Emile Zola (1840-1902), bir ülke sınırlarını çok aşan, insanlığın ve bir çağın büyük vicdanlarından… İnsanlık tarihinin isyan çığlıklarından büyük bir ruh! Onu okurken ara ara Peyami Safa’yı ve bazen de Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okuyor gibi hissediyorsunuz. Zola, adı geçen Türk yazarlarından yarım asır önce yaşadığına göre, muhtemelen, yazarlarımızın ondan etkilenmişlerdir.
İşte, Zola’nın Oyun Bitti (Altın Kalem Yayınları, çeviren, Rasin Tınaz) adlı romanından birkaç paragraf… Sanki Paris’i değil, İstanbul’u, Türkiye’yi anlatıyor:
Aristide Saccard, daha ilk günlerde, tüm Paris’i saracak olan bir dalavere dalgasının geldiğini sezinlemişti. Onun gelişmesini, derin, titiz bir dikkatle izliyordu. Kentin damlarına yağacak para yağmurunun tam ortasında bulunuyordu. Belediye Sarayı koridorlarındaki ezelî dolaşmaları sırasında, kentin geniş değişim projelerini yakalamış, açılacak yeni yolları, yeni mahalleleri, kamulaştırılacak binalara ait planları ele geçirmişti. Bunlar, kentin dört bucağında çıkar kavgasının, rüşvet savaşının verileceği meydanlardı… O andan itibaren de faaliyetleri bir yön, bir amaç kazandı. Bu dönemde iyimser bir insan oldu. Biraz da kilo aldı… Sokaklarda aç bir kedi gibi dolaşmayı bıraktı. Dairede artık daha bir gevezelik ediyor, eskisinden çok daha hızlı davranıyordu. Bir çeşit resmî ziyaretlerde bulunduğu (Bakan) kardeşi, öğütlerini bu denli mutlu, becerili bir şekilde uygulamaya koyduğu için onu tebrik ediyordu. 1854 başlarında, Saccard ona açıldı, birçok işler tasarladığını, bunun için oldukça yüksek toplamlara varan avanslara ihtiyacı olacağını söyledi.
“Araman gerek” dedi, kardeşi. Aristide, hiç kızmadan, “evet, haklısın… Arayacağım” diye cevap verdi. (S. 59)
Önce, el altından yapılan bina alımları işini icat etti. Belediye, inşaat malzemelerini de kullanmayı umut ettiği çok sayıda ev satın almıştı. Saccard, Belediye adına danışıklı satışlara girişmeyi, kendi adını kullanmayı teklif etti. Binayı satın alıyor, malzemeyi kullanıyor, birazını da cebine indirdikten sonra binayı saptanmış olan tarihte teslim ediyordu.
Ayrıca, çifte bir oyun oynamaya da başlamıştı. Hem Belediye hem de Bakanlık için ev satın alıyordu. İş pek kârlı göründüğü zaman ise evi ortadan yok ediveriyordu. O zaman devlet tazminat ödüyordu. Ona mükafat olarak, yol yapımı başlamadan önce, yolun geçeceği sokakları, dört yol ağızlarını haber veriyorlardı. Korkunç bir oyundu bu tıpkı kira sözleşmeleriyle oynarcasına koskoca mahallelerle oynuyorlardı.
Bazı hanımlar, güzel kızlar, yüksek memurların yakın hanım dostları da işin içindeydiler. Dişlerinin beyazlığıyla ünlü olan bunlardan bir tanesi birçok kez tüm sokakları çıtır çıtır ezip yemişti… Ellerinin arasında akan bu altın selini gördükçe Aristide Saccard içindeki açlığın arttığını hissediyordu. Sanki 20’şer franklık altın paralardan bir deniz sarıyordu çevresini. Göller okyanus oluyordu, kalbini tırmalayan madensi müzikle garip dalgaların gürültüsü dolduruyordu bütün ufku. Her gün cesareti daha da artan bir yüzücü gibi, kâh sırt üstü, kâh karın üstü yüzerek maceraya atılıyor, bu muazzam boşlukları iyi havalarda olduğu kadar kötü havalarda da geçmeye çabalıyor, sadece kendi gücüne, becerisine güvenerek batıp boğulmayacağına inanıyordu. (S. 110)
Bu arada Saccard’ların serveti son haddine ulaşmıştı; Paris’in tam ortasında muazzam bir eğlence ateşi gibi yanıyordu. Bu, kaçan avın, tazıya ait olan bu payın, ormanın bir köşesini köpek havlamaları, kırbaç şaklamaları, meşale alevleri ile doldurduğu saatti… Başıboş bırakılmış açlıklar, zaferin sarhoşluğu, yıkılan mahallelerin altı ayda dikilen servetlerin gururu ile doyuruluyordu. Kent artık milyonlardan, kadınlardan kurulu bir eğlence yeriydi. Yukarılardan gelen hırs, ihtiras ırmaklardan akıyor, havuzlarda toplanıyor, sonra bahçelerin fıskiyelerinden yükselerek damlar üzerine ince bir yağmur halinde yağıyordu. Geceleyin, sanki Seine ırmağı, uyuyan kentin ortasında, onun pisliklerini, sofralardan dökülmüş ekmek kırıntılarını, divanlar üzerinde kalmış dantel kravatları, arabalarda unutulmuş takma saçları, göğüslere sokulmuş banknotları, istekten, doymaktan arta kalmış, kirlenmiş anıları, köprülerin altından geçerek taşıyor, götürüyor gibi geliyordu insana… (S. 131)
x x x
TAVSİYE
BİTER, KURGULAR BİTER, Necip Fazıl KISAKÜREK