‘’’’Andolsun insan hüsrandadır! Bir şey
bilirim ki, insan azgınlaşmış ve yoldan çıkmıştır ve yoldan çıkıp, azgınlaşan
insanlığı uyarmak ödevimi ifa etmek zorundayım. Ben uyarmazsam, sen uyarmazsan,
o uyarmazsa, ya nasıl doğruyu bulacak ve uyanacak insan? Herkes kendi hayatını
yaşamaya bakacaksa, hiçbir şeyi umursamayacaksa, umarsızca ve kayıtsızca davranacaksa,
rahatının derdine düşecekse, kurduğum düzen bozulmasın ve konforuma halel
gelmesin diye en küçük haksızlığa bile eyvallah edip o haksızlığa ortak olmayı
seçecekse, tek başına tok ve mutlu olmanın derdine düşecekse, adalet için
dövüşmeyip adaletsiz dünyadan kırıntılar kapmaya çalışıpta kaptığı kırıntılarla
mutlu olmaya çalışacaksa, konforunu bozmayacaksa, suçlu kim, suçsuz kimdir o
vakit ve böylesi bir insanlık nasıl felaha eripte dünyayı değiştirecektir?
Rahatsız etse de, acıtsa da, ağır gelse de uyarmak zorundayım. Gözleri varda
görmezse, aklı varda idrak etmezse, kalbi varda hissetmezse, kulakları varda
duymazsa sorumlu bendeniz değilim ama bendeniz sorumluluğumdan azade olmak
zorundayım. Geçelim! Kalbinizle hissederek dinleyin; aklınızla ölçüp, biçip,
tartıp çözülmeyin ve değerlendirin; vicdanın yasalarıyla yargılayıp karar verin.
Suçluysam suçlusun deyin ve cezam neyse tatbik edin, suçsuzsam da
söylediklerimi kabul edin ve susun. İki tarafta da bana dokunacak ateşten
korkuyorum ve ateşin bana dokunmasını engelleyecek sözden bir nehir
oluşturuyorum ateşle aramda, bendeniz varken de yokken de daima akacak ve hem
koruyacak hem de temizleyecek. Allah yap dedi yapıyorum, öyleyse hiçbir
kimsenin kınaması, karşı çıkması umurumda bile olmaz. Bana kurtuluşu garanti
ediyorsanız, o zaman bir şey diyemem ve ödevimi yapmaktan vazgeçerim. Geçelim!’’’’
Ne dendi?
‘’’’İçinizde
uyaran bir topluluk bulunsun!’’’’
Dinleyin ey Müslümanlar! Kalbinize ve aklınıza sesleniyorum,
bu yüzden kalbinizle ve aklınızla dinleyin. Her cümleyi hissederek ve aklederek
dinleyin, eğer bir şey diyecekseniz de ondan sonra deyin. Keşke yüreğimi
çıkarıp ortaya koyabilsem de yüreğim konuşsa, söylese, anlatsa, keşke bunu
yapabilsem. Çünkü çok şeyi gerçek anlamıyla, özüyle, ruhuyla izah edemiyorum,
hayır imtina ettiğimden, korktuğumdan değil, insani olarak yapamıyorum bunu,
çünkü vicdanımın derinliklerinde hissettiklerimi müşahhaslaştıramıyorum, ete
kemiğe büründürüp cümleye dönüştüremiyorum. Mutlaka hepinizde oluyordur bu, bir
duyguyu yüreğinizde hissedersiniz ama yüreğinizde hissettiğiniz o duyguyu asıl
haliyle bir türlü cümleye büründüremezsiniz, müşahhas olarak işte bu
diyemezsiniz. Garip bir şeydir bu ama çaresi de yoktur. Mühim olan bakmak değil
görmektir, bilmek değil anlamaktır, dokunmak değil hissetmektir. Ama hep
baktınız görmediniz, bildiniz anlamadınız, dokundunuz hissetmediniz. Anlamaktan
ziyade peşinen inanmayı tercih ettiniz. Çünkü peşinen inanmak işinize geldi,
anlamak ise tehlikeliydi ve eylemi iktiza ederdi velâkin eyleme geçmek cesaret
ve yürek işiydi. Çünkü dokunmak, bakmak ve bilmek sadece konuşturur ama hissetmek,
görmek ve anlamak ise yaptırır. Ve mühim olan yapmaktır. Çünkü hayatın gerçek
gayesi söz değil eylemdir. Eylem ise, kölesi olunan dünyayı kaybettirir ama
kaybetmek istenir mi? İşte bütün mesele budur. Ne kadar çok konuştuk, eylemimiz
ise yok denecek kadardı. Zira değişim yapmanın meyvesidir, konuşmanın değil. Eylem
yoksa gerisi angaryadır, boş laftır. Aliya İzzetbegoviç’te; ‘’dünyayı dua değil
eylem değiştirecektir’’ demiyor muydu? Mühim olan da; dünyayı yorumlamaktan
ziyade değiştirmek değil miydi? Dünyayı değiştirmek istemedikten sonra var
olmanın anlamı neydi, ne olabilirdi? Değiştirmek ise yorumlamakla değil eylemle
kabil olabilirdi ancak. Keza şöyle söylenmedi mi; ‘’yapmadığınız şeyi niçin
söylüyorsunuz?’’ Ama biz söyleneni ne işittik ne de umursadık, sağır kaldık,
dikkate bile almadık. Bir tarafınıza değil her tarafınıza sesleniyorum, öyleyse
hepiniz dinleyin, vuracaksanız da dinledikten ve anladıktan sonra vurun.
Dinleyip anlamadan vurmak ancak cahillerin işi olabilir. Çünkü cahiller
dinlemeyi ve dinlediğini anlamayı sevmezler, zira cahilliklerini çıplak bir
şekilde müşahede ederler. Hatta sizin özelinizde yekpare insanlığa
sesleniyorum. Yaaa sizler, ister inanarak söyleyin, isterseniz inanmadan
söyleyin, gerçekten bu dünyanın baki, kendinizin de hiç ölmeyeceğinizi mi
düşünüyorsunuz? Gerçekten böyle düşünüyor olabilir misiniz? Zevahire baktığım
da maalesef böyle düşündüğünüzü düşünüyorum. Böyle düşünüyorsanız sorun yok ama
ya böyle bir şey yoksa yani hem dünya hem de siz fani iseniz, böyle yaşamanın
hesabını nasıl vereceksiniz? Nasıl yaşıyoruz ki diye soracak olursanız,
susmaktan başka yol kalmaz bana. Sizin bilmediğinizi ben nasıl anlatabilirim
ki, anlatsam da sizleri nasıl inandırabilirim ki? Bilmediğini bildiğini sanan,
bilmiyorsun sözüne nasıl inanabilir ki? Ki, her şeyin fani olduğu âlemin
malumudur, aksini düşünen hem cahil hem de delidir. Gelipte gitmeyen tek bir
kişi gösterebilir misiniz şu devasa acunda? Sizler yaşadığınızın din olduğunu
mu düşünüyorsunuz gerçekten? Gerçekten din sizin yaşadığınız olabilir mi? Din
böyle bir şey olabilir mi? Yaaa dini gerçekten oturup konuşmaya, çözümlemeye
var mısınız? Yüreğiniz ve beyniniz kifayet eder mi buna, cesaret edebilir
misiniz? Buyurun oturup konuşalım, çözümleme yapalım, müzakere edelim, var
mısınız? Eğer söylenilenin aksi yönde düşünüyorsanız, böylesi bir çağrıya
icabet etmeniz iktiza eder. Gerçekten dininizi biliyor musunuz? Ya da din bu
ise yani şu an hayatta din diye yaşanılan din ise, bu dini kim kabul eder?
Gerçekten kabul edecek kaç kişi çıkar böylesi bir dini? Ya din bu değil ya da
din bu ise kabul edilebilir bir din değil bu. Hayır, hayır din asla bu olamaz,
çünkü böyle bir din olamaz. Olur diyorsanız da, çendan o din benim dinim
olamaz. Kitabı hakem kılalım mı, buna gelebilir misiniz eğer düşünceniz de
ciddi ve samimi iseniz ya da yaşadığınızın din olduğunu düşünüyorsanız? Yaaa
sizler gerçekten hesap diye bir şeye inanıyor musunuz yahut hakikaten hesap
vermeyeceklerden misiniz? Hakikaten hesap vermeyeceğinizi düşünüyor olabilir
misiniz? Öldüğünüzde direkt olarak cennete mi gireceğinizi düşünüyorsunuz? Yani
şu halinizle gerçekten cennet sizin olabilir mi? Ya da en idealde her şey
cennete girmek için midir? Elinizde bir senet mi var Allah tarafından verilmiş?
Zira sanki Allah size bir senet vermiş gibi yaşıyorsunuz, zira hiçbir şeyi
umursamadan yaşıyorsunuz, sanki cennete gideceğinizi biliyormuş gibi. Böyle bir
düşünceniz var mı gerçekten, gizli ya da açık? Kızıyor musunuz yoksa? Buna
hakkınız olduğunu düşünüyor musunuz? Şerefsizlik mi ediyorum ki kızacaksınız? Bakınız
önce dinleyecek, hissedecek, anlayacak, ondan sonra vuracaksınız, bari bunda
doğru ve dürüst olun. Ama yemin ediyorum bunda bile doğru ve dürüst
olamıyorsunuz. Çünkü dininizi asla bilmiyorsunuz. Yemin ederim ki, dininizi
bilmiyorsunuz. Hem bendeniz düşman mıyım ki de vuracaksınız? Görevimi yapıyorum
münhasıran, başka da bir şey yapmıyorum. Uyarma diyorsanız susayım eyvallah ama
bunu açıkça söylemeye cesaretiniz olsun. Herhalde hesabımı verirken yanımda
olmayacaksınız öyle değil mi? Siz hep birlikte mi hesap vereceğinizi
düşünüyorsunuz? Öyleyse tek başıma vereceğim hesap için bunu yapmak zorundayım.
Çünkü hesap vermekten korkuyorum, zira hayatımdan emin değilim. Napayım bendeniz
sizler kadar emin olamıyorum. Çünkü elimde, bana verilmiş bir senet yok!!! Hani
bilir misiniz; gelen ateş Hud peygamberin kavmine de dokunmuştu da, içlerinden
bazıları bize niye dokundu diye sorduklarında, Hud peygamber onlara; ‘’siz
uyaranlardan olmamıştınız’’ demişti. Haaa bana dosdoğru ve dürüst olma
diyorsanız orası başka. Ama siz yanlış ol deyince de yanlış olacak değilim,
orası da ayrı tabi. Çünkü beni kurtaracak olan sizler değilsiniz. Önce
kendinizi kurtarın ki, beni kurtarmaya da cesaret edinmiş olun. ‘’Bana vur ama beni
dinle’’ demiş Arthur Schopenhauer. Öyle değil mi, inandığınızı söylediğiniz
Allah’ta ‘’emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun’’ demiyor mu ve emrolunduğunuz
gibi dosdoğru olmak söylediğimiz minvalde hareket etmeyi iktiza etmez mi? Lütfen
bana söyler misiniz, eğer emrolunduğunuz gibi dosdoğru olsaydınız, böyle olur
muydunuz, hayatlarınız böyle olur muydu? Hayatlarımızda ne varmış diyorsanız,
biraz yalnız kalıp aynaya bakın bir kez lütfen ama cesurca bakın, bakmaktan ve
aynaya yansıyanı görmekten korkmayın. Davanız olduğunu iddia ettiğiniz şeye
ihanet eder miydiniz emrolunduğunuz gibi dosdoğru olsaydınız? Etmediğinizi
iddia ediyorsanız, mutlak hüccetlerle ispat edeyim mi, bana ihanet
etmeyecekseniz? Bendeniz de öyle diyorum yani Arthur Schopenhauer gibi,
vuracaksanız da dinledikten sonra vurun, en azından adalet olsun için, doğruluk
ve dürüstlük olsun için.
İnsanız biz insan, niye insan gibi yaşamayı beceremiyoruz? Niye ya, niye
beceremiyoruz bunu? Çünkü insan olmakla ilgilenmiyoruz, dünya sevgisiyle hani
Peygamberin VEHN dediği şeyle sarhoş olmuşuz ve insanlığımızı dünyaya feda
etmişiz. Sahi vehn neydi biliyor musunuz? Yaaa bu dünyanın sıkıntısı ne şudur,
ne budur, ne odur, tek sıkıntısı insan kıtlığıdır insan. Vallahi de insan
değiliz, billahi de insan değiliz, tallahi de insan değiliz. İnsan değiliz lan
biz. İnsan yok bu dünyada, insan. İnsan olsaydı bu dünyada her şey insanca
olurdu. Çünkü her şey insanın dokunuşuyla başlar bu dünyada ve insanın
dokunuşuyla son bulur her şey. Evet, herkesin bir kimliği var eyvallah ama ya
insanlığı var mı? Oysa önemli olan insanlıktır ve en büyük kimlikte insanlıktır,
gerisi talidir. Öyle ya, öznesi insan olan bir dünyada, insan olmadan ne
olabilir ki? İnsan suretine sahip olmak insan olmak demek değildir. İnsan
yüreğiyle ve beyniyle insandır, insanlık eylemde tezahür eder. Lafla herkes
insandır, ya eylemde insanlık ne olacak? İnsanca olan tek bir şey gösterin bana
ya. İnsan doğmuşuz ama insan gibi yaşamıyoruz. Ne demişti İbn-i Hazm; ‘’insanın
insandan çektiği acıları, insan, yırtıcı hayvanlardan, zehirli yılanlardan
çekmemiştir.’’ Ne biçim bir yaşam lan bu? İnsanız diyoruz ama her türlü pisliği
ya biz yapıyoruz ya da insan dediğimizden görüyoruz. Şimdi söyleyin lütfen,
neremizden bilinecek insan olduğumuz? Tek bir yön gösterin lütfen, ki, insan
olduğumuzu oradan bilebilelim. Yaaa biz gerçekten inandığımızı sandığımız
Allah’a inanıyor muyuz, ahirete inanıyor muyuz, hesaba inanıyor muyuz? İnanıyorsak
nasıl böyle yaşıyoruz? Yaşayamayız ya, yaşayamayız, inanıyorsak, inancımızda
dürüstsek böyle yaşayamayız. Yaaa dilimizde olan Allah, niçin eylemlerimize
karışmıyor? Yani Allah öylece konuşsun dursun bizi ilgilendirmez mi diyorsunuz,
kafa sallar geçeriz mi diyorsunuz? Büyük yemin ediyorum ki, aynen böyle
diyorsunuz hal-i pür melalinizle. O zaman Allah’ın varlığının anlamı nedir? Yaaa
siz Müslüman mısınız? Faraza ben Ateistim, söyleyin bana lütfen ey Müslümanlar,
öyle ya Müslümansınız ya, aranızdan beni dine döndürecek kaç kişi çıkar,
varsayın ki Ateistim, hadi beni dine döndürün, sizin dininizi merak ediyorum,
lütfen bana dininizi anlatın, o dillerinizde anlattığınız muhteşem dininize
girmek istiyorum desem bunu becerebilecek kalibrede kaç kişi vardır içinizde?
Vallahi, billahi, tallahi tek bir kişi bile göremiyorum, gözümün gördüğü
hinterlanda. Vallahi de göremiyorum, billahi de göremiyorum, tallahi de
göremiyorum. Hayır, varım diyen varsa çıksın ortaya, işte meydan. Görüyorum da
söylemiyorum değil, böyle yapıyorsam şerefsiz ve namussuzum. Varsa gösterin,
çekinmeyin lütfen. Hem niçin çekineceksiniz ki, böylesi bir şey onurdur,
gururdur. Zira bir kişiyi kurtaran dünyayı kurtarmış gibi olmuyor mu ve bir
kişiyi kurtarmak dünyanın içinde ki her şeyden daha değerli değil mi? Yoksa
çekiniyor musunuz? O zaman sizler nasıl Müslümanlarsınız ya? Hiç mi
sorgulamıyorsunuz yaşadığınız hayatı, biz ne yapıyoruz, nasıl yaşıyoruz diye
hiç mi sigaya çekmiyorsunuz kendinizi? Hiç mi murakabe ve muhasebe
yapmıyorsunuz? Görüyorum ki yapmıyorsunuz. Acaba dışarıdan bakanlar bizi nasıl
görüyorlar diye de mi merak edip kendinize çekidüzen verme gereği
duymuyorsunuz? Ben laf salatası istemiyorum, eyleminle göstereceksin bana
inancını, eyleminle. Dilinde ki sözün hiçbir anlamı yoktur benim için, o söz
eyleme dönüşmemişse. Eylemde olmayan inancı napayım lan ben? İnanıyorum de ama
haram ye, ne analdım lan ben bu inançtan? İnanıyorum de ama iftira at, nasıl
bir inanç lan bu? Her türlü ahlaksızlığı yap sonra da çık insanız be kardeşim
işte, nefsimiz var de. İnsanlığına tüküreyim lan senin ahmak. Nefsinde boğul
lan. İnsanım diyorsan insan olacaksın lan insan, insan gibi yaşayacaksın. Ben
de insanım, o zaman her türlü kötülüğü yapayım, insanım deyip temize çıkayım. İnsanlığa
mugayir yaşayıpta insanım diyemezsin. Her türlü pisliğe bulanıpta temiz
olduğunu iddia edemezsin. ‘’Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olunuz. Ey iman
edenler iman ediniz. İman ettik demekle kurtulacağınızı mı sandınız? Sadece
zalimlere dokunmayacak ateşten sakının.’’ Ulan inanıyorum dediğin din söylüyor
bunları. Eğer lafta kalacaksa, uyulmayacaksa, nazar-ı dikkate alınmayacaksa,
eyleme yansımayacaksa ne anlamı var lan bu ayetlerin? Gerçekten bu ayetleri
tertil, tedebbür, taakkul, tezekkür ile okuyup, üzerlerinde derin düşüncelere
daldınız mı hiç, ne denilmek isteniyor acaba diye? Yapmadıysanız nasıl Müslümansız
siz lan? İman ediyorsunuz ya, muhakkak bunu yapmışsınızdır değil mi? Yapmadınız
mı yoksa? Yoksa dininizden de mi haberiniz yok? Bitevi dininden bahset dur,
dininin adını tekrar edip dur, ne işe yarayacak bu, eğer dinin eyleminde yoksa?
Kusura bakmayın, en baştan söyleyeyim, çok acımasız konuşacağım, yanlış
anlamayın hakaret edeceğim anlamında söylemiyorum, münhasıran doğal gözlemlerim
üzerine acımasızca sorular soracağım, sorgulamalar yapacağım, uyarılarda
bulunacağım, tenkit edeceğim. Çözüm önerin nedir diyorsanız, iyi okursanız
söylediklerimi, ihsas edersiniz neymiş çözüm. Bu benim görevim, görevim
kardeşim ve ben görevimi yaparım. Eğer Müslümansanız ve Kur’an’a inanıyorsanız, inandığınızı
söylediğiniz Kur’an’ı hakem kılıp söylediğim her cümleyi müzakere edebiliriz. İnanıyorsunuz
ya, müzakere etmekten mi korkacaksınız? Hem niye korkacaz ki Kur’an’a göre
kendimizi sorgulayıp, yargılamaktan? Öyle ya Müslüman değil miyiz ve ölmeden
önce kendimizi hesaba çekmeli değil miyiz? Korkuyor musunuz yoksa inanıyoruz
dediğiniz kitabı yaşamlarınızla aranızda hakem kılmaktan? Sahi inanmıyorsunuz
da inanıyor gibi mi görünüyorsunuz ve neden? Dünyaya ulaşmanın başka yolu mu
yok yoksa? Bakınız laf olsun diye söylemiyorum, çok büyük bir cesaret örneğidir
bu. Kur’an kimi yalanlarsa, yalanlanan taraf en büyük hain olarak tatbik
edilecek cezaya tahammül etmelidir. Tek bir cümlem de haksız çıkarsam,
namussuzluk ettiğim, yalan söylediğim, alçakça hareket ettiğim gibi bir durum
tezahür ederse, tek bir cümlem yalanlanır ve olumsuzlanırsa her türlü hakareti
yutmaya söz veriyorum, hain olduğumu ve boynuma urgan geçirilmesini kendi
isteğimle kabul ediyorum. Bakınız bu yazı telin etmek niyetiyle kaleme
alınmamıştır, acımasızca sorgulamak ve şiddetle uyarmak için kaleme alınmıştır.
Bu bendenizin en tabii hakkımdır. Çünkü ihmalimin acı meyvelerini yemek
istemiyorum. Binaenaleyh, ben konuşacağım, dinlemek isterseniz siz de
dinleyeceksiniz, ama vuracaksanız mutlaka dinleyeceksiniz, dinlemeden vurmak ne
doğruluktur ne de dürüstlük ve ne de adildir, bilakis şedit zalimliktir. Dinlemeden
vurmak yanlıştır, dinlemeden, anlamadan vurulmaz kardeşim. Dürüstsen,
doğruysan, namusluysan önce hissedeceksin, sonra anlayacaksın, ondan sonra
yargılayacak ve vuracaksın. Benden kahvehane muhabbeti beklemeyin, benden
tutarsızlıkları tolere etmemi beklemeyin, benden yalan söylememi beklemeyin. Ben
yalan söylemem, aldatmam ama aldatılmam da. Beni asla ve kata aldatamazsınız. Çünkü
aklın ışığıyla yürürüm hayat yolunda ve aklın ışığında dinlerim her sözü. Bin
düşünürüm, bir konuşurum. Ki, hayatım
boyunca da hakikatten yana oldum, hiçbir kimseyi aldatmadım, kimseye ihanet
etmedim ve beni aldatanlara hep şu sözü söyledim; Nietzsche diyor ki; ‘’bana
yalan söylediğine üzülmedim, bir daha sana inanamayacağıma üzüldüm.’’ Bu yüzden
bana yalan söyleyenlere de bir daha hiç inanmadım, badema da inanmayacağım. Bu
sebeple kimse bana yalan söyleyemez, söylememeli, beni aldatmamalı,
kandırmamalı, böylesi bir şeye tevessül dahi etmemeli, çünkü bedeli çok ağır
olur. Zaten Müslüman olan yalan da söylemez, aldatmaz da. Söyler ve aldatır mı
yoksa? Zira son nefesime dek bir daha bana hiçbir şey söyleyemez, söylemek için
yanıma yaklaşamaz, bana yalan söyleyen ve beni aldatmaya yeltenen. Yaaa her
şeyden öte bir davam var diyorsanız, dava dediğin şeyin ilkesi, yasası,
tutarlılığı olur ilk evvelde. Peygambere neler teklif etmediler ki, sattı mı
davasını? Çünkü O’nun davası vardı ve O, davasına inanıyordu, inandığı davasını
da yaşıyordu yani zevahirde davam var deyip, batında davası yokmuş gibi
yaşamıyordu. Şöyle de, böyle de, ama da, fakatta demiyordu, yapması gerekeni
yapıyordu, yapmayıpta bahanelere sığınmıyordu. Davasını yanlış tatbik edip,
dünyalık bahaneler üretmiyordu. Çünkü yanlış yaşayıpta, yanlışlarını bahanelere
sığınarak tolere ettirmeye tevessül etmek riyakârlıktı ve menfaatperestlikti. Ki,
Aliya İzzetbegoviç ne diyordu? ‘’İyi bir insan olmadan iyi Müslüman olunamaz’’
diyordu değil mi? Keza yine demiyor muydu; ‘’savaş düşmana benzeyince kaybedilir,
ölünce değil’’ diye? Peygamber dünyaya egemen olayım ondan sonra hakikat yoluna
gireyim, hakikatli yaşayayım demedi, söylediği gibi yaşadı, yaşadığı gibi de
söyledi ve yolundan sapmadı. Tamam, peygamber değiliz ama O’nun mirasçılarıyız,
çendan O’nu örnek alabiliriz. Lütfen söyleyin, hayatlarınızla mezkûr sözler
arasında bir tenasüp var mı Allah aşkına? ‘’O kadar cahilsiniz ki, bir dininiz
var diye ahlaka ihtiyaç duymuyorsunuz’’ diyordu değil mi Nikola Tesla? İşte
buna benziyor her şeyimiz. Hakikat işte böyledir, yumruk gibi iner ve kalkamaz
kimse o yumruğun altından. Benden cerbeze beklemeyin, benden ikircikli
lafazanlıklar beklemeyin. Ömrü boyunca hakikate ram olmuş ve perestiş etmiş bir
insandan ancak dosdoğru olmayı bekleyebilirisiniz. Çünkü bendeniz dosdoğru
olmak zorundayım, insansam dosdoğru olmak zorundayım. Mesela; yanlış
yapıldığında; ne olacak insanlık halidir demem ya da neye göre böyle der, neye
göre böyle demem muayyen kıstasları vardır bunun. Keza yanlış yapıldığında; yanlışı
yapan bendendir böyle olabilir, yanlış yapabilir deyip geçmem, tenkit ederim, şiddetle
uyarırım. Uyarılarım dinlenilmediğinde
hadi eyvallah der çeker giderim, normaldir olabilir deyip tolere etmem ve
durduğum yerde durmam, ilkelerimi beklentilerime feda etmem, insanlığı
acılardan acılara sürgün kılacak yanlışlara yol vermem, bilakis doğruluğa ve
dürüstlüğe ve dahi adalete ihanet etmiş olurum. Bunu yapamam kardeşim, ölürüm
yine de yapmam, yapamam. Bendenizin şahıslarla işim yoktur, eylemlere bakarım
ve eylemleri değerlendiririm, nihayetinde ya eylemleri tolere eder ya da
reddederim. Mesela; bir meslek gurubuna yapılan yanlışı asla ve kata tolere
etmem, edemem, zira aklım, vicdanım engel olur bana, bitevi uyarırlar beni.
Çünkü mutlak ve muhakkak şekilde adaletsiz olan bir şeyi tensip ve tasvip edemem.
Edersem ruhuma ihanet etmiş olurum. Ettiğimi ve edeceğimi sanırsanız feci
aldanırsınız. Adalete iman etmişsen zaten böylesi bir şeyi yapamazsın. Vallahi
de, billahi de, tallahi de yapamazsın. Mesela, dilinden Allah’ı ve adaleti
düşürmüyorsan, asla yapılmayacak ve yapmamayı becerebileceğin bir durumda da
adaletsizlik yapamazsın, yapıyorsan tükürür geçerim. Ya da benim cebimdekini
alıp başkasının cebine koyamazsın. Koyamazsın ya, koyamazsın, yapamazsın bunu.
Yapıyorsan dinin cevaz verdiğini ispat etmelisin önce. Din cevaz vermiyorsa da,
dine rağmen yapamazsın, eğer dine inanıyorsan. Bilakis ya da din budur ya da
sen dindar değilsindir. Ya da bile isteye yanlış yapıpta benden onay
bekleyemezsin. Allah’ın onay vermediğine kendi ürettiğin yasalar onay veriyorsa
bu bendenizi ırgalamaz, bendeniz tüm insanlığı ihata eden yasalara bakarım ve
senin yaptığını reddederim. Bilakis senin inancın falan yoktur o vakit, adalet
ise maskendir. Yapamazsın ya yapamazsın. Göz göre göre hem Allah deyip, adaleti
yüceltip hem de adaletsizlik yapamazsın. İşte bu yüzden hiçbir zaman lafa
bakmam, her zaman eyleme bakarım. Yani ahmakça, aptalca hareket etmem,
bilincimdir ve ilkelerimdir eylemlerime yön veren. Geçelim! Bu yazımdan sonra bendenizi adaleti gözetmeden,
doğruluğu ve dürüstlüğü sarf-ı nazar eyleyerek, vicdanı baskılayarak acımasızca
yargılamak isteyebilirsiniz. Bendenizi varlık dünyasında tecessüm ettiren ve
varoluşuma katkıda bulunan tüm insanlık haklarıma tasallut etmek
isteyebilirsiniz. Böyle olsun istemem, böyle olsun da istemez vicdanlarınız,
ama nefsinize göre böyle olacak derseniz de yapacaklarınız muvacehesinde
naçarım ve güçsüzüm, eyvallah yapabilirsiniz. Velâkin inancınız kavi ise,
inandığınızı iddia ettiğiniz Allah’a gerçekten inanıyorsanız, ümmetiyiz
dediğiniz Hz. Muhammed’e gerçekten sevgi besliyorsanız, kitabınız olduğunu
söylediğiniz ve her bir ayetini nas olarak tolere ettiğiniz Kur’an’a gerçekten
sadıksanız ve tüm bu inançlarınız benliğinize sinmiş ise yapmazsınız,
yapamazsınız zaten ama ille de yapmak isterseniz de yapacak bir şeyim olmaz.
Zira naçarım, güçsüzüm, yalnızım. Niye böyle söylüyorum; yapmayacağınız ve
yapmamanız istenen çok şeyi umarsızca yaptığınız için. Öyle şeyler yaptınız ki,
sanki artık her şeyi yapabileceğinizi düşünüyorum maalesef. Çünkü güçlü olan
sizlersiniz. Fakat şu da bilinsin isterim; böylesi bir şey de, benim nezdimde kâfirlik
ve insanlık tefrikine sebep olan bir şeydir, benim için keskin bir ayrım
noktasıdır burası, herkes için değildir belki ama benim için böyledir, badema
da böyle olacaktır. Benim zerre miskal suçum ve günahım yoksa ve bana haksızlık
yapılıyorsa bile isteye, o haksızlığı yapan benim nezdimde kâfirdir kardeşim ve
ilelebet kâfir olarak damgalanacaktır. Kusura bakmayın, insan olan ve dosdoğru
olan böyle yapmaz kardeşim. Katılınsa da, katılınmasa da böyle düşünüyorum. Bendeniz
fikirlerle yaşayan bir insanım ve her şeyi fikre vurur, fikirle ölçer, biçer, tartarım.
Fikir temelinde bir düşünceye iltihak ederim, fikir temelinde bir düşünceden
koparım. Kimliğe, milliyete, dine göre hareket etmem. Bana ne senin dininden,
milliyetinden, bana eylemin lazımdır eylemin. Bana insanlığın lazımdır. İnsanlığın
yoksa, dinini, milliyetini, mezhebini, cemaatini napayım ben? Sözünde başka,
eyleminde başka isen, dinini, milliyetini, cemaatini, mezhebini napayım, aynı
dinden ve milletiniz diye sana inanacak mıyım yani? Geri zekâlı mıyım ben,
aptal mıyım? Bitevi konuş ama eylemden uzak kal hatta söylediklerinin tam
zıttını yap, böyleyse bana ne lan senin dininden, milliyetinden, mezhebinden? Söz
ve eylem bütünlüğüne çok dikkat ederim, dostluğum da, düşmanlığım da fikirler
temelinde gerçekleşir. Ama hayatımda düşmanlığa da hiçbir zaman yer olmamıştır,
tek bir kapı da açılmamıştır. Çünkü düşmanlık, iki tarafı da tedricen yok eden,
azaltan, tüketen bir şeydir, hayatı daraltan, kısırlaştıran ve rengi,
zenginliği öldüren bir şeydir. Bu yüzden düşmanlığa hayatımın tüm boyutlarıyla
kapalıyımdır. Hayatla ilgili seçimlerim de fikre endekslidir, rastgele seçim
yapmam. Çünkü seçim kaderdir ve ben kaderimi çizerken sonsuz teennili olurum.
Ve bu hayatta en zor şey seçim yapmaktır; gerçek ve yalan arasında, doğru ve
yanlış arasında. Geçelim! Nasıl başlayacağım, ne diyeceğim gerçekten
bilemiyorum. Çok derin bir acı ve tarifsiz bir hüzünle yazıyorum yazdıklarımı.
Hissedebilir misiniz? Gözlerim nemleniyor, yüreğim burkuluyor, bağrımda bir
gariplik var. Vallahi ciğerlerim sızlıyor, beynim zonkluyor, gövdem sarsılıyor.
Zerre umurumda değil ama gerçekten hissetmeye çalışıyor musunuz? Dehşetli bir
bunalımdayım, beynim ve kalbim nasıl yorgun anlatamam, adeta kusuyor gibiyim bu
hayatı, yüreğim nasıl titriyor bilemezsiniz. Hissederseniz ancak
bilebilirsiniz. Hissetmek iktiza ediyor kardeşim, hissetmek. Hissetmediğin bir
şeyi anlayamazsın. Sanki içimde bir kuş çırpınıp duruyor, can çekişiyor ve
ölmek üzere hatta öldü ölüyor. Böyle bir dünyada ne kadar duyulurum,
anlaşılırım bilemiyorum. İlla da duyulayım, anlaşılayım diye bir derdim de yok
ha, beni duyun ve anlayın diye çırpınmıyorum yani, bu kendini önemsemek olur
ki, böyle bir basitliğe tevessül edecek karakterde de değilim. Ki, anlasanız
nolur, anlamasanız nolur, zerre umurumda değil. Zira menfaat ilişkisi ekseninde
hareket etmiyorum ve yazmıyorum. Hayatımın hiçbir döneminde de bu minvalde
hareket etmedim, çünkü fikir temelinde yaşanan bir hayata ihanet olurdu böylesi
bir tevessül hatta müptezellik olurdu. Bendeniz, bana tevdi edilen ödevimi ifa
ediyorum münhasıran. Sizin böyle bir ödeviniz olmadığı için elbette
anlamayacaksınız hatta anlamak derdinde de olmayacaksınız. Zaten kuvvetle
muhtemeldir ki umarsızca, duyarsızca bakılacaktır ve gülünüp geçilecektir, ne
saçmalıyorsun lan ahmak denilecektir belki de, çünkü hissedilmeyecektir,
hissedilmeyince de anlaşılmayacaktır, anlaşılmayınca da direkt olarak damga
vurulup geçilecektir. Zira bu daha kolay gelecektir. Çünkü bizim seciyemiz
böyledir maalesef, uğraşmaktansa, müzakere etmektense, damgayı vurur geçeriz ve
tezciye yolunu seçeriz. Bugüne kadar hep kolay yaşamadınız mı zaten? Oysa
böylesi bir duruma ben olsam çok üzülürdüm, içim acırdı, derin düşüncelere sevk
ederdi beni böylesi bir olay, tabi derdi olmak, dertlenmektir asıl mesele
burada. Ama böylesi bir derdinizin hiçbir zaman olmadığını biliyorum, olsaydı
mutlaka ama mutlaka hissederdim. Vallahi, billahi, tallahi hissederdim. Böylesi
saçma sapan, absürt ve anlamsız bir dünyada da öylesi yüce bir tavır zaten
kabil olmazdı. Dinini anlamayan beni nasıl anlayacaktı ki? Zaten din
anlaşılsaydı, anlaşılmayan hayatlar yaşanmazdı. Vallahi dininizi anlamadınız,
bilmediniz ki anlasanız, hissetmediniz ki bileseniz, anlasanız. Belki de
inanılan bir din yoktu, münhasıran dünya nimetlerine ulaşmak için inanılıyor
gibi yapılıyordu. Yahut din böyle bir şeydi de bizim haberimiz yoktu nereden
bilecez, öyle ya sadece siz bilirdiniz. Çünkü din insanlığa direkt ve kuvvetli
tesirde bulunan bir olguydu ve dinle yaklaşıldığında kendisine dinle yaklaşılan
kişi doğrudan tesir altında kalırdı. Kendilerine biat etmeyenleri düşman
belleyenler dinlerini nasıl anlamış olabilirlerdi ki? Zira dünyevi bağlamda
bakılacaktır mezkûr duruma, gidersen hainsindir, kalırsan dostsundur bu
bağlamda ki bakışa göre, işte bu yüzden söylediğim gibi algılama olacaktır. Ve
tam da burada vardır işte bahsettiğimiz menfaat ilişkisi. Ki, kalsan bile dost
olamazsın ya, neyse. Muhammedi Müslümanlar olamadınız ki, yaşadığınız hayatta
Muhammedi izler bulunsun. Olmaz ya, olmaz, gerçekten olmaz bu, olamaz. Ki,
Muhammedi yaşam nasıldır artık onu bile bilemez durumdayım, acaba yaşadığınız
yaşam mıdır yoksa hiç bilinmeyen, karanlığa gömülmüş, tarihin derinliklerinde
kaybolmuş, açığa çıkartılması sizler için tehlikeli bir yaşam mıdır yahut
gerçekten yoktur da, başından beri varmış gibi mi yansıtılmıştır muayyen
emeller için? Ama sizlerin yaşadığınız yaşam olmadığı kesindir. Vallahi, billahi,
tallahi değildir. Değildir ya, çünkü böylesi bir yaşam Muhammedi bir yaşam
olamaz. Peygamber böyle yaşamadı, böyle yapmadı, böyle konuşmadı. Hep kalıplara
göre yaşadığınız için, yaşamlarınızın her noktasında da kalıpçı bir bakışınız
oldu maalesef. Eğer sizin yaşadığınız dinse, o vakit Allah’ın gönderdiği nedir?
İnanan biri için otorite devlet midir yoksa Allah mıdır? Buyurun cevap verin
cesaretiniz varsa, aklınız kifayet ediyorsa, yüreğiniz yetiyorsa. Ama sizler
maalesef devleti Allah gibi algılayıp, anladınız her daim ve insanı devlete
feda ettiniz. Devleti tazim ve tebcil eyleyip, insanı karınca misali onun
yumruğunun altına ezdirdiniz. Oysa insan yaşarsa devlet yaşardı, insan varsa
devlet vardı ama anlayamadınız. Elbette anlamak için zekâ önkoşuldu ama o
önkoşulu taşıyor muydunuz? İnanıyorsanız bu nasıl kabil olabilirdi? Tamam
devlete ihanet edin demiyorum ama devlet Allah değildir ve yanlış yapabilir,
bunu anlayın diyorum ama anladınız mı, anlıyor musunuz? Ya da söyleyin lütfen,
hadi buyurun söyleyin, inanıyoruz dediğiniz Allah, ümmetiyiz dediğiniz Hz.
Muhammed, uyduğunuzu söylediğiniz Kur’an aşkına; bir insanın birkaç maaş alması
haram mıdır, helal midir, inanan birisi bunu hangi yasaya göre almaktadır? Yaaa
çöplükten ekmek toplayan kadınların olduğu bir dünyada, açlıktan ölenlerin
olduğu bir dünyada nasıl olabilir de bir insan beş insanın hakkı olanı
alabilir? Ya buna Allah nasıl bakar ve ne der, hiç düşündünüz mü bu boyuttan bu
durumu? Bitevi dünya peşinde koşturup
durdunuz, yorulmadan, bıkmadan, usanmadan ve dünya uğruna harcamadığınız hiçbir
şey kalmadı. Vallahi kalmadı ya, yazık ya, yazık. Maalesef üzülerek ifade
ediyorum bunları, zira çok müşahede ettim, temaşa eyledim acaba yanılıyor muyum
diye ama hayır yanılmıyordum, gördüğüm resim gerçekti ve böylesi hazin bir
manzara muvacehesinde yıkılışım sanki bir imparatorluğun yıkılışından daha sarsıcıydı.
Gördüğüm resmî çiziyorum, olmayan, görmediğim, hayali bir kurgu üretmiyorum. Eğer
öyle yapıyorsam da itiraz edebilir, söylediklerimi cerh edebilir ve ıskat
edebilirisiniz bendenizi, zerre gocunmam, vallahi gocunmam, eyvallah der boyun
eğerim. Hakikat muvacehesinde boyun her daim eğik olmuştur. Hatta yüzüme
tükürebilirsiniz soysuzluk yapıyorsam. Ne acıdır ki, dininizi dünyaya sattınız.
Dünyayı hep öncelediniz, dininizse tali kaldı bu hayat koşusunda. Hiçbir zaman
dinin ilkelerine göre eylemlerde bulunmadınız, hep dünyayı öncelediniz ve
hedeflediniz, dünya umuru uğruna birbirinizi bile perişan ettiniz. Birbirinize
çektirmediğiniz acı kalmadı maalesef. İnandığı dini, gerçekte inandığı gibi,
inandığı Allah’ın istediği gibi yaşayanlara ihanet ettiniz biliyor musunuz?
Çünkü onlar, büyük çoğunluğunuzun yaptığı yanlışlar sonucunda insanlık onuruna
seza yaşayamadılar hiçbir zaman. Filhakika hissedilmesi, anlaşılması,
hüzünlenilmesi ve sancı çekilmesi gereken bir durum vardır ortada, ben
söylediğim için değil, olgusal olarak böyle bir durum vardır ama orasını nasıl
algılayıp anlayacaksınız işte mesele odur. Hayır, bunu böyle davranın diye
söylemiyorum ki, böyle davranmak için engin bir ruha, tahkiki bir imana, kavi
bir donanıma, derin bir düşünüşe ihtiyaç vardır. İnancın ruhunuzda ne kadar
derin yer edindiğine merbuttur böylesi bir tavır. Gerçi hangi inanç, hangi
iman? İnancını önemsemeyen, daveti ne önemseyecek, dalından kopup gideni niçin
önemseyecek? Önemsenseydi, çok başka insanlar olurduk, inandığımızı
söylediğimiz Allah’ın istediği gibi insanlar olurduk. Önemli olan dünyadır
değil mi, yeter ki o bizde olsun, isterse dünya toptan sapıtsın bize ne değil
mi? Yazık ya yazık. Her kayıp eksilmedir ve eksilme acıtır oysa. Ama bileni,
anlayanı, hissedeni acıtır. Hissetmiyorsan umursamazsın, umursamazsan nasıl
acıyacak ruhun? Bu bir öngörüdür ama bu öngörüde bulunduran kallavi sebepler
vardır maatteessüf. Hiç önemli değil, tarihe not düşeyim istedim. İçim acıyor,
yemin ediyorum içim acıyor. Arafta biri olarak yazıyorum artık. Ruhum nasıl
acıyor tahmin bile edemezsiniz, zaten tahmin etmek isteseniz, istenilmeyen
şekilde hareket etmezsiniz. Yazdıklarımdan dolayı, başta da belirttiğim gibi, düşman
belleyip her türlü haksızlığı yapabilirsiniz, istemem ama yapmak isterseniz
yapabilirsiniz, zaten çokta haksızlıkla karşı karşıya kaldım. Maalesef
ağızlarından adaleti düşürmeyenlerin gadrine uğradım çok zaman. Çok hakkım
yendi çok. Hatta çok haklar yendi maalesef. Bakalım hakkımı ve hakları yiyenler
nasıl hesap verecekler. Gerçekten kul hakkıyla göçüp gitmekten korkmuyor muyuz?
Gücüm olmadığı içinde elim kolum bağlı kaldı hep, hakkımın yenilmesi
muvacehesinde. Hayır yani, ne diyeyim ki, ne dersem diyeyim, nasıl dersem
diyeyim, yanlış anlaşılacağım ve düşman belleneceğim baştan bellidir. Oysa
kâfir değilim, hain değilim, düşman değilim ama önemli olan sizin nasıl bilmek
istediğinizdir değil mi yoksa gerçekler mi olacaktı önemli olan değil mi? Ki,
farza öyle olsam ne çıkar, bana zulmetmeniz mi gerekir? Başkalarına duyulan
kin, onlara zulmetmeyi mi iktiza eder, dininize göre? Sahi bu konuda Allah’ın
indirdiği ayetten haberiniz var mı? Hadi be, haberiniz yok mu? Sahi siz
Müslüman mısınız gerçekten? Ben namussuz değildim kardeşim, ben ihanet etmedim,
ben hiçbir kimseye kötülükte etmedim, kötülük tohumları da ekmedim insanlık
toprağına, bilakis her şey iyi olsun, güzel olsun, insanlık doğru olsun
istedim, niye hakkım yendi, niye yendi ya? Bu sav bile maalesef durumu izah
etmeye kifayet etmektedir, sizlerin nasıl bir ruh haliyle tavır
belirleyeceğinizin somut ifadesidir. Böyle düşünüyorum, çünkü böyle bir tecrübe
edindirdiniz lan bana. Zira sizlerin yanında tek bir an bile kendim olamadım,
sizlerin yanlışlarınızı bile açıkça ifade edemedim. Oysa öyle yüce gönüllü
insanlar olmalıydınız ki, her şeyi müsamaha ile karşılayabilmeliydiniz, hiçbir
şeyi müzakere etmekten imtina etmemeliydiniz ama karşılayamadınız, imtina
ettiniz ve işte bu tavır sizleri mahvetti. Dehşetli bir kibir dağı olup
aşılamaz oldunuz. Her şeyin sahibi olduğunuzu sanarak hareket ettiniz. Emrolunduğunuz
gibi dosdoğru olmanız buyrulmuştu lan size ama sizler emrolunmadığınız gibi
yapyanlış oldunuz ya. İyilikten bahsettiniz ama hep kötülük ektiniz.
Uyarıldınız duymadınız, uyarana düşman oldunuz. Eleştiriye hiçbir zaman
tahammül edemediniz, sizlerin iyiliğini isteyenleri bile yanlış anladınız, ta
ki dinden ayetlerle gelindi size ve siz böyle geleni bile düşmanlıkla,
teröristlikle itham ettiniz, açıkça söylenen tüm düşünceleri kendinize düşmanlık
ediliyormuş gibi algılayıp bastırmaya, boğmaya tevessül etiniz ve maalesef
yanlışlarınızı bu yüzden hiçbir zaman görmediniz, göremediniz. Ya şu ayeti
söylemenin neresi düşmancaydı; ‘’başınıza gelen tüm musibetler kendi
ellerinizle işledikleriniz yüzündendir?’’ Keza şu ayeti söylemenin neresi
kötülük istemekti; ‘’başkalarına olan kininiz sizi onlara karşı adaletsiz
kılmasın?’’ Yani bir ayeti bile hatırlatamayacak mıydık? Hayır ya ne ile
uyarılmayı düşünüyordunuz da, düşündüğünüz gibi olmadı? Sizleri beşer
yasalarıyla mı uyarmamı bekliyordunuz? Müslüman değil miydiniz siz? Öyleyse
Müslümanca uyarmanın nesi, neresi kötü olabilirdi? Sizleri tenkit edenleri
değil, övenleri dost bildiniz ama gün geldi övenler eliyle dövüldünüz velâkin
kaderin garip bir cilvesidir ki düşman bildiklerinizce kaldırıldınız
düştüğünüzde ama utanmadınız da. Gösterilen yanlışlarınızı görmediğiniz içinde
bitevi aynı yanlışları tekrarladınız ve yanlışlar çoğaldıkça artık yanlış olan
bizatihi kendiniz oldunuz ve bu sefer de varlığınız bile yanlışın kendisi oldu
sanki. Kendinizi dinin sahibi ve koruyucusu olarak gördünüz, bu yüzden de her şeyi
kendinize layık gördünüz, dinden çıkarmalara ve dine eklemelere yeltendiniz. Dinle
her şeyi kotarmaya çalıştınız ama dinsiz diye insanları telin ettiniz. Dine
mugayir yaşadınız ama dine mugayir yaşıyor diye insanları ayıpladınız,
ötelediniz. Böyle bir şey nasıl kabil olabilirdi ya? Kendinizi adeta Allah
konumunda gördünüz ve insanlara sanki sizlerin kullarıymışlar gibi davrandınız.
Olmazdı, olamazdı ya, olmamalıydı. Münhasıran kendinizi cennetlik görüp,
dışınızda kalan herkesi cehennemlikler olarak tavsif ettiniz. Cennetlik hangi
eylemleri yapmıştınız da böyle düşünebiliyordunuz? Bu yüzden de herkese
anladığınız dini anlatmaya ve anlattıklarınızı da metazori tolere ettirmeye
tevessül etiniz. Yaşamadınız ama yaşatmak istediniz. İnanmadınız ama inansınlar
istediniz. Lan önce yaşamalıydınız lan, siz yaşamalıydınız inandığınız dini.
Dinim dediğin şeyi sen yaşamazsan başkası nasıl yaşayabilirdi lan? İnanmayana
nasıl yaşa diyebilirisin lan, inandığını söylediğin dini kendin yaşamazsan? Sen
inanmazsan, başkasını nasıl inanmaya zorlayabilirsin? Önce sen yaşayacaktın,
sen inanacaktın, örnek olacaktın, doğru düzgün anlatacaktın ve en güzel dille
anlatacaktın. İyi bir insan olmadan iyi bir Müslüman olunabileceğini sandınız
ama aldandınız, yanıldınız. Din size güzel sözlerle bana davet edin dedi ama
sizler güzel sözle davet nasıl yapılır hiçbir zaman bilemediniz. Daveti
umursamadınız ki, güzel söz nedir nereden bilecektiniz. Bilmediniz ki, medeni
insanlara galip gelmek icbar ile kabil olmazdı ancak ikna etmek iktiza ederdi,
sizler icbarı tercih ettiniz, zoru tercih ettiniz, dinde zorlama olmadığını
bildiğiniz halde, çünkü ikna edecek donanımdan mahrumdunuz. Filhakika dininizi
bilmiyordunuz. Allah bile peygamberine; ‘’Sen
onlar üzerinde bir zorba değilsin, güzel sözle anlat, iman ettirecek olan Biziz’’
derken, sizler adeta zorbaca yaklaştınız ve dini metazori tolere ettirmeye
tevessül ettiniz. Yanlış yapmayı başkalarına yakıştırmadınız ama kendinize hak
gördünüz. Bir dininiz vardı ya, istediğiniz gibi yanlış yapabilirdiniz değil
mi? Bir din varsa ahlaka gerek yoktu öyle değil mi? Münhasıran biat ettiniz,
sormak nedir bilmediniz, sorgulamayı reddettiniz, üstünüzdekileri hep layüsel
gördünüz, sorgulayanları her türlü yafta ile itham ettiniz. Akıldan, bilimden,
vicdandan uzak kaldınız. Oysa insanı nasıl maddi ve manevi boyutuyla, ruhuyla
ve bedeniyle halkeden inandığınız Allah idiyse, dünyayı da madde ve mana
boyutuyla, din ve bilim yönüyle halkeden de inandığınızı söylediğiniz Allah’tı.
Nasıl olurda bilimi reddedebilirdiniz? Üstelikte bilimi inandığınızı
söylediğiniz Allah yarattığı halde ve bilim, inandığınızı söylediğiniz Allah’ın
arzında gerçekleştiği halde. Düşünenlere hep mesafeli durdunuz, çünkü
düşünceden ve düşünenden korktunuz. Biz düşünelim, geri kalan herkes bizim
düşüncelerimizi yaşasınlar istediniz. Tüm cemaatleriniz böyle yapmadılar mı, bu
yüzden de kendi kendilerini kendi dünyalarına hapsetmediler mi insanlara ulaşmaları
gerekirken? Ama söylemlerine baktığınız da davaları iman davasıydı. Oysa
yaşamından herkes kendisi mesuldü ve herkes tek başına hesaba çekilecekti. Dinsizler
diye insanları ötelediniz ama dinsiz diye tavsif ettiklerinizde gördüğünüz
yanlışların daha fecisini kendiniz yaptınız. Çünkü sizler dindardınız ve din
sahibi olmakla tüm yanlışlardan münezzehtiniz ve yaptıklarınız yanlış
sayılmazdı bu yüzden. Hâlbuki bilseydiniz ki birer tebliğciydiniz ve
inandığınız dini tebliğ etmekle, en güzel dille anlatmakla ve dosdoğru
yaşamakla yükümlüydünüz ama ne yazık ki bilemediniz. Gruplara bölündünüz ve
bölünmenizle hakikati de paramparça ettiniz, her bir tarafınız tuttuğunuz
yerden asıldınız ve hakikati öldürdünüz. Öldürdünüz lan hakikati, acımadan
öldürdünüz. Din tekti, siz bin din icat ettiniz. İcat ettiğiniz her dine de
müritler buldunuz. Sizin dininizle Allah’ın dini hep çatıştı maalesef ama bir
türlü anlayamadınız bunu. Bin parçaya bölündünüz ve her bir parçanızla
insanlığı da bin parçaya böldünüz ama her parçanız kendisinin tek hakikat
olduğunu ve cennet ehlinin münhasıran kendilerinin olduğunu anlattı
müntesiplerine. Her parçanız inandığı dinin ahlakını anlatacağına, kendilerinin
kurguladıkları bir ahlakı empoze ettiler müntesiplerine. Böylece bir dine
inandığınız halde ve bir ahlak sisteminiz olacağına bin ahlak sistemi
ürettiniz, nihayetinde birbirinin ahlakını yanlışlayan guruplar oldunuz. Birbirinizi
bitevi suçladınız. Biriniz diğerinizin müntesibini kendine çekmekle meşgul oldu
hep. Hakikati de, ahlakı da, adaleti de öldürdünüz bünyenizde. Hakikatle
birlikte aslında ölen kendinizdiniz ama asla bilemediniz, bilebilecek
donanımdan yoksundunuz, çünkü tüm mevcudiyetinizle dünyaya ayarlıydınız. Dininizi
dünyaya sattınız maalesef, üç kuruşa değiştiniz, münhasıran taciri oldunuz
dinin. Hakikatle birlikte insanlığı da öldürdünüz ve gömdünüz. Acılıyım,
hüzünlüyüm desem yalan söylemiş olmam. Niye böyleyim izah edeyim; sizlerden
yana umut taşımıştım, belki gerçekten başarırlar demiştim, belki de kendilerine
fırsat verilmediği içindir tökezlemeleri demiştim. Bir davanız olduğunu
sanmıştım, inanmıştım lan size, inanmıştım. Evet, çok acılar çektiğinizi asla inkâr
edemem ama aynı zamanda çektiğiniz acılardan hiçbir ders almadığınız gerçeğini
de yok sayamam. Buna rağmen yaptıklarınıza acılarınızı bahane edemezsiniz, ki,
acı çekmeyen kim var bu toplumda, sizin çektiğinizin milyon mislini çeken
insanlar var, zira inancınız buna müsaade etmez ama demek ki inanışınıza göre
müsaadeniz varmış ama bilememişiz. Ulan yağlı urganlarla darağacına
gönderildiler bu memleketin çocukları darağacına, ister haklı ister haksız ne
fark eder, katılırsınız katılmazsınız ne değişir, doğru ya da yanlış ne ifade
eder? Acı çeken siz değilsiniz yani yalnızca, sizlerin çektiklerinizin bin
mislini çektiler niceleri. Tarihi bir fırsat ele geçirdiniz, kendinizi ispat
etmek için ama o fırsatı öyle bir teptiniz ki, tüm kelimeler kifayetsiz kalır
bunu izah etmekte. Öyle mümessiller olmalıydınız ki, tüm dünya hayranlıkla sizi
izlemeliydi. Adalet can bulmalıydı gövdelerinizde, ahlakın kokusu tüm insanlığı
sarmalıydı eylemlerinizle. Velâkin hayır ne adil olabildiniz ne de ahlakı
taşıyabildiniz. Öyle ya, bir dininiz vardı ya, ahlaka ne gerek vardı değil mi? İnsanlığı
ya kardeş ya da insanlıkta eşitleriniz olarak görmeliydiniz ama ne kardeş
görebildiniz ne de eşit sayabildiniz. Kendinizi hep daha üstün, daha layık,
daha eşit olarak gördünüz. Çünkü tek inanan kendinizdiniz ya, öyleyse her şeye
layık olan sizlerdiniz sadece. Ebu Müslim Horasani’nin sözü tanıklık etmeliydi
hayatınıza oysa: “Müslüman öyle davranmalı ki; herkeste; insan görmek isteyen
Müslümanlara baksın! Sözü işitilsin.” İşitildi mi, yoksa işitilmeden kaybolup
gitti mi, buna kararı vicdanlarınız verecek hatta durun kararı mı verdim bile;
kesinlikle işitilmedi. İşitilmedi ya, vallahi işitilmedi. Doğru olmak
zorundasınız ve yanlışlarınızla yüzleşmek zorundasınız. Bir kez de olsa aynaya
bakmak zorundasınız. Gerçeği görmezlikten gelmek gerçeği yok etmez ama sizi
gerçekten uzaklaştırır ve bir de bakmışsınız gerçek size düşman olmuş. Çoğunluk
olduğunuz için yaptığınız her şeyin çoğunluk nezdinde kabul görmesi,
yaptıklarınızın doğru olması anlamına gelemezdi ama siz öyle olsun istediniz ve
istediğiniz için de öyle olacak sandınız ama sandığınız gibi değildi ve
olamazdı, yanıldınız. Bilakis sizleri daha büyük yanlışlar yapmaya sevk etti
böylesi bir bakış açısı. Bu yüzden mezkûr söz sizler üzerinde gerçekliğe
bürünemedi maalesef. Bunu inkâr ederseniz yanlışlarınıza devam edersiniz,
tolere ederseniz yanlışlarınızı görür, bilir ve düzeltme yoluna gidersiniz. Bu
da sizin bileceğiniz şeydir. Mevdudi ne demişti: “İnançlarınız hakkında ne
söylerseniz söyleyin, gerçeği meydana getiren uygulamalarınızdır. Sadece
konuşmak hiç bir anlam taşımaz.’’ Ki, kaçınız Mevdudi’yi bilir ki, bilirdi ki
de, söylediğine mütenasip davranacaktınız? Maalesef inandığınız dini hiçbir
zaman bilmediniz, bilmekte istemediniz, dininizi anlatanları da hiçbir zaman
dinlemediniz, bilmediniz ki dinleseniz, dinler gibi yapsanız da asla
anlamadınız. Aslında dine davet edilmeleri gereken sizlerdiniz ama sizler ne
davet ettiniz ne de davet edilmeyi tolere edebilirdiniz. Ki, zaten Allah davet
etmiyor muydu sizi dine? ‘’Ey iman edenler iman ediniz’’ ne demekti?
Anlamazsanız eyleyemezsiniz tabi. Çünkü sizler baştan cennetliktiniz, cennetlikler
olarak doğmuştunuz, öyle ya sizler layüsel insanlardınız ve doğuştan
dindardınız, bu yüzden dinin uygulamasından muaftınız değil mi? Dinimiz var
diye hiçbir zaman ahlaka yüzünüzü dönmediniz, daima sırtınızı çevirdiniz. Çünkü
ahlaklı olmak dünyayı kaybetmek demekti, öyleyse ahlaksız yaşanabilirdi ama
dünyasız yaşanamazdı, öyleyse dünyayı ahlaka tercih etmeliydiniz ve ettiniz de.
Akıllara durgunluk verecek derece de mülk sahibi oldunuz ya akıllara durgunluk
verecek düzeyde bir ahlaka sahip misiniz? Söyleyeyim mi ahlakla mütenasip
olmayan eylemlerinizi? Gerçekten cesaretiniz var mı duymaya ya da duyunca adil
davranabilecek iradeye malik misiniz? Bu yüzden yaşadıklarınızı din saydınız ve
din saydığınız yaşamlarınızı başkalarına dikte ettiniz, kabul edilmeyince de
herkesi düşman bildiniz, dinsizlikle yaftaladınız. Münhasıran konuştunuz,
konuştunuz, konuştunuz, konuşmaktan başka hiçbir şey yapmadınız. Hiçbir zaman
eylemlerinizle örnek olabilecek çapta olamadınız. Haddizatında sizler dininize
ihanet ettiniz. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun
karşısında durmalıydınız ama durmadınız, düşene bir tekmede siz vurdunuz ve
tarih yolunda öyle bir durdunuz ki artık kımıldatabilene aşk olsun denir ancak.
Hiçbir zaman haksızlık karşısında başkaldırmadınız, bilakis dilsiz kaldınız,
lal oldunuz. İnsanların özgür ruhlu, hür düşünceli, bağımsız karakterli
insanlar olmalarını istemediniz asla. Namusluya, çalışana, okuyana değer veren
dinin müntesipleri olarak böylesi insanlara değer vermesi gereken insanlar
olmalıydınız ama olmadınız. Ne söylediyseniz tersini yaptınız. Yapın dediğiniz
şeyleri yapanları bile düşman bildiniz. Kuzu gibi büyütüp koyun gibi gütmek
istediniz sadece. Ama güdülen insanlar da hayata bir şey katamazlardı ve
katamadılar da. Hayata bir şeyler katanların arkalarından onların bıraktıkları
izleri takip etmekle iktifa ederlerdi ve aynen de öyle oldu. Bilakis kattığınız bir şey varsa gösterebilirsiniz. Öyle bir
servet teraküm ettiniz ki, öyle bir mülk sahibi oldunuz ki, bundan sonra artık
hiçbir şey yapamayacaksınız, çünkü teraküm ettiklerinizi, sahip olduğunuz
mülkleri korumak derdinde olacaksınız her daim. İnsanların yoksul kalmalarına
aldırmadan zengin oldunuz, akıllara durgunluk verecek kadar zenginleştiniz,
zenginleştirdiniz. İnsanlar yoksul kalsınlar, servet bizde olsun, biz onlara
veririz, onlarda bize bağlı kalır diye düşündünüz galiba. Ama yanıldınız.
Göreceğiz ki, akıllara durgunluk verecek şekilde zenginleşenler ve
zenginleştirilenler, servetlerini korumak derdine düşecekler ve asla hakikat
yolunda yürümeyecekler bundan böyle, gaflet, dalalet ve ihanet içinde bir yaşam
yaşayacaklar. Zaten yaşamadıkları davalarını hepten unutacaklar hatta
ellerindekini kaybetmemek için ihanet edecekler. Ve buna da dini kılıf
yapacaksınız bitevi ve bu şekilde yine insanlığı aldatmaya yelteneceksiniz.
Birgün geldi öyle bir şey oldu ki insanlara hüsranı yaşattınız, öyle bir darbe
vurdunuz ki insanlığa, sanki başkalarına vurmuşsunuz gibi gösterdiniz ama darbe
vurduklarınızın kahir ekseriyeti sizlerden olanlardı, fakat sizlerin gariplerle
hiçbir iltisakınız olmadığı için olan şeyi kavramakta aciz kaldınız hatta hicap
duymadan gariplerin çok ağır darbe yediğini bile söylediniz, darbeyi kimin
vurduğunu unutarak. Nasıl yapılabildi bu, kim cesaret edebildi buna? Hiç
umursamadınız hatta tolere ettiniz bunu. Ve tarihe maalesef unutulmayacak bir
gece bıraktınız ve nasıl unutulacak o gece? Ki, hayırla hatırlanacak ne
bıraktınız söyleyebilir misiniz? İstediğiniz gibi yorumlamaya çalışın ama
gerçek ölmez ve orada öylece durur ve yalanları daima öldürür. İnsanlar
yoksullaştıkça kendinize bağlı kalacaklarını düşündünüz ama yanıldınız. Her
yaptığınızda yanıldığınız gibi. İnandığınızı iddia ettiğiniz Allah’ı bile çok
büyük günahlarınıza ortak ettiniz, sanki işlediğiniz tüm günahları O
işletiyormuş gibi sundunuz ve dininden bihaber cahil insanları böylece kolayca
aldatabileceğinizi sandınız ve maalesef yanıldınız. Evet dini bilmeyenleri
aldatabilirdiniz ama dini bilenler ise aldanacak kadar akılsız değildiler ve
siz de bunu bilecek kadar akıllı değildiniz. Zaten akla ne zaman önem verdiniz
ki? Akla önem atfetseydiniz, böyle olur muydunuz ki? İnandığınızı söylediğiniz
Allah, ‘’aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırırız’’ dediği halde yine
de aklı önemsemediniz. Umarım hissedersiniz, anlarsınız, bundan sonra olmanız
gerektiği gibi olursunuz. Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olursunuz. İmanınızı
tazelersiniz ve söz eylem bütünlüğüne erişebilirsiniz. En azından sonraki
nesillere bir şeyler bırakabilmek ve onların dosdoğru bir yaşam sürebilmeleri
adına. Onların, başları dik, gururla yaşayabilmeleri adına bir işaret olsun
için tarihe not düşmek istedim. Okumak isteyen okusun ki, yapmaya meyilli
olduğu yanlışlardan dönsün ve insanca bir çizgide yaşamaya gayret etsin. Sizlerden
umudum yok ama umarım sizden sonraki nesiller için uyarıcı ve yol gösterici bir
işaret olur yazdıklarım. Görevimi yaptım, bu yüzden rahatım, huzurluyum.
Bilakis, ne yapabileceğiniz bir tarihiniz olur ne de verebileceğiniz bir şey
insanlığa. Söyleyecek sözünüz de olmaz, bırakacak iziniz de! Allah ıslah etsin!
Son söz, Yahya Bin
Muaz’dan gelsin;
“Ey İnsanlar!
Görüyorum ki; evleriniz Rum Kayseri’nin evlerine, lükse hayranlığınız Kisra’nın
tutumuna, servet peşinde koşmanız Karun’un anlayışına, saltanatınız Firavun
saltanatına, nefsleriniz Ebu Cehil nefsine, gururunuz Ebrehe’nin gururuna,
yaşayışınız sefihlerin yaşayışına benziyor. Allah için söyleyin bana, Ümmet-i
Muhammed’den olanlar nerede?”
En son söz;
‘’EMROLUNDUĞUNUZ GİBİ DOSDOĞRU
OLUNUZ!’’