“Bizim için insan vardır ardı sorulmaz” der Hacı Bektaşi Veli. Sizde sormayın, münhasıran safi insan odaklı bakın, gerisini mutlaka ama mutlaka tali görün, zira şeksiz ve şüphesiz talidir gerisi. Bu yüzden insana yapışmış ya da yapıştırılan ne varsa çıkarıp atın, geriye insanı bırakın ve onda da insanlığa bakın, insanlık yoksa öbürlerini zerre miskal umursamayın, ki, gerçekten umursanmayacak şeylerdir geride kalan ne varsa. Atın, atın, korkmayın, korkacak bir şey yok, merak etmeyin ölmezsiniz hatta bilakis yaşarsınız, daha iyi yaşarsınız. Atın insana yapıştırılmış ne varsa ve bakın geriye insandan ne kalıyorsa ve kalanların değeri ne kadar ediyorsa o kadar değer verin insan denilene. Kesinlikle dünyadaki en doğru sözdür mezkûr söz ya da en doğru sözlerden biridir. İnsan olamayanların ne olduklarına bakılmaz, bakılmaması icap eder ve behemehâl bakmayınız. Çünkü bakmanızdır aldanmanızın kadim sebebi. Zira yapıştırılmış olanlara bakınca, insanlığı sarfı-ı nazar eyliyorsunuz ve kaybediyorsunuz daima. Çünkü insan, insan değilse, ne olursa olsun bir anlam ifade etmez ve hemen dönün ve kaçın yapıştırılmış olanlarla bir şey olmaya çalışanlardan. Bugüne kadar insanlık ne çektiyse, yapıştırılmış olanlarla bir şey olmaya çalışanların ve o yapıştırılmışlarla insanın üzerine çökenlerin yüzünden çekti. Biz nice insanım diye arz-ı endam eyleyenleri biliriz arzın üzerinde ama hayvandan bile aşağıdadırlar, yani düşünün ki domuzdan bile aşağıdadırlar. Görüntüdeki insandan da söz etmiyoruz burada yani surete bakmıyoruz. Bizim bahsettiğimiz insan, yüreğiyle ve beyniyle insan olmuş olanlardır. Her şey insan içindir ve her şeyin, her eylemin öznesi insandır. İnsansız hiçbir şey olmaz burada. Ya insanın dokunması iktiza eder şeylere ya da insana dokunması iktiza eder şeylerin. İnsan, girift ve kompleks bir varlıktır, bir damla kan, bir milyon kaygı misali. Mesela; korkarsan, üzerine çöker kalır; korkutursan da, kölen olur, önünde eğilir onurunu çiğnemek pahasına da olsa. Zaten çiğnene çiğnene onur diye bir şeyde kalmadı. Onurlusunu bulmak için insanın, galiba uzaya gitmek gerek. İnsan olmak zorlu ve çetin bir süreç işidir. Öyle insan görünmekle ve ben insanım demekle insan olunmaz ve olunmuyor da. Her insan gibi gördüğümüz de insan değildir. Çünkü insan; görünmekle alakalı değildir, olmakla alakalıdır ve olmakta, yürek ve beyinle alakalıdır. Hülasa; önemli olan insandır. İnsansan yücelir ve yüceltirsin. İnsan değilsen alçalır ve alçaltırsın. Tüm değerleri alçaltan, çürüten, kokutan kimdir? İnsan görünen sefil, müptezel, pespaye yaratık değil mi? o vakit, yalan mı söylüyoruz? İnsanın olduğu yerde her şey olur hatta hiçbir iyi şey olmaz desek daha isabetli olmaz mı? Hem sadıktır insan, haindir hem de. Ama şöyle bir bakıyoruz da sanki yekpare olarak hainmiş sanki. Ve her tarih hainlerle sadıklarla lebaleptir, badema da aynı olacaktır. Ama sadıklar hep azdılar ve galiba tükendiler. Ve ne hainler ne de sadıklar münhasıran muayyen bir düşünceye mensupturlar. Ve galiba burada da ters bir durum var ve doğru olan söylenenin tam tersi sanki. Her zümrenin ve düşüncenin bünyesinde gizlidirler ve dahi gizli olabilirler. Binaenaleyh, münhasıran muayyen bir zümreyi yanlış telakkiler neticesinde muhtelif olgularla damgalayıp, onlara karşı adavet besleyip ve bu adavetle tüm kinlerimizi onlara tevcih etmemiz büyük bir haksızlıktır. Tarihe de mutlak doğru ya da mutlak yanlış olarak bakıp ona göre çıkarımda bulunamayız. Öyle ya, tarihi yapan da, yazan da insandır ve insan, hatalarla maluldür. Çünkü insan, Tanrı’nın mutlak kendisi değildir. Derinlemesine tetkik ve tahkik etmeliyiz tarihe dair ne varsa. Her tarihi olayı da, kendi zamanına, şartlarına ve koşullarına göre değerlendirmekte bu yüzden önemlidir. Başkalarının gözüyle değil kendi gözümüzle bakmalıyız ve görmeliyiz. Elbette mezkûr olguların da bir mahiyetleri vardır ve her biri o bağlamda ele alınır. İnsan düşmüş, acıyla lebalep bir dünyaya. O dünyaya yabancı, dünya da ona yani sanki iflah olmayan ve iflah etmeyen bir sürgün. Kıvranıp duruyor karanlık, anlamsız, saçma dünyada. Bu yüzden din de, kimlikte, kişilerde, olgularda bir yere kadar bir şey ifade ederler ve bir yerde hiç olurlar. Zira bana bu dünyada müzahir olmayan, hayatımı kolay kılmayan, onurlu bir yaşam sunmayan bu olguları ne yapayım? Öyle ya her biri de bu dünyada benim için varlar, bana müzahir olmak için varlar. Onuru çalınmışsa insanın ve onursuzca bir yaşama mahkûm edilmişse, beyni fanusun içine konmuşsa, dili dudaklarının içine ve duyguları yüreğine tutsak kılınmışsa, hak ettiğini bir türlü alamıyorsa, çalıştığı halde kazanamıyorsa, o insan için dinde, kimlikte, kişilerde, olgularda hiçbir şey ifade etmezler. Bir kere doğmuşsun, bir kere yaşıyorsun, bir kere öleceksin. Öyleyse önce onurlu yaşamak hakkımın teslim edilip edilmediğine bakarım. Niçin kula kul olayım, niçin efendilere köle olayım, niçin kompradorların köpeği olayım? Eğer onurlu yaşamak hakkıma bihakkın sahip olmuşsam, daha sonra dine, kimliğe, kişilere, olgulara bakarım. Zaten bana gelinecekse de ilk evvelinde onurlu eylemlerle ve onurlu bir insan olarak gelinmesini isterim. İnsan değilsen, bana ne senin dininden, kimliğinden, liderinden, olgularından? Ekmeğim elimden alınıyorsa bana ne senin dininden, kimliğinden, liderinden, ulvi olgularından. Bu yüzden ilk evvelde uğruna kavga vereceğimiz şey onurumuzdur ve onurlu yaşamak ülküsüdür yani safi insandır. Zekâsını, her cephede bu ülküye tevcih etmeyen ve zamanını buradaki iflah etmeyen paradoksu çözümlemeye hasretmeyen insanların insanlığa sunabilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Malayani ile iştigal maksadı ıskalamayı tevlit edeceği için, yaşamımıza çokta tesiri olmayan şeylerin etkisinde kalıp, etkide bulunacağımız şeyleri sarf-ı nazar etmek ne kadar isabetlidir acaba? Olan olmuş, geçen geçmiş, biten bitmişse, yeniden unutulmuşa dönüp yaşananı gözlerden ırak tutmak kurnazca bir zekânın iflasına delalet olur olsa olsa. Ki, tarih ne reddedilecek ne de olduğu haliyle alınıp tazim edilecek bir şey değildir. Bilakis yarınlara ışık olabilmesi için istifade edilecek bir tecrübe birikimi olabilir belki. Dünü bilmeyen yarını nasıl inşa edebilir? Ama düne de takılıp kalmakla, dünü bitevi yüceltmekle hiçbir şey olamayacağı da aşikârdır. Küfretmekle, temelsiz ve önyargının ürünü olan tenkitlerle ancak kendi kendimizi tatmin etmekten başka hiçbir şey yapmayız. Arthur Schopenhauer’un söz ettiği “yüce farkediş” bunu gerektirir. Koşulların gücünü bilmeden önyargının gücüne boyun eğerek değerlendirme yapmak ancak ve ancak dışarıyı kazanmak uğruna içeriyi yitirmekten başka hiçbir neticeyi intaç etmeyecektir. Böylesi bir şey de büyük çoğunluğun birleşik sıradanlığının eseri olabilir olsa olsa. Bizim akıldan başka tanıyacağımız bir pusulamız yoktur ve akıldır ki; kaderimizin atıdır. Behemehâl aklımızı istimal etmeye cesaret etmemiz iktiza etmektedir. Aklı ötelediğimiz ve ıskaladığımız vakit her şeyi asli bağlamından koparırız ve basitliğin çukuruna düşeriz, bu da bizi gün ortasında karanlığın içine bırakıverir. Her tarafa aynı gözle bakmayan ve her şeyi aynı gözle görmeyen, küçücük bir parçayı bütünün tümü olduğu sanrısıyla hareket edenler bütüne düşman olduklarının farkında bile olamazlar ve bir gün bütün parçalanıpta parçalar tek tek yok olduğu vakit belki bir şeylerin farkına varabilirler velakin yok olup gitmekten de kurtulamazlar. Mutlak ve muhakkak idrak olmadan, mutlak ve muhakkak yanlışların kurbanı olmak mukadderattır. İnsan, sadece insan, gerisi teferruattır!
EKSTRA NOTLAR:
NECATİ DOĞRU'nun SON BEŞ yazısını mutlaka okumanızı öneririm naçizane güzelinsanlar... SİZ BİLECEKSİNİZ elbette, tercih sizin.