Bilim insanları, düşünür ve
akademisyenler, “toprak, su, hava ve ateşi” varoluşun, yaradılışın temeli kabul
eder. Her canlı veya cansız varlığın yapısında bu dört ana unsur belli
oranlarda yer alır. Bu denge bozulursa yok oluş devresi başlar. Bu nedenle ilk
insandan günümüzdeki milyarlarca kişiye kadar, “toprak, su, hava ve ateş kutsal
sayılmış, saygı duyulmuş, hatta tanrı kabul edip tapmışlardır.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre
insanoğlunun yeryüzündeki geçmişi 200-300 bin yıllıktır. İlk insan cinsinin
Doğu Afrika’da görüldüğü, yeryüzüne buralardan dağıldığı varsayılır.
İnsanlar bu bölge çoğalıp, kalabalıklaştıkça, dünyanın başka yerlerine göç edip
yerleşmiş. Gittikleri yerlerde yeni yerleşim alanları kurmuş. Nil nehri
havzasında Mısır uygarlığı ortaya çıkmış. Fırat ve Dicle havzasında
(Mezopotamya) Sümer, Asur uygarlığı, Amerika kıtası İnka uygarlığı
gelişmiş. Atlantis ve Mu uygarlıkları gelip geçmiş. Değişen iklim koşulları
nedeniyle büyük kavimler göçü meydana gelmiş. Bu aşamada devletler,
imparatorluklar kurulmuş veya yok olmuş. Ama yaradılışın temelini oluşturun
toprak, su, hava ve ateş dengesi hep gözetilmiş. Denge ne zaman bozulmuşsa bundan
herşey zarar görmüş. Ateşte yanmış, suda boğulmuş, toprak üstünü örtmüş, hava
zehirlemiş.
İnsanlar çoğu zaman bunları
düşmanlarına karşı bir silah olarak kullanmış, ölmüş veya öldürmüş.
Canlı varlıklar için yeme içme, nefes
alma, tehlikelerden korunma içgüdüsel bir davranış biçimidir.
İnsan toplulukları, çeşitli
nedenlerle göç edip, yerleşmeyi düşündükleri yerlerin, su kaynaklarına,
toprağına, taşına, arazisine, güneşin durumuna bakmış. Uygun olmayan yerlerde
durmamış.
İlk insanlar kışın soğuktan, yazın
sıcaktan, vahşi hayvan saldırılarından korunmak için mağaraları barınak olarak
kullanmış, daha sonra korunaklı yerlerde barakalar, evler, konaklar, saraylar
yapmış. Tehlikelerden korumak, düşmanı korkutmak için çeşitli silahlar edinmiş.
Bazı hayvanları evcilleştirerek etinden, sütünden, gücünden yararlanmış. Binek
aracı olarak kullanmış, dağları, tepeleri, vadileri, düzlükleri aşmış. Deniz,
göl ve nehirlerde yüzecek gemiler yapmış. Ticaret amacıyla gittikleri yerlerde,
alışveriş merkezleri, pazarlar, kentler kurmuş. Anamur’daki Anamuryum antik
kenti bunlardan biridir.
Bu açıdan Anamur’un tarihi,
denizci bir toplum olan Fenikelilere, Friglere, Hititlere, Luvilere,
Asurlulara, Perslere, Yunanlılara, Romalılara, Bizanslılara, Emevilere,
Abbasiler, Selçuklular, Karaman Oğulları, Osmanlı ve günümüze kadar uzanır.
Anamuryum’un en parlak dönemi, MÖ 3
yüzyıl ile MS 4.yüzyıl arasıdır. Sonra büyük bir deprem midir veya bir saldırı
sonrası mıdır, bilinmez, ama terk edilmiş. Bu bölgede 250-300 yıl kimse
yaşamamış. Daha sonraları Bizans döneminde Ermeniler ve Rumlar yerleştirilmiş.
Ardından kafileler halinde Oğuz, Yörük, Türkmen boyları akmış. İlk gelip
yerleştikleri yerler, genellikle koyun, keçi sürüleri için uygun olan dağlık ve
korunaklı Bozdoğan, Kılıç, Sugözü, Karaağa, Lale, Kızılaliler gibi yerlerdir.
Görüldüğü gibi Anamur ve çevresi,
antik çağlardan beri, coğrafi yapısı, doğası ve iklim özellikleri ile çok özel
bir yerleşim yeridir. Bu nedenle Anamur ve çevresi için alınacak kararların bu
bölgenin ruhuna, yapısına uygun olması gerekiyor. Başka yerlerde şöyle
yapılmış, böyle olmuş, biz de öyle yapılalım deme şansınız yoktur.
Ancak Anamur’da, elli altmış yıldır
kentleşme adına atılan adımlar, hep yanlış sonuçlara ulaşmış, yanlış üstüne
yanlış yapılmıştır. Bu yanlış adımların altında gelmiş geçmiş yerel
yöneticilerin, toplum üzerinde etkili olan kişilerin, ailelerin, kurum ve
kuruluşların imzası vardır. Örneğin Mersin-Anamur-Antalya yolunun Anamur
içinden geçen bölümünde yanlış bir seçim yapılmış, yolun güzergâhı Mamure
Kalesinden itibaren ovaya, düzlüklere kaydırılmış, eski yol devre dışı kalmış.
Kentleşme doğal olarak ovaya kaymış, ekilip biçilebilecek araziler betona
kurban gitmiştir.
Yazılarımızda ve katıldığımız sohbet
toplantılarında, Anamur’u yönetme iddiasında bulunan kişilere soruyoruz:
“Anamur’un geleceği tarım mı, turizm mi?” Aldığımız cevaplara bakınca,
kafaların karışık olduğunu anlıyoruz. Anamur için hazırlanan stratejik plan ve
programlara bakıyoruz, orada da aynı kafa karışıklığını var.
Stratejik plan hedeflerine göre
Anamur’un 2035’lerde nüfusu 250 bin ve ekonomisi turizme dayalı görünüyor.
Adana-Mersin-Silifke-Antalya yolu
(D-400), Bozdoğan’da Pulludan başlar. Kaleden sonra bir kavis çizerek Anamur
kent merkezine, oradan da Ören’e ulaşır. Karagedik tepesini aşıp gider. Bu
yolun yapımı ve ulaşıma açılması bundan 60-65 yıl öncesidir. Akdeniz Sahil Yolu
Projesi kapsamında aynı yol sağlı, sollu genişleyerek bölünmüş yol haline
gelmiştir. İmar planında yapılan başka bir değişiklik ile Mersin-Antalya yolunun
daha güneyinde Çevre Yolu (Hoca Ahmet Yesevi Caddesi) açılmış kentleşme biraz
daha güneye kaymış, verimli araziler beton yığını haline gelmiştir.
Anamur’da kentleşme, güneyden
kuzeyden verimli arazileri boğmaktadır. Anamur tarım mı, muz, çilek, tropikal
meyve sebze mi, turizm mi karar vermesi lazım. Alınan karar eğer, tarım,
ziraatçılık ise kentleşmeyi kuzey yamaçlara, eğimli arazilere kaydıracak,
düzlüklerde üretime devam edecek, yok eğer turizm ise alınan karar muzdan,
çilekten, zirai ürünlerden vazgeçecektir. İkisi bir arada olmaz. Tarihiniz,
doğanız, güneşiniz, deniziniz, kumunuz ne kadar değerli olursa olsun, muz ve
çilek seralarını, insan sağlığını htehdit eden zirai ilaçları gören, duyan ve
bilen kimse Anamur’da, Bozyazı’da durmaz.
Hoşça ve sağlıcakla kalın.