’nin mi hakkı,
nimetler münhasıran Ali için mi halkedilmiş, Ali mi insan sadece diye sormuyoruz
niye? Veli efendi de yahut efendi veledi de, Ali köle yahut köle kırması mı
diye niçin sorgulamıyoruz? Nice peygamberler, nice filozoflar gelmişler
geçmişler, bizlere ölümsüz kaynaklar, miraslar, düşünler, duygular, ulvi
idealler bırakmışlar. Bunları nasıl olurda sarf-ı nazar eyleyebilir,
ıskalayabiliriz? Bizim saklanmış gerçekleri ortaya çıkarmak ve gasp edilmiş
özgürlüğümüzü geri almak gibi bir sorumluğumuz yok mudur? Madem insan doğduk,
insanca varolmak gibi bir derdimiz nasıl olamaz? Böyle yaparak nasıl terakki
kaydedebilir, tedenniden kurtulabiliriz? Biz münhasıran kendimiz için mi varız,
nasıl olur da böyle düşünebiliriz? Bize miras kalanların sorumluluğunu böyle mi
taşıyacağız? Hayır demeyi öğrenmedikçe, adımız tarihe ve mezar taşına yiğit
diye yazılmaz ama ne diye yazılır orasını bilemem! Birimiz değil hepimiz
öğrenecez, öğrenmek zorundayız bunu, bilakis kurtuluş kabil değildir bu
dünyanın cenderesinden.
EKSTRA NOTLAR:
NOT 1:
Hep diyoruz ya dosdoğru ve dürüst olmak zorundayız diye, eyvallah aynen öyle
olmak zorundayız. Bu yüzden geçenlerde düşünürken aklıma düşüverdi vehleten,
elbette söylentilere göre, yoksa karanlık kalmış tarafları mutlaka vardır hala.
Rahmetli UĞUR MUMCU katledildiğinde,
kendisini katledenlerin muayyen bir kitle olduğu söylenmiş ve bunun üzerine o
tarafa matuf üretilmiş retoriklerle eylemler yapılmış, sloganlar atılmıştı
malum, şimdi bu tarafın o taraftan samimi bir özür borcu yok mudur sizce de,
çendan ortaya dökülen söylentiler mucibince de olsa? İşte bu durumda bize gösteriyor
ki, her şeyde teennili olmak mecburiyetindeyiz, isabetli kararlar verebilmek ve
doğru eylemler yapabilmek için.
NOT 1: ‘’’’Ömrüm
"memleket yıkılıyor" teranesini dinlemekle geçti, memleket filan
yıkılmadı ama nedense yıkılan hep memleketin çocukları oldu.’’’’ Dücane Cündioğlu