Ölüm Korkusunu Yenmek… BİLGELİĞE Ulaşmak

İsmail Hakkı CENGİZ - 11.02.2022

2021 sonunda babamızın 25 gün boyunca yoğun bakım bölümünde kalmak zorunluluğu ve sonunda vefatı bendenizde yoğun bakım meselesine karşı çok yoğun bir ilgi yarattı. Bu makale, YOĞUN BAKIM konusunda kaleme aldığım beşinci çalışma…

Öte yandan, yoğun bakım biriminde gördüğümüz bakımsızlık, hastaya kötü muamele, bu muameleden dolayı kendi payımıza düşen “suçluluk duygusu” bizde zihnen ve ruhen büyük bir sarsıntı meydana getirdi. Vefatın üzerinden 3 ay geçmesine rağmen bazı geceler uykumun kaçmasına sebep oldu. Psikolojik bir destek almanın yararlı olabileceğini düşündüm. Düşüncemi kızıma açıp, ona daha yakın olan ortak tanıdığımızdan destek almayı düşündüğümü söyledim. Kızım, o dostumuzun, tanıdıklara bakmadığını, başka bir psikoloğa yönlendirdiğini anlattı. Ayrıca, bu gibi problemler tek seansta falan da çözülmez diye ekledi. “Bende ÖLÜMLE YÜZLEŞMEK adlı bir kitap var, istersen, önce onu oku, belki faydasını görürsün” dedi.

Böylece, Doktor Irvin Yalom’un, GÜNEŞE BAKMAK- Ölümle Yüzleşmek* adlı eserini okudum.

Kitap son derece düşündürücü, sorgulamaya yönlendirici, ufuk açıcı… Yalom, esas olarak “ölüm korkusu”nu ele almış. Terapi verdiği birçok hastasından yola çıkarak, insanların çoğunluğunda ölüm korkusu olduğunu, bununla başa çıkma ve hatta giderme yollarını anlatmaya çalışmış!

Oysa benim gözlemlediğim/gördüğüm, normal olarak evinde, işinde-gücünde olan insanlarda, sokakta, çarşıda-pazarda hatta hastanelerin normal servislerinde yatan hatta ve hatta 90’lı yaşlara gelmiş insanlarda bile böyle bir korku yok!

15 Ocak 2022 tarihli Korkusuz Gazetesi’inden aldığım şu haber ve fotoğrafa bir bakar mısınız? 92 yaşındaki adamın yaptığını görüyor musunuz? Hiç ölüm korkusu yaşayan biri olsa böyle bir saldırganlıkta bulunabilir mi?

 

Hayır, hayır, insanlarda hiçbir şekilde ölüm korkusu yok. İnsanlar, sadece kendilerinin değil, kendileri ve çevresindekiler ne kadar yaşlı olurlarsa olsunlar, hep birlikte sonsuza kadar yaşayacakları algısı içindeler.

Ta ki yoğun bakıma düşene kadar… İşte, ölüm korkusunun yaşandığı yer orası: Hastanelerin Yoğun Bakım bölümleri! Dr. Yalom 109’ncu sayfada, “yalnızlık ölüm acısını büyük ölçüde artırır” diyor. Yoğun bakıma hastayı yalnız başına bırakmak zorunda kalıyorsunuz! Orada, ölüm korkusu veya düşüncesi hem hastayı hem de yakınlarını sarıyor. Dolayısıyla, okuduğum kitap hiç yoğun bakım konusuna girmediği halde, bendeniz onu yoğun bakımla ilişkilendirdim. Orada okuduğumuz satırlar, yoğun bakıma düşmemiz veya bir yakınımızın düşmesi halinde, endişelerimizi azaltacak, bizi rahatlatacak düşünceler kazanmamıza yardımcı olabilir.

x   x   x

Yukarıdaki izahatıma rağmen, okuduğum eserle ilgili yazmayı düşünmüyordum. Kitabı bitirince, sorular bölümüyle karşılaştım. Sorular çok ustaca hazırlanmıştı… Bendenizi cevap vermeye teşvik etti. O cevaplar bu uzun makalenin ortaya çıkmasını sağladı. Siz de cevap verebilir, bunu isterseniz benimle paylaşabilirsiniz. Şimdi, sorulara ve cevaplara geçiyorum:

Ölümle yüzleşmenin, güneşe bakmak gibi, acı verici, zor ama faniliğimizi, ışıkta geçireceğimiz kısa zamanı kavrayan, tamamen bilinçli kişiler olarak yaşamak istiyorsak gerekli bir şey olduğunu kabul ediyor musunuz?

Evet, ediyorum.

İnsanın, ölüm korkusunun üstesinden asla gelemeyeceği doğru mudur?

Hayır, bence, insan ölüm korkusunun üstesinden gelebilir.

Dr. Yalom sizi Yunan Filozof Epiküros’un hepimize öğreteceği değerli bir şeyi olduğuna ikna etti mi?

Evet, Epiküros’un sükunete ulaşmak hedefi-felsefesi çok etkileyici ve değerli.

Sizin ölümle ilgili en büyük korkunuz nedir?

Gençlerin ölmesi… 60 yaşın altındaki insanları genç kabul ediyorum. Genç yaşlarımda, ölümü düşünmek ve ölüm gerçeğini hatırlamak bana ürperti verirdi. Bu ürperti yaşlandıkça azaldı, 55 yaşımdan sonra bitti.

Hayatınızda hiç büyük bir hastalık, boşanma, iş kaybı, sevilen birisinin kaybı, etkileyici bir rüya veya anlamlı bir okul toplantısı gibi bir UYANMA DENEYİMİ yaşadınız mı?

Bu tür bir deneyim sizi nasıl etkiledi?

Tabii yaşadım. Özellikle, sevilen birinin kaybını çok kez yaşadım. Her biri çok düşündürücü, çok UYARICI oldu. En başta, bu dünyadaki vaktimizin bir sınırı, bir sonu olduğu konusunda çarpıcı bir farkındalık yarattı. Yaşadığımız her günün, her saatin hatta her saniyenin ne kadar kıymetli olduğunu tekrar tekrar hatırlattılar. Zamanı asla boşa harcamamak, sükûnet içinde yaşamak, her saniyeyi verimli etkinliklerle doldurmak gerektiğini öğretti.

Kızmak, öfkelenmek, kısır tartışmalarla geçirecek kadar bol vaktimiz olmadığını, böyle harcanan zamanın çok büyük kayıp olduğunu gösterdi.

Yakınlarınızla, dostlarınızla görüşmek, konuşmak, sohbet etmek için hiçbir fırsatı kaçırmamak gerektiğini anlattı.

İnsanlara yardım etmek için tetikte durmak gerektiğini öğretti. Daha sabırlı, daha cömert, daha çalışkan olmak gerektiğini gösterdi.

DALGALANMA: Birini veya birilerini yıllarca hatta kuşaklar boyunca etkileyen dalgalar yaratabilmek (sudaki dalgalar gibi). Bugüne kadar, hayatınızda kimi dalgalanmayla etkilediğinizi düşünüyorsunuz?

Tabii en başta, iki çocuğumu… Yıllarca ders ve eğitim verdiğim binlerce öğrencimin, en azından bir bölümünün bilinçaltına ulaşabildiğimi, onlarda bazı ilke ve alışkanlıklar oluşmasında katkıda bulunduğumu tahmin ediyorum.

Gelecekte dalgalanmayla kimi etkileyebilirsiniz?

Bilmiyorum!

Bunu hep birlikte düşünelim!

Bana en makul cevap; BİRBİRİMİZİ etkileyebiliriz gibi geliyor!

Başka bir insana yakından bağlı olmanın ölüm korkusuyla baş etmenize yardımcı olduğuna inanıyor musunuz?

Tabii ki yardımcı olur hatta belki de giderir. Fakat ya yakından bağlı olduğunuz kişi sizden önce ölürse? O vakit korkunuz daha da baş edilemez hale gelmez mi?

Aslında Yalom, ölümün yalnızlığını hafifletecek harikulade bir hikâye anlatıyor:

Yüzyıllardır tiyatro seyircisini memnun eden Everyman (Herkes) büyük kitlelere sergilenmeden önce kiliselerin karşısında oynandı. Ölüm meleği tarafından ziyaret edilen ve son yolculuk zamanının geldiğini öğrenen Everyman, ölümün ertelenmesi için yalvarır. “Yapacak bir şey yok”, diye yanıtlar Ölüm Meleği. Bunun üzerine Everyman bir ricada bulunur, “Bu umutsuzcasına yalnız yolculuğuma bana eşlik edecek birini davet edebilir miyim?” Melek gülümseyip bu ricayı hemen kabul eder: “Ah evet, eğer birini bulabilirsen.”

Bütün arkadaşları ve tanıdıkları Everyman’i reddeder; örneğin kuzeninin ayak parmağına kramp giriyordur. Dünyevî eşyalar, güzellik, güç, bilgi bile davetini reddeder. Sonunda yolculuğa yalnız başına çıkmaya karar verirken durumu uygun olan ve kendisine ölüme doğru bile olsa eşlik etmeye istekli bir arkadaş bulur: İyi Davranışlar.

Yalom, hikâyeyi şöyle noktalıyor: Aldığınız hiçbir şeyi bu dünyadan götüremezsiniz; yalnızca verdiklerinizi götürebilirsiniz.

Ne kadar hayret verici, hayır, hayranlık verici bir gülünçlük değil mi?

Vay canına…

Allah Allah…

Aldıklarınızı götüremiyorsunuz! Nasıl yani? Onlar sizin değil miydi? Tapusunda, ruhsatında, banka hesabında sizin adınız yazmıyor muydu?

Çok garip! Çooook acayip!

Aldıklarınızı götüremiyorsunuz ama gayet tuhaf bir şekilde verdiklerinizi, elden çıkardıklarınızı, bir başkasına yaptığınız iyiliği, bir öğrenciye verdiğiniz bursu, bir şeyin, belki paranın eksikliğinden kıvranan bir muhtacı rahatlatmak için verdiğinizi götürebiliyorsunuz.

Bu nasıl bir şuurdur?

Üst şuur!

Yunusların, Hacı Bektaşların, Mehmet Akiflerin şuuru!

Bu konunun devamında, Yalom, “Minnettarlığın Rolü” başlıklı bir bölüm açmış. Orada, bizim ömür boyunca minnettar kaldığımız kişilere, “minnettarlık ziyareti” yapmamızı, bu mümkün değilse, “minnettarlık mektubu” yazmamızı öğütlüyor. Minnettarlık duygularımızın ölüm ertesine veya ölüm sonrası konuşmasına bırakmamamız gerektiğini söylüyor. Bence, son derece hayatî bir hatırlatma!

Sorulara ve onları cevaplamaya devam ediyorum:

İnsan ölümüyle ilgili ilk kaybı hatırlıyor musunuz? Ölen ilk kişi kimdi? Ne hissettiniz?

İlk, annemin babası, Süleyman Dede’min ölümünü hatırlıyorum. Annemin sürekli ağladığını gördüm. Çok acıydı. Çok acı çektim.

Ölüme yakın bir hadise yaşadınız mı? Tepkiniz ne oldu? Bu konuda ne hissediyorsunuz?

Evet, birkaç defa… İlkinde, 12-13 yaşlarımda bir çocuktum. Benden 4 yaş büyük olan Emmioğlum Abdullah Abi ile Sandıklı Kaplıcalarında yeni açılmış olan açık yüzme havuzuna gitmiştik. Yüzme bilmiyordum. Havuzun yan duvarlarındaki çıkıntıya tutunarak ayaklarımı çırpıyor eğleniyordum. Aniden ellerim çıkıntılardan kurtuldu. Havuzun ortasına doğru sürüklenmeye, suya batıp-çıkmaya başladım. Su yutuyordum ve çok korkmuştum. Ölüm korkusu yaşadığımı hatırlıyorum. Abdullah Abim benim sürüklendiğimi görmüş ve kıyıdan yaklaşarak beni boğulmaktan kurtarmıştı. Ona minnettarım. Bu olay aklıma geldikçe biraz korkar, ürperirim.

İkincisi, Erzincan’da meydana gelen 13 Mart 1992 depreminde yaşadım. Çok büyük bir kuvvet apartmanı sallıyor, yıkmaya çalışıyor gibiydi. 31 saniyelik korkunç çatırtı saatlerce sürmüştü sanki… Son dakikamız geldi diye düşünmüş, yanımda bulunan 10 yaşındaki kızımı korumaya çalışmıştım. Başka da bişey düşünemiyorsun. Tamamen çaresizsin… Teslim oluyorsun… Büyük bir korku! Depremden sonra, aylarca süren hayatın düzenliliğine karşı güvensizlik duygusu. Tedirginlik! En ufak bir sallanmada deprem oluyor kaygı ve korkusu!

Üçüncüsü, 1998’de İzmir’de… Karşıdan karşıya geçerken sola bakmayı ihmal ettiğim bir öğle saatinde başıma geldi. Tam yola fırlarken, süratle gelen bir kamyonetin aynası sol yanağıma çarptı ve beni kaldırıma fırlattı. O anda fazla bir acı, ağrı-sızı hissetmedim. Hatta bir ölüm tehlikesi atlattığımı da fark etmedim. Sürücü durdu ve halime baktı. Hastaneye götürmek istedi. Ben de o sıralarda öğrencisi olduğum Ege Üniversitesi Hastanesi’ne götürmesini istedim.  Acilde baktılar. Hayatî bir yaralanmam olmadığını söyleyip taburcu ettiler. Ağrı ve sızılar gece başladı. Yanağım davul gibi şişti. Çenem ve dizlerim sızılar içindeydi. Kanama yoktu, ilaçlık bişey yoktu. Ayaktaydım, iş ve işlevlerimi zor da olsa yerine getiriyordum. Meselâ, uzun süre katı besin alamadım. Vücut kendi kendini aylar süren bir zaman diliminde tedavi etti. Daha sonraları olayı düşündüğümde, bir ölüm tehlikesi geçirmiş olduğumu fark ettim. Bu olay aklıma geldiği kimi zamanlar fazladan yaşıyorum gibi hissederim.

Çocukluk hayallerinizi gerçekleştirdiğinizi düşünüyor musunuz?

Çocukluk hayallerim çocukçaydı ve ben onları gerçekleştirdim.

POTANSİYELİNİZİ GERÇEKLEŞTİRDİNİZ Mİ?

Potansiyel: İşte hayatî önemdeki soru bu!

İnsanın çok farklı alanlarda potansiyeli vardır ve bazılarını gerçekleştirirken bazılarını da gerçekleştirmemiş olabileceği kanısındayım.

Bendeniz, kişinin potansiyelini EĞİTİM sayesinde gerçekleştirebileceği görüşündeyim.

Askerî mekteplerde okuyarak çok iyi bir eğitim aldım. Fakat eğitimim yarım kaldı. Çünkü Harp Okulu’nun devamı ve tamamlayıcısı olan Harp Akademisi’ni okuyamadım. Akademi’ye sınavla giriliyor. 1988 yılında, akademi sınavına hazırlandım. Hatta 2 veya 3 hafta süren hazırlık kursuna da katılmam engellenmedi. Fakat başvuru yapınca, amirim, “olumlu nitelik belgesi” vermediğinden sınava giremedim. Bu, bende çok büyük bir yaradır.

Amirimi, üstündekiyle beraber Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na (KKK), anayasal hakkım olan eğitim hakkımı engellediklerinden dolayı şikayet ettim. Şikayet dilekçemi, “kendimi kanunların güvencesinde değil, amirlerimin, özellikle birinci amirimin insanfına terk edilmiş olarak hissediyorum” diye bitirdim. Bir ay sonra KKK’dan gelen cevapta, “o konuda amirlerin yetkili olduğu” söyleniyor, böylece, benim hissiyatıma, yerden göğe kadar hak(!) veriliyordu!

Sonraki yıllarda, amirlerime, benim hakkımda karar verme keyfini ve zevkini bir daha tattırmamak için sınav müracaatında bulunmadım.

Başıma, 34 yıl önce gelen ve bütün sinirlerimi ayağa kaldıran bu olayı niye anlattım?

Çünkü içimde alev alev yanan bir eğitim alma ve eğitim verme ateşi var. Resmî-gayrıresmî, ücretli-ücretsiz hiçbir eğitim fırsatını kaçırmamaya gayret ederim. 60 yaşımda Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdim. Allah sağlık verirse bir başka bölümünü daha okumak niyetindeyim.

POTANSİYEL’in ikinci alanı: YAZARLIK

18 Ocak 2008 tarihinde, genelhaberler.com’da, “Selâm” başlıklı ilk yazıyla “yazarlık” dönemim başladı. Aynı yılın sonbaharında yazılarım Sandıklı Sesi Gazetesi’nde yayımlanmaya başladı. Arkasından, Blog.Milliyet’te, Sinop, Bornova, Anamur, Polatlı’daki yerel gazetelerde yayımlandı. Bugüne kadar 4 bin civarında yazı kaleme almışım. Her gün, eski yazılarımdan 5-10 tanesini tekrar okuyorum. Övünmek gibi olmasın, Türkçeyi çok iyi kullandığımı görüyorum.  Bu dört bin yazıyı kitap haline getirmeye kalksam, “tuğla” gibi en az 10 kitap eder. Bu on kitabın en az yarısı, gelecek kuşakların da ilgisini çekebilecek, onları da ilgilendirecek, yarınlara hitap eden bilgilerle, fikirlerle dolu. Buna rağmen yazarlık potansiyelimi gerçekleştirdim mi? Hayır! Çünkü okunmuyorum. Okuyucuya ulaşamayan “yazar” yazar falan değildir! Duygu ve düşüncelerimizi şişeye doldurup okyanusa atıyoruz… Sahibi gelip alsın diye!

POTANSİYEL’in üçüncü alanı: ÇEVRE

Mart 2009’da TEMA’ya üye oldum. Çevre Meseleleri, Erozyonla Mücadele, Doğal Varlıkları Koruma mevzuları çok ilgimi çekti. Faal bir “çevreci” oldum. Çevre konusunda, TEMA sayesinde çok derin ve kapsamlı eğitimler aldım. Daha sonra, İzmir Çevre Gönüllüleri Platformu’nu (İZÇEP) kurduk. Bu ortamda da en güncel bilgileri ve eğitimleri almaya devam ettik.

Elbette bilgi ve birikimleri kendimize saklamadık. Kişi ve kurumlara, üniversiteler dâhil, okullara eğitim verdik. Binlerce kişiye ulaştım. Çevrecilik konusunda aldığım bilgi ve eğitimlerle tabiatın ve kâinatın, dolayısıyla hayatın bazı sırlarına vakıf olduğum düşüncesindeyim. Ve işte burada potansiyelimi gerçekleştirdiğimi hissediyorum.

Dr. Yalom’un çalışmalarının ve kişisel inançlarının, doğaüstü inançları reddeden; dünyevî, varoluşsal bir dünya görüşüne dayandığını söylemesi karşısında ne düşünüyorsunuz?

Dr. Yalom, söz konusu görüşlerini gayet mantıklı, gayet ikna edici bir biçimde sunuyor. Lâkin o da misal, sayfa 13-14’te, “Normandiya Çıkartması’ndaki katliamda ölen kuzenimHarry gibi beş yıl önce değil de 1931’de doğmanın yalnızca kaderin bir cilvesi olduğunu ürpererek düşündüğümü hatırlıyorum” diyerek doğaüstü inançtan kaçınamadığını göstermiş gibi gözüküyor! Ayrıca, yukarıya aldığım “Everyman” hikâyesini anlatması da doğaüstü inanca bir gönderme olmuyor mu?

Yalom, kitabının 230’ncu sayfasında, “ölmek zorunda olmanın çok acımasızca” olduğundan şikâyet eden bir danışanına şu cevabı veriyor: “Herkes böyle hissediyor. Ben de öyle. Ama varoluştaki anlaşma böyle. Biz insanlarla yapılan anlaşma bu. Yaşayan veya yaşamış olan her şeyle yapılan anlaşma bu.”

Ben de Yalom’a soruyorum: Yaşayanlarla bu anlaşmayı yapan kim?

İnanç veya din, ölümle baş etmenin bir parçası mı?

Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık, her üç dinin korkutucu öte dünya vurgusunun ölüm korkusunu artırdığını; öte yandan, tamamen temiz yaşamış, bir insan (varsa öyle biri) içinse, ölüm korkusunu “ölüm sevinci”ne çevirebileceğini düşünüyorum.

Fakat gördüğüm kadarıyla, insanların büyük bir çoğunluğu, şeklen dindar gibi görünüp/yaşasalar da dinî öğretilerin, vaazların kişi ve toplumlar üzerinde fazla bir tesiri yok. Herkes kendi yorumunu kendi yapıyor, kendi fetvasını kendi veriyor. Hâl böyle olunca, inanmakla inanmamak arasında fazla bir fark kalmıyor. Daha da garip ve belki de vahimi, başta da vurguladığım gibi, insanlar hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşıyor.

Dr. Yalom’un ölümden sonraki hayata inanmaması ve beynin işlevi sona erdiğinde zihnin de (ve zihinle ilişkili her şeyin) bittiği şeklindeki ifadesi karşısında ne hissediyorsunuz?

Aslında, bir insan öldüğünde, geride kalanların gördüğü hâl, tam da Yalom’un tarif ettiği gibi… Bütün canlılık, yaşama işlevleri sona ermiş gibi gözüküyor. Ama bendeniz, insanın manevî yapısının, ruhun, duyguların, şuurun ölmeyeceğini hissediyorum. Bu konuda, Yalom’un, kitabında çok eleştirdiği Sokrates’in görüşüne çok yakınım. Sokrat, öldüğünde, daha önceki filozoflarla bir araya gelip felsefî sohbetler yapabileceğini söyler. Ben de kendisiyle ve başka bilgelerle sohbet edebileceğimi umuyorum.

Dr. Yalom’un, “Bilge olmak için kilerinde havlayan vahşi köpekleri dinlemeyi öğrenmelisin” tavsiyesi sizin için ne ifade ediyor?

Yalom, kendisi de bir psikoterapist olan 40 yaşındaki danışanı Mark’a psikoterapi veriyor.O seansta Mark, kendini oldukça kötü hissediyor. Ölümden sonra kızının ne olacağı endişesini duyuyor. Kendi danışanı olan bir kadına cinsel ilgi duyduğunu söylüyor ve “ben bir pisliğim” diyor. Bunun üzerine Yalom, Mark’a, “değilsin” deyip, Nietzsche’nin bu sözünü hatırlatıyor.

“Kilerimizde havlayan vahşi köpekler” neyi havlıyor?

Vehimlerimizi,

Endişelerimizi,

Takıntılarımızı,

Korkularımızı,

Suçluluk duygularımızı…

Peki, vahşi köpekleri dinlemeyi öğrenmek bize ne öğretecek de nasıl bilgeleştirecek?   

Bunlardan kurtulmayı başarırsak bilgeleşmeye doğru adım atabiliriz!

Bunlardan kurtulmanın bir yolu var mı?

Bilmiyorum!

Belki başkalarının sıkıntılardan kurtulmalarına yardım ederek olabilir.

Vererek! Karşılıksız vererek!

SON SORU

Bu soru kitapta sorulmuyor. Dr. Yalom, eserinin bir yerinde, “hayatınız ne kadar tatminsizse, ölmek veya ölüm korkusuyla baş etmek de o kadar zor gelir” diyor.

Bu suali kitaptan ben çıkarıyorum: Hayatınızın tatminkâr olup-olmadığı konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yaşadığım pek çok sıkıntıya, özellikle küçük ve genç yaşlarımda, zaman zaman aşağılanmalara maruz kalmama rağmen iyi, verimli bir ömür geçirdiğimi düşünüyorum. Hatta öyle ki kendimi iki ömür birden yaşamış gibi hissediyorum. Bu âlemde herkesin en az benim kadar iyi ve tatminkâr yaşamasını dilerim.

Aylar önce, eşime vasiyet ettim: Mezar taşıma, “öyle verimli yaşadım ki yaşımı ikiyle çarpın” ibaresi konmalı!

--------------------------------

(*): GÜNEŞE BAKMAK -Ölümle Yüzleşmek- Irvin Yalom, Pegasus Yayınları, 2017, Çev. Zeliha Babayiğit

 

[email protected]

Tarih: 11.02.2022 Okunma: 1061

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

Özgür DENİZ

12.02.2022 - 11:05

Yazının tümünü okudum, tüm yazılar gibi. Nise sağlıklı, sıhhatli, huzurlu, mutlu, bereketli, aydınlık, başarı dolu ömürler dilerim saygıdeğer paşam saygıdeğer ağabey. Acılar insanı olgunlaştırıyor, tecrübeler de en iyi öğretmendir elbette. YALOM''u da severim, gerçekten tam anlamıyla bir üstaddır. Güzel yazar. Aklımda değil ama iki üç tane kitabını okudum. Aklımda kalan bir tek NİÇE AĞLADIĞINDA var galiba onun kitabıydı. Ama gerçekten güzeldi. çok uzun yıllar olduğu için hatıramda çok azı var. Ama elbette sindirdiğim fikirleri mutlaka vardır, o zaman ansızın ortaya çıkıyor, hatırlamaya çalışmakla olmuyor. Selamlar saygılar.

İ.Hakkı Cengiz

12.02.2022 - 11:47

İlgin için çok teşekkür ederim can kardeşim. Yalom''la yeni tanıştım. Niçe Ağladıkça adlı eserini de şimdi okuyorum. Evet, acılarla, zorluklarla olgunlaşıyor insan. Gönülden selâmlar...

Suat Zobu

13.02.2022 - 19:32

Daha önce yorum yazdığımdan eminim ama çıkmadı nedense. Çok güzel bir makale var ol ağabeyim. Sorulara hemen hemen aynı cevabı vermişiz. Ölüm kesinlikle olmalı derim. Şu yazımı oku lütfen: https://www.edebiyatdefteri.com/189341-olum-var/ Selam ve saygılarımla sağlıklı günler dilerim.

İ.Hakkı Cengiz

14.02.2022 - 07:00

Değerli ilgin ve iltifatın için çok teşekkür ederim, Suat kardeşim. Bağlantısını verdiğin yazıda belirttiğin gibi, kimse ölümü görmek, hatırlamak istemiyor. Ölenlerden ders ve ibret almak da yok! Çünkü gözlemlediğim kadarıyla kimse yaşamıyor! Tatminkâr yaşamıyor. Belli ki siz hayatta tatmin olan talihli kullardan birisisiniz. Tebrik ederim. Selâmlar...

İ Hakkı Cengiz

30.03.2023 - 18:40

Bu satırları yazdıktan birkaç ay sonra, benim Harp Akademisi sınavına girmemi engelleyen amirime de takılmamam gerektiğini fark ettim. Ona da hakkımı helal ediyorum.