Bir benzerin yok, olmayacakta, sen böyle bir şeysin işte. O zaman bu benzersizliğini niçin iki paralık ediyorsun? Öyle yapıyorsun, zira bezersizliğini göstermiyorsun, sürüye dâhil oluyor ve sürüyle yaşıyorsun, komutlarla hareket ediyorsun. Çünkü böyle bir benzersizliği en özgün haliyle yani verili benzersizliğinle yaşamak varken, gidip başkasını yaşıyorsun yani kendin olarak var olmayı değil başkası olarak var olmayı tercih ediyorsun ve başkalarının varlığında varlığını kaybediyorsun. Oysa içine doğduğun hayata yönelik olarak; hayatımı yaşadım diyebilmen için, yaşadığın hayatın gerçekten sana ait olması lazım ve sen bunu yapabilmen için de, özünden fışkıran duyguları ve düşünceleri taşıyıp, yaşayabilmelisin yani mevcudiyetinde önsel olan ne varsa var oldukları haliyle ortaya koymalısın. Ama önsel olanları sonsal olanlara kurban veriyorsun ve verdiğin kurbanlarla varlığını kabul ettirmeye yelteniyorsun yani küçülüyorsun. Duygularını ve düşüncelerini içinde öldürüyorsan ve dışarıya farklı duygularla ve düşüncelerle çıkıyorsan, o zaman sen, sen değilsin. Bunu gerek bir milliyete sığınarak yapıyorsun, gerekse bir dine sığınarak. Başkası seninle aynı milliyetten ya da dinden diye, gidipte onun gibi yaşamak zorunda değilsin ya da hayatını onun biçimlendirmesine bırakmak zorunluluğun da yok hatta hayatını onlara feda etmek görevinde olamaz. Dinini de, milliyetini de kendi benzersizliğinle kendin yaşayabilirsin. Sahiden aptal mısın sen? Oysa geldin ve gittiğin zaman dönüşü olmayan bir hayatı yaşıyorsun ama kendin olarak değil başkası olarak yaşıyorsun. Niçin böyle yapıyorsun ve bunu yaparak kendini basitleştiriyor, küçültüyorsun, oysa sen gerçekte küçük değil büyük birisin. Belki bir başka açıdan bakınca böyle yaşamaya da zorlanıyorsun ama aklın ve iraden var ve düşünmek ve direnmek diye bir şey de var, kendini yaşamayı tercih edebilirsin, dayatılan tercihlere direnebilirsin. Ama aklını kullanıp, iradeni ortaya koyabilmen ve bunu becerebilmen için ilk evvelde kendi aklını kullanmaya başlamakla işe başlayabilirsin. Haydi, kendi aklını kullanma cesaretini göster! Çünkü kendi aklını kullanmadıkça bunu başarman mümkün olmaz. Kendi aklının olduğunu fark ettiğin ve varlığını fark ettiğin aklını kullanmaya cesaret ettiğin gün etrafında ışık huzmeleri zuhur edecek ve kendini sonsuz bir aydınlığın içinde bulacaksın. ‘’Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir.’’ İmmanuel Kant böyle diyor ve doğru diyor. Bak kardeşim! Aklını kullandığına inandığım için söylüyorum bunları, bilakis aklını kullanmadığını düşünsem, seni bir ölü olarak göreceğim için kelimelerimi heba etmezdim. Kelimeler varlığın en kıymetli hazineleridir unutma! Zira aklına veda etmiş birinin hayatına evlada demediği iddia edilemez. Akla veda, hayata elvedadır zira. Çünkü hayat bir gemi ise onun pusulası akıldır. Keza akıl, kaderin atıdır diyoruz her daim. Pusulasız gemi gitmez, giderse de eceline gider. Akıl olmadan kader daima keder olur. “Aklını kullanmaktan vazgeçmiş bir insanla tartışmaya çalışmak; bir ölüye ilaç vermeye benzer.” Thomas Paine böyle diyor ve doğru diyor, bu yüzden bir şeyler söylemeye çalışıyorsam, aklından vazgeçmediğine inandığımın işaretidir bu. Aklını kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçme ve onu hemen şu an kullanmaya başla, gör bak geminin nasıl hedefine yöneldiğini ve kaderinin değiştiğini nasıl hissetmeye başlayacaksın. Bak kardeşim! Aklını kendi kullanmayan kişinin beyninde başkaları geziniyordur ve o beyni kirletmeye çalışıyordur ama sen aklını kendin kullanacak ve kimseye kirli ayaklarıyla beyninde gezinme izni vermeyeceksin. Başkalarının kirli ayaklarıyla gezindiği beyin, beyin değildir, o bir çöplüğe dönmüştür. “Kimseye, kirli ayaklarıyla, beyninde gezme izni vermemelisin.” Gandhi böyle diyor ve doğru diyor. Zaten beyninde başkalarına ait ayak izlerinin bulunduğunu düşünüyorsan, o kişiyle değerli şeyler konuşamazsın, bu yüzden de onu dikkate almaya değmez. Çünkü o, karşına hep başkası olarak çıkacaktır, kendisi olarak değil ve karşındakinin başkası olarak karşında durması çok iğreti bir şeydir ve tahammül edilebilir değildir, bu yüzden de onunla oturup konuşma imkânı zordur. Zira dikkate almaya değer kişi, kendisi olarak varolan ve kendi aklını kullanamaya cüret ve cesaret etmiş kişi olabilir ancak. Başkası olarak meydana çıkan ve aklını kullanmaktan aciz kişiden daha tiksindirici ve iğrenç kimse yoktur. Aklını kullanmayan algılayamaz, algılayamadığı için de anlayamaz, o daha çok inanmayı tercih eder. Zaten aklını kullanmaya cesaret edemeyenlerin yapabileceği tek şey, mutlak acizliğinde ifadesi olan inanmaktan başka bir şey değildir. Zira sadece dinler ve uyar bu türler, sormaz, sorgulamaz, mutlak itaat eder. İnanmak kolaydır ama anlamak yürek ve cesaret işidir, zira anlamak için çaba gerekir, inanmak için ise hiçbir şey gerekmez. Hayatta ki en tehlikeli türler de bunlardır. “En tehlikeli insan tipi; az anlayan, çok inanandır.” Anthony Çehov böyle diyor ve asla yanlış demiyor hatta mutlak isabet ediyor. Öyleyse daha çok inanmaktan önce daha çok anlamayı tercih edeceğiz. Bileceğiz ki, anlamadan inanmak en büyük tehlikedir, zira netameli bir zaaftır ve bu zaaf kullanılmaya en müsait zaaftır. Zaten en kullanışlı olan ve kolayca sürüye dâhil olan ve hoyratça güdülen tipler anlamayı beceremeyen ve hemen inanmayı tercih eden tiplerdir. Bugün dünya niye tamusal bir görünüm arz ediyor? Daha az anlaşıldığı ve daha çok inanıldığı için. İşin garibi, bu türler de yani hemen ve daha çok inananlar güdülmekten hazzeden ve garip bir zevk alan tiplerdir, zira kendilerinin farkına varmaktan ve var olmayı becermekten acizdirler. “”Her şeyi kendine bağlı kılmak istersen, kendini usa bağlı kıl.”” Arthur Schopenhauer böyle demiş, ne güzel de söylemiş de mi? Zira sen us’a bağlıysan, her şeyin sana bağlı olmaması mümkün değildir. Çünkü us, ışıktır. Işıktan mahrumsan mahrum olmayacağın ne vardır? Ve ışık, her şeyi kendine doğru çeker, karanlığı yok eder, tehlikeleri bertaraf eder, yarasaların ecelidir. Karanlıkta kalan, her türlü tehlikeye maruz kalır. Karanlık ise, us’dan uzak olmaktır. Bugün dünya us’tan uzak olanların, us’a yakın olanların üzerinde boza pişirdiği bir yerdir ve bir an önce bu cehennemden kurtulmak önkoşuldur, dünyanın insanca, özgürce ve onurluca yaşanacak bir yer olması için. ‘’Beyinlerimiz savaşsın isterdim ama görüyorum ki siz silahsızsınız bayım!’’ Franz Kafka böyle diyor. Yanlış mı? Hayır. Çünkü aklı olan aklıyla savaşır ve savaşların en yücesi, en güzeli, en yaratıcısı, en yapıcısı, en yaşatıcısı akıl silahıyla yapılan savaştır. Ancak bu silahtan mahrum ve yoksun olanlardır ki, öldürücü silahlara başvurabilirler ve onlardır ki, en aciz, en korkak, en sefil, en adi yaratıklardır. Onlar hiçbir zaman yaşamaktan söz etmezler, daima ölümden dem vururlar ve ölüm konuşurlar, ölüm kusarlar, ölümle korkuturlar. Siz hiç, aklı olanların ölümden söz ettiklerini duydunuz mu ve güçleriyle var olanların da akıllı bir söz ve eylem ortaya koyduklarına şahit oldunuz mu? Ve tüm bunları da, geneli kuşatan ulvi ve kutsal olguların arkasına sığınarak yaparlar. Çünkü sürülerini daha kolay inandıracaklarını ve aldatacaklarını bilirler. İşte burada kendi aklını kullanacak ve bu derin tezatı göreceksin. Çünkü ancak bu şekilde var olabileceklerine inanırlar bu türler, zira aklı olmayan nasıl var olabilsin başka türlü? Bu yüzden siz, siz olun her zaman aklınıza inanın, güvenin ve kullanın onu. Pençelerine güvenen ve onunla meydana çıkan vahşileri bile insanlaştırabilirsiniz belki o zaman. Unutmayın ki, bu türler insanlık toprağına musallat olmuş zalimlerdir ve o zalimlerin pençelerinden başka güvenecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Zira zalimlerin beyni yoktur, olsaydı fark edilirdi, fark edilmese hissedilirdi, ikisi de mümkün olmadığına göre onlar beyinleri olmayan yaratıklardır ve beyinleri olanlara düşmandırlar. Bu yüzden, insanlık aklını kullanmadığı için, bu tür dördüncü sınıf yaratıklar daima birinci sınıf beyinler üzerinde egemen olmuşlardır. Ve biz onların çarklarını döndüren yağ olmamalıyız. ‘’Zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafalarıyla döner.’’ Victor Hugo böyle diyor, yanlış mı diyor? Hayır, kesinlikle doğru diyor. Çünkü zalimlerin kanlı çarklarını döndüren şey, bizim çalıştırmadığımız, aklı kendisinden uzaklaştırdığımız kafalarımızdır, us’a olan uzaklığımızdır. Öyleyse kafanı çalıştır, us’a yakın ol ve zalimlerin çarkına çomak sok, paramparça et o kanlı çarkları, seni öğütmesine müsaade etme. Ve bunu da sadece ama sadece insan kalarak, insanlık kimliğine dayanarak yap, hiçbir kimliğe dâhil olmana ve sığınmana lüzum yoktur. Çünkü sana bir kimlik lazımsa şayet, kimlik olarak insanlık yeter de artar bile. Hiçbir şeyden korkma, sen kendine inanıyorsan, bir gün herkes sana inanır. Zalimlerin korkutmalarına boyun eğme, onların seni yönlendirmelerine fırsat verme, aklına inan, aklına güven ve kullan onu ama uymada ona. Sürekli sor, durmadan sor, korkma soru sormaktan ve sorgulamaktan. Kimse senin Tanrı’n değil. Sorgulamadığın tek bir kişi kalmasın. Kimse senin anan değil, atan değil, faraza öyle olsun, ne fark eder, hayat senin hayatın ve yaşayan sensin, niçin hayatını birileri için feda edesin? Niçin birilerinin zevkleri uğruna kendi aklından vazgeçesin ve aklını onun zevklerini yaşaması uğruna kullanasın? Üstelik zalimler öldürmek için yaşarken, sen niçin yaşatmak için yaşamayasın? “Var olmak, soru işareti demektir. Soru işaretlerinin bitmesi ise; ölüm.” İsmet Özel böyle demiş ve gerçekten isabet etmiş. Öyle ya, sorusu olmayan, sorgulamayan insan niçin vardır? Zira beyni olanın mutlaka sorusu olur ve o beyin muhakkak sorgular. Çünkü o beyin ki, algılar, anlar, düşünür, fark eder, idrak eder ve bu tür işlevleri olan beynin nasıl olur da sorusu olmaz ve bu beyin sorgulamadan nasıl aktifliğini koruyabilir? Bakınız bunları yüreğimin dip derinliklerinden gelen bir çığlıkla haykırıyorum, duymak istemek özgürlüktür elbette ama duyulsun da istiyor gönül. Çünkü ancak o zaman hissedebilirsin. Zira hissetmelisin ki, anlayabilesin, hissedemediğin şeyi anlayamazsın. Hissetmek, insanları insan kılan ve insanlık adasında buluşturan yegâne şeydir. “Hissedemediğin bir şeyi anlayamazsın.” William Shakespare böyle demiş ve kesinlikle doğru demiş. Çünkü hissetmediğin bir şeyi anlayabilmen mümkün değildir. Acıyı hissedemeyen anlayabilir mi, sevinci hissedemeyen anlayabilir mi, anlayamayan ortak olabilir mi? Bu yüzden hissedebileceksin ki, anlayabileceksin, anlayabileceksin ki her türlü derde, kedere, sevince ortak olabileceksin ve aynı iklimde buluşabileceksin, aynı iklimde buluşabileceksin ki, zalimlerin kanlı çarklarını birleşik güçle paramparça edebileceksin. Senin varlığını hissedenler, ancak senin için bir şeyler yapabilirler, senin varlığını hissetmeyenler, senin ne yaşadığını, ne istediğini, neler çektiğini nasıl anlasınlar, bilsinler de sana doğru yürüsünler? Bak kardeşim! Kendi aklını kullan, behemehâl yap bunu, korkma hiçbir şeyden ki kendi aklını kullanmaktan niçin korkasın ki hem, o sende ve sana ait ve sen sende olan ve sana ait olan bir şeyi istediğin gibi kullanmakta özgürsün. Kimse sana bir şey anlatmasın, tanıtmasın. Anlatırsa bile anlatılanı kendi aklına vur, ölç, biç, tart onu. Aklın onay vermiyorsa fırlat at gitsin. Kimse sana bir düşünceyi anlatmasın, git oku ve öğren, kendi aklınla anla onu. Kimse sana bir kitabı da anlatmasın, git o kitabı al eline, oku oku oku ve kendi aklınla anla onu. Kimse sana bir dini anlatmasın. Kimse sana bir milliyeti anlatmasın. Kimse sana bir kişiyi anlatmasın. Kimse sana hiçbir şey anlatmasın. Her şeyi kendi aklını kullanarak kendin öğren. Anlatılırsa da, anlatılana göre öğrenme, yine kendi aklınla öğren, tanı, bil ve anla her şeyi. İnan ki daha doğru düzgün öğreneceksin. Doğruysa da yanlışsa da, kendin bileceksin bunu. Ve İnan ki, o vakit, yaptığın şeyi niçin, nasıl ve kim için yaptığının farkında olacaksın. İşte aklını kullanmak bu açıdan sonsuz mühimdir. Çünkü bir şeyi birileri anlatırsa sana, illaki kendi aklına göre anlatacak ve seni kandırmak, yönlendirmek isteyecektir. İşte bu yüzden yani aldatılmamak, kandırılmamak, yönlendirilmemek için her şeyi kendin bilmeli, tanımalı, öğrenmeli, anlamalısın. İşte o zaman en doğru şekilde davranış ortaya koyabilirsin ve tercihlerini en isabetli şekilde yapabilirisin. Unutma! Hayat bir tercihtir ve tercihlerin kaderinin ağlarını örer. Tüm bunları niçin söylüyorum? Çünkü bu ülkede yaşıyorum ve her şey ama her şey hayatıma dokunuyor ve bu durum bana bu ülkede olan biten her şey hakkında konuşmak hakkı veriyor. Öyleyse konuşmak hürriyetimi kullanmak zorundayım. Zira kaderimi kendim çizmek ve sorumluluğunu da deruhte etmek istiyorum. Elbette gönül kafadaki aklı mutlak özgürlük temelinde kullanmayı ve daha özgür konuşmayı ister ama mümkün olmuyor. Hakkınızı behemehâl arayın, aramaktan asla vazgeçmeyin, hakkınızı gasp edenlerden almak için sonuna kadar direnin ve kutsal kavganızı verin, hakkınızı aramayanları terk edin. Önemli olan yaşamak değildir, insanlık onuruna layık yaşamaktır. Ve nasıl yaşamak istediğini sen bilirsin, bileceksin, onurlu yaşıyorsan da bunu sen istersin ve yaşayacaksın; onursuz yaşıyorsan da bunu sen istersin ve yaşayacaksın. Lafla peynir gemisi yürümüyor, her şeyi belirleyen ve sonucu tayin eden eylemdir. Huxley de öyle diyor; ‘’hayatın gerçek amacı laf değil eylemdir.’’ Yanlış mı diyor? Laf neyi değiştirmiş, eylem neyi değiştirmemiş? Kaderini; kendi aklınla, yüreğinle, iradenle, cesaretinle ve eylemlerinle kendin çiz! Kafanı dışarıya kapa, iki elinin arasına al ve aklet, mutlaka ışık yanacak ve çıkışı göreceksin! Ancak, köle ruhlu olanlar ve kula kulluk edenler, kendi akıllarını kullanmaktan korkarlar.
“Yaptıklarınızla küçülüyorsanız, laflarınızla büyüyemezsiniz.” Sadi Şirazi